Her şeyden önce dil, insanlara bakış açımızı şekillendiriyor. En son İngilizce konuşan turistlere rastladığınız zamanı hatırlayın, Sultanahmet'te ya da Ortaköy'de karşılaştığınız bu insanları tanımadığınız halde, İngilizce hakkındaki görüşlerinizi göz önüne alarak, kişilikleri hakkında bir şeyler düşündünüz değil mi? Aynı şekilde, Rus ya da Japon turistler hakkındaki görüşleriniz de bilinçaltımızdaki kültürel stereotipler doğrultusunda oluşuyor...
İşin gerçeğine bakılacak olursa, sizin kafanızda yarattığınız tiplerle, karşınızdaki turistlerin karakterleri arasında bir bağlantı yok. İngilizce konuşan turistler İngiliz de olabilir, Güney Afrikalı da... Rusça konuşanlar, tutucu Litvanyalılar olabilir. Japonca konuşanlar ise, Tokyo'dan gelen uzak akrabalarıyla konuşan ikinci nesil Şilililer olabilirler.
Bununla birlikte, çoğu dilbilimciye göre konuştuğumuz dil, hakkımızda özel anlamlar yansıtıyor. Belli kelimelerin, deyimlerin ve gramer yapılarının varlığı, o dili konuşanların dünya görüşünü etkiliyor ve yaşama bakış açılanın ona göre renklendiriyor. Her dilin bir kişiliği var, Almanların "sprachgefühl" (dil duygusu) adını verdiği bu durum, dilin konuşan kişiyi belli bir düşünce tarzıyla sınırlaması olarak tanımlanıyor. Bu dil okuluna göre, Fransızlar'ı Finlilerden, Ruslar'ı da Romenler'den ayıran genler veya kültür değil, bu dil duygusu...
Peki bu dil duygusu iyi bir şey mi? Hepimiz aynı dili konuşuyor olsaydık, dünya daha iyi bir hal mi alacaktı? Belki de evet... Çünkü çeşitli çağlarda insanların aynı dili konuşmalarının güçlerini arttıracağından sözeden hikayeler bulunuyor. Sömürgeciliğin hâkim olduğu yüzyıllarda, yüzlerce Avrupalı misyoner ve sömürge yöneticisi, Üçüncü Dünya insanlarını dillerini bırakmaya zorladılar. Dünya dillerini bu şekilde tekelleştirme çabası bugün de sürüyor. Bazı ülkeler pek çok yerel dilin bulunduğu Hindistan gibi- ortak bir dilin ilerleyebilme, dünyaya ayak uydurabilme için şart olduğunu düşünüyor...
Yorumlar
Keşke başarabilseymiş
Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız