Kırmızıya gelince... Pek çok tonuna tarihöncesi mezarlarda rastlanıyor. Ama hangi maddeden yapıldığı konusu, hâlâ gizemini sürdürüyor. Kuşkusuz, renkli tozlar ve killi toprak dinsel törenlerde de kullanılıyordu. Ancak kaya resimleri, bazı pigmentlerin geçmişinin M.Ö. 4000 yıllarından bile gerilere gittiğinin başlıca kanıtını oluşturuyor...
Yeni boya maddeleri gereksinimi doğuran tekstil, tarıma geçişle birlikte gelişti. İlkçağ uygarlıkları, dokumalarını boyamak için mineraller, meyveler, bitki yapraklan ya da kökleri, hatta hayvansal ürünler gibi tüm doğal maddeleri denediler. Paletteki renkler git gide arttı. Mısır kumaşlarında, 4. binden itibaren, Hindistan kökenli indigo (Indigofera tinctoria; çivit fidanı) çalısından üretilen mavi pigmentler görülmeye başladı.
Yaklaşık aynı dönemde, Giritliler de erguvan kırmızısını bulmuşlardı. Ama bir deniz yumuşakçası olan venüs tarağının (Murex pecten) yaklaşık 10.000 tanesinden ancak 1 gram pigment elde edilebiliyordu. Bu yumuşakçanın sarımsı bez salgılan, en az 10-15 gün kaynatıldıktan sonra koyu kırmızıya dönüşüyordu. Boyanın hazırlanması, yalnızca özel maddeler değil, kesin bir ustalık da gerektiriyordu. İş, kumaşı renkli suya batırmakla bitmiyordu; asıl beceri, boyayı kumaşa emdirmekte ve boyanın, kumaşın ipliklerine iyice yapışmasını sağlamakta ortaya çıkıyordu.
Boyacıların, rengi iyice sabitleştirmek için, tıpkı simyacılarınki gibi düzenlenmiş deneylere dayalı reçeteleri vardı. Ayrıntıları karanlıkta kalsa da, pigmentlerini genellikle idrarla karıştırdıkları biliniyor. Modern kimyacılar, durumu, boyaların alkali (baz) ortamda daha etkili olmasıyla açıklıyorlar. Pompei yazıtlarının gösterdiği gibi, Romalı sanatkarlar, bu gerekli hammaddeyi sağlamak için hemşerilerinin "teveccüh"lerine güveniyorlardı. Söz konusu "teveccüh", boyacı dükkanlarının duvarlarında şöyle dile getiriliyordu: "Yolcu, dur ve buraya işe!"
Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız