İrfan Akalp hakkında internetten bilgi bulmak pekte kolay değil o yüzden röportajlarımızdaki alışılagelmiş girizgah yerine, kendisinin yazdığı ''Ankara Masalları: Kuyulu Kahvenin Yankısı'' adlı eserinden az biraz bahsedeceğim. Kabın adından da anlayacağımız gibi; okuyacağımız metin bizi alıp eski Ankara'ya götürüyor. Okurken adeta o olayları aynı sokakta izliyor gibi olacaksınız. Bizler için yaratıığı zamanı ve anlattıkları İrfan Bey'e çok teşekkür ederiz. Sevgili Friendz10 ailesi biz bu röportajı yaparken çok keyif aldık siz değerli okurlarımız sanki yanımızda yanımızda oturup dinliyormuşsunuz gibi hissederek okursunuz. Sevgi ve saygılarımızla...
Önce sizi tanıyalım isterseniz, çünkü “Kuyulu Kahvenin Yankısı” adlı kitabınızı okuyanların da anlayacağı gibi öykülerinizde geçen karakterlerle sanki birlikte yaşamış gibisiniz. Siz eski Ankara'da yaşayan biri miydiniz yoksa sadece bulundunuz mu orada? Eski Ankara’yı içinizde hissediyor musunuz?
Doğma büyüme Ankaralıyım. Hacettepe/ Hamamönü'nde doğdum. Ailem de Ankaralıdır. Ortalama üç dört göbektir Ankaralıyız. İlkokul, ortaokul ve liseyi Ankara'da okudum. Yaşamımın büyük bölümü Ankara'da geçti. Çocukluk ve ergenliğimde Ankara’yı pek beğenmezdim. Daha çok İzmir ve İstanbul'u beğenirdim. Ama belli bir yaştan sonra özellikle de internetin yaygınlaştığı iki binli yılların başından itibaren internet ortamında eski Ankara fotoğrafları paylaşılmaya başlanınca çok şaşırdım ve bizden önceki şehrin çok farklı olduğunu gördüm. Örneğin üzerinde yürüdüğümüz yollardan bazılarının bir zamanlar gürül gürül ve tertemiz akan dereler olduğunu ama sonradan üzerlerinin kapatıldığını öğrendim. Hatip Çayı ve İncesu gibi derelerin yılın tamamında yaz kış hiç kurumadan aktığını, bunun yanında şehrin Güney tepelerinden Kızılay gibi çukur yerlere doğru akan - yazları suları kuruyan- onlarca dere olduğunu öğrendim. Örneğin Öveçler Deresi, Dikmen Deresi, Kirazlı Dere, Bademli Dere, Bülbül Deresi gibi üzeri kapatılmış birçok dere, şehrin aşırı kalabalıklaşmasıyla birlikte bugün birer kanalizasyon şebekesine dönmüş durumdadırlar. Eski Ankara’nın o güzel fotoğraflarına bakınca bunlar gerçekten çok üzücü. Ne yazık ki öyle bir şehirde yaşayamadık. Genelevleriyle, bul karayı al parayı oynatıcılarıyla, benim çocukluğumda da tekin olmayan Bent Deresi semti sonradan öğrendiğime göre bir zamanlar, içinden tertemiz Hatip Çayı'nın akıp geçtiği, su kenarında çay bahçelerinin olduğu, ince sazların düzenlendiği, bir mesire yeriymiş. Şimdi gitmek bir yana önünden bile geçilmek istenmeyen Bent Deresinin daha önceleri ne kadar güzel bir yer olduğunu tahmin bile edemiyoruz. Hatta Mustafa Kemal Atatürk’ün eşi Latife Hanıma zaman zaman, ‘’Canın sıkıldıysa atına atlayip Hatip Çayına git, gözün gönlün açılır.’’ Dediği rivayet edilir. O kadar güzel bir yermiş yani.
Ankara’yı bir tarafa sorduğunuz zaman kasvetli, gri bir memur şehri ama Ankara'nın yerlilerine sorduğumuzda Ankara dışındaki şehirleri çok da beğenmeyen bir kesim var. Hatta İstanbul'da yaşayanlara sorduğunuz zaman ise Ankara, fazla durmadan hemen kaçılacak bir yer. Sizce diğer şehirlere nazaran Ankara’yı öne çıkaran en büyük özellik nedir ve sizin için Ankara neden bu kadar farklı?
Bildiğiniz gibi şehirlerin ömrü içinde yaşayan insanların ömrüyle sınırlı değil. Ankara özelinde söylemek gerekirse, başkente okumaya ya da çalışmaya gelenlerin bazıları şehrin geçmişini merak ediyorlar. Üç dört bin yıllık bir şehrin geçmişini okumalar, araştırmalar yaparak öğrenebilirsiniz. Mesela Ankara'yı ön plana çıkaran en büyük özelliklerden biri Balkanlar ve Avrupa'yı Mezopotamya'ya bağlayan yol üzerinde önemli bir merkez olmasıdır. Bir başka özelliği de Ankara’nın sekiz yöne açılan yollarının olmasıdır. Bu durum, savunmaya elverişli kalesiyle birlikte eski çağlarda kentin kuşatılmasını çok zor bir hale getiriyordu. Üçüncü özelliği ise yine askeri yönden bir geçiş noktası olmasıdır. Dini yönden baktığımızda ise gerek Müslümanların gerek Hıristiyan ve Musevilerin kutsal mekânlarına uzanan güzergâhta haç yolu üzerinde bulunmasıdır. Bu sadece Müslümanların hacca gitmesi olarak değil, Hıristiyan hacıların Avrupa’dan Kudüs'e giderken ki geçtikleri bir yer olması sebebiyle de önemlidir. Örneğin daha eski çağlarda Ankara’nın sarp, zor zapt edilen bir kalesi var ki bu kale halen durmaktadır ve müze olmuştur. Ayrıca Sakarya nehri ile Kızılırmak arasında kalmasından dolayı güvenli bir şehirdir Ankara ve zaten bu jeopolitik konumu nedeniyledir ki, Atatürk ve arkadaşlarının burayı başkent ilan etmesinde şehrin konumu önemli bir faktörlerden biri olmuştur. Aslında Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sırasında başkent İstanbul’un taşınması düşünülen ve başkentliğe aday bazı şehirler vardı. Örneğin Konya, Eskişehir, Sivas, Kayseri gibi… Ankara'nın bu şehirler içinde ön plana çıkmasının bazı birkaç sebebi daha var. Az önce de söylediğim gibi Sakarya ile Kızılırmak arasında yer alması, yani nehirlerin düşmana karşı sınır görevi görmesi çok önemli bir avantaj. Bir başka faktör de Ankara’da gelişmiş bir telgrafhanenin olmasıydı ki telgraf o dönem için çok büyük önem arz ediyordu, yani o zamanın telgrafı demek şimdinin e-maili veya interneti demekti. Bir de o dönem Ankara’da Sarıkışla olarak adlandırılan büyük bir garnizon vardı. Bir başka ana sebep ise Ankara’ya trenin daha 1892 yılında gelmiş olmasıydı. Çünkü demiryolu ile gerek asker gerekse araç gereç, silah, mühimmat sevkiyatı çok daha kolay yapılıyordu. Yine benzer şekilde Ankara’nın denize yakın olması da önemliydi; Yani İstanbul’dan gemilere gizlice yüklenen silahlar İnebolu Limanı'nda indiriliyor, oradan kağnı ve at arabalarıyla patika bir yol ile Çankırı üzerinden Ankara’ya ulaşıyordu. Mesela Nazım Hikmet’te Milli Mücadele’ye katılmak için arkadaşı Vala Nurettin ile beraber aynı yoldan, İnebolu üzerinden Ankara’ya gelmiştir. Dolayısıyla Ankara'yı diğer şehirlerden ön plana çıkaran pek çok yanı vardır. Bir de bizlere tarih dersinde anlatıldığı gibi Ankara işgal edilen yerlerin tam ortasındaydı da o yüzden Başkent yapıldı düşüncesi tek başına gerçeği yansıtmıyor, sizce Mustafa Kemal ATATÜRK gibi bir deha sadece konum olarak merkezde bulunmasından dolayı Ankara’yı başkent ilan etmiş olabilir mi?
Roma'nın en büyük iki hamamından biri Ankara'daydı. Kabul edelim Midas’ın Tümülüs’ü Ankara sınırlarında, Büyük İskender'in Anadolu’ya geldiği ve Gordion düğümünü çözdüğü daha doğrusu kestiği yer Ankara’da ama Roma gibi dünyanın ilk süper gücü olan hegemonya sınırları kıtaları aşmış bir İmparatorluk neden tarihinin en büyük ikinci hamamını Ankara’ya yaptırdı?
Az önce de konuştuğumuz gibi Balkanlar'dan Mezopotamya'ya uzanan yol üzerinde- sekiz yöne açılan yollarıyla- Ankara önemli bir konuma sahip. Askeri seferlerde gerek Osmanlı gerek Roma döneminde olsun doğuya yapılan seferlerde Ankara daima bir geçiş noktası. Sekiz yöne açılan yollarından dolayı tek bir yerden kıstırılmadan rahatça savunulabilen bir yer olması nedeniyle burada, Roma döneminde büyük bir garnizon vardı ve beş yüz yıl görev yapan Roma hamamı büyük bir askeri hamamdı. Bunu hem günümüze ulaşan kalıntılardan hem de çok değerli bir çalışma olan,‘’Roma Döneminde Ankyra’’ adlı kitapta da görebiliyoruz bunu. Hamamın açık hava müzesindeki mezar taşları incelendiğinde görüyoruz ki, Roma döneminde emekli olmuş bazı komutanlar, subaylar emekli olduktan sonraki hayatlarını Ankara'da geçiriyorlar. Mesela şu anda Ankara tren istasyonunun orada büyük bir Roma Mezarlığı var hatta oradaki mezarlıkta bir kilise dahi var, orada bulunan bir oda mezar olduğu yerden sökülerek Roma Hamamı müzesine taşınmıştır. Dolayısıyla sadece Roma Hamamı yoktur Ankara’da, örneğin Ogust (Augustus) Mabedi de aslında Atina'daki tapınağın bir benzeridir ki Anadolu'da bu kadar görkemli daha ikinci bir bina yoktur. Bu mabet bu bölgenin önemini de ortaya koyar ve Roma’nın ikinci büyük hamamın da neden Ankara’da olduğunu açıklar niteliktedir bence.
Ankara'nın geçmiş tarihinde araştırdığınız zaman sizi en çok şaşırtan ne oldu?
Ankara'nın tarihini araştırırken beni en çok şaşırtan şey İstanbul'dan daha eski bir şehir olmasıydı. İkinci ise Ayasofya'dan bile eski olduğu söylenen Saint Clemens Kilisesinin Ankara'da, Anafartalar Caddesi'nde bulunması ve 1916 yangınıyla yok olmasıydı. Üçüncüsü de bize başkent anlatılırken söylenen ‘’ Kışın çamurdan yazın tozdan geçilmeyen küçük bir kasaba’’efsanesinin gerçekliği yansıtmadığıydı. Aslında Ankara’nın dört bin beş bin yıla giden bir tarihi vardı. Şaşırdığım bir başka konu da, Osmanlı hazinesinin en büyük gelir kaynağından bir başka deyimle en önemli ihraç kaleminden ilkinin Bursa ipeği ikincisinin ise Ankara çevresindeki tiftik keçilerinin yününden sağlanan iplik ve sof kumaşından olduğuydu. Özellikle 15, 16, 17 ve 18. Yüzyılın ortalarına kadar üç yüzyıl süren çok görkemli bir ticaret hayatı vardı Ankara’nın. Tiftik keçisinin tüyleri kadınların ellerinde iplik haline getiriliyordu ve şimdiki Atpazarı civarına taşınan ürünler orada boyanarak ve diğer işlemlerden geçirildikten sonra buradan kervanlarla İzmir'e gönderiliyor, İzmir Limanı'ndan bütün dünyaya dağıtılıyordu. Birçok imparatorun kaftanı, bu tiftik kumaşından ya da ipliğinden dikiliyordu. Mesela bahsettiğimiz bu tiftik keçileri defalarca yurtdışına kaçırılmaya çalışılmıştır, sanırım bu durum bile aslında yünlerinin ne kadar kıymetli olduğunu kanıtlamaktadır. Başka bir sebep ise bizim çocukluğumuzda hiç görmediğimiz ama bir zamanlar mevcut olan Rum Mahallesi, Ermeni Mahallesi ve Yahudi mahallesidir. Yani Ankara’nın aslında kozmopolit bir şehir oluşudur. Çeşitli kültürler bir arada yaşıyordu ve bu durum Ankara tarihini araştırmak konusunda benim için ilgi çekici bir olaydı. Mesela çok az bilinir olsa da Ankara'nın beşte üçünü yakıp yok eden bir yangın geçirmiştir şehir; 1916 yılında, cumhuriyetten hemen önce iki gün iki gece süren bir yangın bu. Bu yangından 5-6 yıl sonra Milli mücadele için Ankara'ya gelen şairler, yazarlar, aydınlar, ev sıkıntısı çekiyorlar bildiğiniz gibi. Lakin bırakın kiralık evi kiralık han bile bulmakta zorluk çekiliyor. Nedeni ise 1916’da binlerce kıymetli evi, en kıymetli konakları, dükkanları, kiliseleri içindeki eşyalarla birlikte yakan büyük yangındır. Bunların içerisinde Katolik Ermeni Mahallesi var, Rum Mahallesi var, Müslüman mahallesiyle Yahudi Mahallesi'nin bir kısmı var. O zamanki yazılarda da görebiliyoruz bunu; Milli Mücadele için Ankara'ya gelen Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi Nazım Hikmet ve İstiklal Marşımızın yazarı Mehmet Akif Ersoy gibi birçok yazarın eserlerinde Ankara'nın bu perişanlığından, geçirdiği bu vahim yangının izlerinden bahsedilir. Doğal güzellik açısından baktığımız zaman ise Ankara’da birçok dere varmış, aşağı yukarı otuz kırk derenin Ankara tarafına doğru akıyor olması, zamanında her ne kadar kurumuş olsalar da bugün onları Kızılay'daki dolmuş duraklarındaki dolmuşların önündeki tabelalarda görebiliyoruz. Cevizlidere, Bademlidere, Bülbül Deresi, Dikmen Deresi gibi bütün bu dereler dönemki Ankara’nın bir değeridir. Benim Ankara için üzüldüğüm bir nokta ise Ankara'nın çok defa yıkıma uğramış olması.
Ankara'nın tarihi ve insanlarıyla ilgili en çok keyiflendiğiniz şeyleri bizimle paylaşabilir misiniz?
Dikkatle baktığımızda Ankara'nın meşhur olmuş birçok markasının aslında dışarıdan göç ile gelen insanlar tarafından yaratıldığını görürüz. Yakın tarihimizde Anadolu'da içerden dışarıya göçlerle, dışarıdan içeriye birçok göç olmuştur. Bu göç hareketleri çok kısa bir dönemde yaşanmıştır. Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında yaklaşık kırk yılda müthiş bir yer değiştirme olmuştur. Örneğin Osmanlı'nın Balkanlarda kaybettiği topraklarda yaşayan Müslüman halk akın akın Anadolu'ya, İstanbul'a doğru gelmiştir. Mesela Ankara'da bir Boşnak Mahallesi vardır. Ankara başkent olduktan sonra Rize'de, Artvin'de yaşayan insanlar, o bölgedeki yaşam koşullarının zorluğundan olacak, Ankara'ya göç etmişler ve geldikleri yerdeki mesleklerini yapmaya başlamışlardır. Fırınlar, pastaneler, lokantalar açmışlar. Mesela Milka Pastanesi, Boğaziçi Lokantası, Eyüp Sabri Tuncer kolonyaları, Akman Pastanesi, Akman Bozası, Bursa pazarı gibi markalar Ankara’ya bu göç dalgası ile gelmişlerdir. Sahipleri Ankaralı değildir. Ankara'nın en ünlü lokantası Cumhuriyet'ten sonra Atatürk tarafından açtırılmıştır, Atatürk Karpiç Lokantasını işleten Rus asıllı Karpetoviç’i İstanbul'dan getirttirmiştir. Karpiç İstanbul’da ünlü bir lokantasıydı o dönem. Karpiç 1917’de Rusya'daki Bolşevik Devrimi'nden kaçıp İstanbul'a gelen Ermeni kökenli bir Rus'tur. Atatürk’ün onu Ankara’ya getirmesinin altında İstanbul'da tecrübe ettiği güzel servisi vardır. O dönemlerde Ankara'da kaliteli lokanta ihtiyacı vardı hatta o dönemde Ankara’da doğru dürüst bir lokanta bile yoktu. Mesela bahsettiğim bu göç dalgası sonucu Ankara’nın ikinci, üçüncü kuşak kabadayıları geldikleri yerlerin adıyla anılmışlardır. Arnavut Rıza, Boşnak Selim vb. gibi. Bu kabadayılar Bent Deresi’ndeki genelevin haracını yemek için rakipleri olan Hacettepe ve Altındağ kabadayıları ile rekabete girmişlerdir. Bu insanların yapıp ettikleri mafyalık değil kabadayılıktır. Yani onların hayatında kaçakçılık, esrar, uyuşturucu ve kötü amaçlı zorbalık gibi şeyler yoktur. Kabadayılığın raconu daha yöreseldir, yani mahallenin namusunu korumak gibi kendilerince bir takım misyonlar üstlenmişlerdir. Bugünkü gibi uluslararası uyuşturucu, içki veya sigara kaçakçılığı değil de daha lokal, daha küçük şeylerle silah kullanmadan yumrukla falan kendilerince bir egemenlik alanı yaratmışlardır. Bu insanların hikâyeleri aslında benim dikkatimi çekmişti. Mesela Ankara kabadayıları ile ilgili bir kitap dahi vardır ben de zaten yazdığım kitapta da çocukluğumda az çok tanıdığım bu kabadayılardan da bahsettim.
Ankara tarihinden beslenerek yazdığınız kitabınızda aslında ne anlatmak istediniz? Çünkü kitabınızda gördüğüm kadarıyla adeta bir bibliyografi esintisi var ve okurken insan tarih içinde geziyormuşsun gibi oluyor. Sanki okuduğun sokakta durup olayı izliyormuşsun gibi hissettiren bir dili var kitabın.
Aslında kitapta anlatmak istediğim ya da vermek istediğim özel bir mesaj yok. Benim çocukluğumda yaşadığım mahalleye Nevşehir, Kırşehir Kayseri gibi orta Anadolu’dan göç edenler gelirdi, dolayısıyla biz şehrin aldığı göçü çok yoğun yaşayanlardanız. Örneğin bizim mahallemiz bir zamanlar Ankara'nın yerlilerinin oturduğu mahallelerden biriyken, SİT alanı olarak ayrıldı ve mahallenin bu eski yapılarında hiçbir tadilat ve tamirat yapmaya izin verilmedi. Dolayısıyla eskiyen bu evlerde oturmak istemeyen Ankara'nın yerlisi aileler Seyranbağları, Cebeci, Kurtuluş gibi apartman semtlerinden daire satın aldılar ve taşındılar. Kat alma denirdi o dönemlerde, eğer alabilecek durum yoksa aynı semtlerde kiralanan dairelere taşınılıyordu. Göçle gelenlerin şehre uyum sağlamaya çalışırken çektikleri sıkıntıları, iş bulmak gibi sorunlarla okul çağındaki çocuklarının yine okula uyum sağlamada yaşadıkları sorunları canlı canlı yaşadım ben Şehir hayatının o acımasız çarkına dolanan çocukların yaşadıklarına ve ailelerinin hem alışma hem de geçim sürecindeki zorluklara katlanma çabalarını anlatmaya çalıştım bir noktada.
Kitapta resmen Ankara dokusuyla işlenmiş eşsiz karakterler var. Kitabınızın araştırma ve yazma aşamasında bu dokuyu nasıl koruyup oluşturdunuz?
Çocuklukta yaşarken gördüğüm karakterleri, akrabaları, komşularımızı, kabadayıları bir yere koyup Ankara üzerine okuduklarımla birleştirdim ve böylece karakterler ortaya çıktı. Dolayısıyla kitabın sadece bazı yerleri otobiyografik ama tabii ki öykülerde anlatılanların yüzde yüzü otobiyografik yaşanmışlıklar değil. Örneğin kitaptaki öykünün birinde diyelim ki yüzde otuz bizim arka sokakta oturan Mehmet abi ise yüzde otuz falanca romandaki okuduğum karakter geri kalan yüzde kırk ise hayal gücüm. Bunların harmanlanmasından bir şey yarattım. Zaten edebiyat da budur, yaşanmışlıklar artı hayal gücü ve ek olarak okuduklarını kafanın içindeki potada harmanlayarak yarattığın kurmacadır. Bende bunu yapmaya çalıştım eserimde.
Hatırınız da olan Ankara kabadayıları kimlerdir?
Bent deresindeki genelevin haracını yemek isteyen ama pis işlere bulaşmak istemeyenler kabadayıların ağırlıklı oldukları bölge Hacettepe ve Altındağ. Bu iki semtin grupları arasında bir rekabet var. Bu iki grubun rekabetinden oluşan birçok olay var ama aralarından iki tanesi çok dramatik. Biri 1950’li yıllarda yaşanılan Kürt Cemal’in öldürülmesi, öbürü ise Hacettepeli Kabadayı Mehmet’in canciğer arkadaşı Hacettepeli Sarı Veli’yi öldürmesi olayı… Bunlar rant paylaşımından daha doğrusu paylaşılamamasından kaynaklı cinayetlerdir. Bunlar o dönemin en ön plana çıkmış olan iki olaydır. Bir de böyle babasının mesleğini kullananlar var; Yani işte babası polis komiseri ya da asker olan gençlerin kabadayılığa özenip insanlara biraz zulümkâr davranması ve işledikleri suçlar nedeniyle yakalandığında da babalarının hatırına binaen serbest bırakılmalarıdır. Bu gibi durumlar içerisinde kendini kabadayı sananlar var ama onlar çok fazla halk arasında sevilmemişler. Halk arasında çok sevilen ve öldürüldüklerinde en çok üzüntü duyulanlar Kürt Cemali ve Sarı Veli’dir. Kürt Cemali Altındağ'da Kabadayı Mehmet ise Hacettepe'de sevilmektedir. Karagöz Kemal vardır, Sarı Veli vardır, bunlar bir anlamda zulüm eden değil biraz da böyle RobinHood gibi hani zenginden alıp fakire verme durumunu güden ama bunu da bir ölçüde yapabilen yani mikro ölçüde yaşatan ya da karikatürize eden kişilerdi. Bir de şöyle bir durum var; kabadayıların kendilerinden çok kabadayılık efsaneleri onların namının sürüp gitmesini sağlamıştır. Diyelim kabadayının biri meyhanede yarım şişe rakı içmişse o gece için anlatılan hikâyede, “ Üç şişe rakıyı içti, bana mısın demedi!” olarak dışarıya yansıtılır ya da kulaktan kulağa aktarılır. Veya işte adama bir çakıyla dürtmüş ise bu olay etrafta anlatılırken, “Adamı delik deşik etmiş!” deniyor. Bu anlatımlar da kulaktan kulağa efsaneleşerek abartılıyor tabii.
Kitabınızdaki karakterler sizce günümüz Ankara'sına ayak uydurabilirler mi? Eğer uydurabilselerdi nasıl insanlar olurlardı?
Çocukluğumda gördüğüm kabadayı tipleri vardı ve zaten ayak uyduramadıklarından çoğu kendini alkole vermişti. Örneğin bir zamanlar kendilerinden çok çekinilip herkesin saygı duyduğu kabadayılardan bazıları beş parasızdı, avare gibi orada burada dolanan, ancak çağırırlarsa içki sofrasına oturabilen, belli bir geliri olmayan, zor geçinen, zor durumda kalmış halde yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlardı. Zaten ta o zamanlar, 1969- 70’lerde onlar ipin ucunu kaçırmışlardı. Kaldı ki kabadayılık kültüründen gelip doğru dürüst bir eğitim almamış insanların günümüze ayak uydurmaları çok zor olurdu diye düşünüyorum.
Sizce Ankara tarihi neden bu kadar gölgede kaldı? Çünkü İstanbul ya da İzmir denilince işte bazı tarihi alanları çok öne çıkıyor ama Ankara'da tarihi yer ve tarih olarak birçok ilimizden çok daha fazlası var. Neden Ankara'nın tarihi böyle gölgede kalmış durumda?
Şimdi Ankara tarihinde özellikle bin dokuz yüz yirmi üçten sonra bir milat var, biz okullarda olsun, ilkokul, ortaokul, lisede sadece ben değil herkes şöyle düşünüyordu öğretilenlerin ışığında:‘’Ankara yazın tozdan, kışın çamurdan geçilmeyen küçük bir kasabaydı. Ancak Başkent olduktan sonra gelişti.’’ Oysa Ankara biraz önce de söylediğim gibi yani dört bin yıla giden bir tarihe sahip. Ankara tarihi özelinde, projeksiyon hep bin dokuz yüz yirmi üç tarihten sonrasına tutuluyor dolayısıyla o tarihten öncesi görülmüyor. Mesela birçok insan 1916 Büyük Ankara yangınını bilmiyor. Mesela 1890’larda bugünkü TED Koleji'ne örnek ve eş değer olabilecek; Fransızca eğitim veren bir özel okul var Ankara’da. Yaptığımız Ankara gezilerinde Yahudi Mahallesi'ni gezerken anlatırım hep, Ravza-i Terakki yani “Gelişme Bahçesi” adlı bir okul var ki bu okulun Fransızca eğitim vermesinin yanı sıra yabancı öğretmenleri bile var. Herkes çocuğunu oraya yazdırmak için çabalıyormuş iyi bir eğitim alsın diye. Ne bileyim işte yine Şengül Hamamı'nın karşısında Rum Erkekler Ortaokulu vardı, ilerisinde Rum Kız Ortaokulu vardı. Bu okullar o günün koşullarına göre çok ama çok iyi eğitim veren okullardı. Sonradan hepsi yıkılmıştır ama bu zamanın da o okulların orada oldukları gerçeğini silemez, bunlar bilinmiyor örneğin. Yine Ankara tarihinde gölgede kalan ve şimdiki adı Yenikent olan Ankara'ya yaklaşık kırk kilometre uzaklıkta Stanos adlı çok önemli bir kasaba var. Burası ağırlıklı olarak Ermenilerin yaşadığı ve Ankara’ya has tiftik keçisinin üretiminin ve yününün ipliğe veya kumaşa çevrilme işleminin yapıldığı bir yer. Örneğin Ankara’nın Balkanlar'ı yakın doğuya bağlayan yol üzerindeki stratejik konumu göz önüne alınmıyor. Kaldı ki Büyük İskender Çanakkale taraflarından çıkıp Polatlı'ya kadar geliyor. Polatlı'ya geldikten sonra kışı burada geçiriyor ve Pers ordusunu bekliyor. Benim gayem şu: Ankara sadece son yüzyılı olan bir şehir değil, daha öncesi de var. Az önce bahsettiğim sebepler ve daha niceleriyle önemli bir şehir Ankara. Hem düzenlediğimiz gezilerde hem de yazdıklarımla bunu anlatmaya çalışıyorum.
Ankara'da korunamayıp yok olduğuna en çok üzüldüğünüz yapı veya yapılar nelerdir?
Ankara'da korunamayıp yok olduğuna üzüldüğüm dönem yapılar var. Mesela bugünkü Ulus meydanı ve çevresi milattan sonra ikinci ila dördüncü yüzyıllar arasında Roma topraklarıyken çok muhteşem beyaz heykellerle, tiyatroyla, stadyumla, etrafı sütunlu göz alıcı yollarıyla adeta tam bir Roma şehriydi. O dönemki nüfusu düşünürsek yüz bini aşan nüfusuyla en büyük, en görkemli dönemlerini o zaman yaşadı Ankara. Fakat ne yazık ki o eserlerin kalıntıları Ulus semtinin bugünkü binalarının altında kaldı. Örneğin bugünkü İş Bankası Sümerbank gibi binaların temelleri atılırken, Roma kalıntılarına rastlanıyor. Ama yeterince çalışma yapılmadan üzerlerine binalar yapılıyor. Bu durum beni üzüyor. İkinci olarak Cumhuriyetten sonra yapılmış ama sonradan yıkılmış yapılar var, bunlara da üzülüyor insan. Ulus’taki Taşhan Meydanı'na adını veren Taşhan bugünkü Sümerbank'ın yerindeydi. Milli Mücadele’ye destek vermek için gelen Nazım Hikmet Ran’da burada kalmıştır. Burası önce bir handı, sonradan otel oldu. Yerine başka bir bina yapmak için yıkıldı. Hemen onun karşısında İstanbul Palas oteli ve altında İstanbul Pastanesi vardı ki Nazım Hikmet Ankara'ya geldiğinde orada da kalmıştı. Fakat pahalı olduğu için önce Taş Han’a geçen yazarımız daha sonrasında Yahudi Mahallesi'ndeki bir pansiyona gitmiştir ama orası da yıkılmıştır. Daha doğrusu bugün Ankara Türkiye'deki seksen küsur şehir içerisinde en çok yıkılıp yeniden yapılan şehirdir bence. Çünkü burası sadece cumhuriyetten sonra başkent olmadı. Daha önce de Galatya'nın başkentliğini üstlenmişti, Galatya Roma'nın Anadolu’daki eyaletidir. Dolayısıyla bir model kenttir aslında Ankara. Bu tür kentler model olması için yıkılıp yeniden yapılırlar. Bunun örneklerinden bir tanesi de yakın zamanda Opera Meydanındaki İller Bankası’nın yıkılıp yerine bir caminin yapılmış olmasıdır. Dolayısıyla yıkılıp yapılıyor bu şehir, ben doğma büyüme bir Ankaralı olarak bir Mardin'e, bir Muğla’ya baktığım zaman oraların ya hiç ya da çok az değişmiş olduğunu görüyorum. Bu iki kent çok az değişmiş hatta Türkiye'nin en az değişen şehirleridir diyebilirim, Ankara'ya baktığım zaman ise en çok değişen, en çok yıkılıp yapılan şehirlerindendir. Yıkılan yapılar arasında Roma yapıları da var, oteller de var, Cumhuriyet yapıları da var.
Peki, Ankara sizin için ne ifade ediyor?
Çocukluğum, gençliğim diyebilirim Ankara için. Ömrümün belli bir kısmı geçirdiğim ev gibi bu şehir. O dönemde mahalledeki çocuklarla Çankaya civarında yaşayanlara özenirdik hep. Mesela ben çatıya çıkıp Çankaya'ya bakardım. Keşke biz de oralarda otursak derdim içimden ama kırklı yaşlarıma geldiğimde anladım ki bizim oturduğumuz semtler gerçekten birer hazineymiş. Çünkü bizim oturduğumuz o mahalleler binlerce yıllık mahallelerdi. Sadece Osmanlı değil, ondan önce Roma devrinide yaşamıştı o mahalleler. Bizim evimizin oralarda beyaz taşlar vardı, o zamanlar hiç ilgimizi hiç çekmezdi o taşlar. Meğerse onlar Roma döneminden kalma sütün başlarıymış. Mesela babamın Aslanhane Cami'sinden cenaze namazı kılınırken tabutunun üzerine konduğu mermer bir Roma tarihi eseriydi. Bunu yıllar sonra bir fotoğrafta görünce anlamıştım, hatta o taş hala durur o camide. Dolayısıyla Ankara benim için çocukken beğenilmeyen, sevilmeyen, biraz burun büktüğüm bir yer daha doğrusu mahalleyken, sonraki yıllarda zenginliğini kavradığım bir yer oldu.
Muğla'ya taşınınca sanırım tarihini merak edip öğrenmek istediniz. Peki, sizce Muğla ile Ankara arasında tarihi olarak bir bağ ya da ortak bir zemin var mı?
Muğla'yla Ankara arasında çok da ortak bir yan bulamıyorum. Çünkü Muğla Türkiye'nin çok az değişmiş yerlerinden. Hatta önemli bir yangın da görmemiş ama Ankara yangınlarla birçok yerini kaybetmiş bir şehir. Ben Ankara'yı biraz İstanbul'a benzetirim. Çünkü ikisi de başkent olmuş. Hatta Ankara'daki birçok resmi kurum İstanbul'dan taşınıp gelmiştir. Ankara'nın ilk belediye başkanı mesela İstanbul'dan transfer edilmiştir. Atatürk'ün sağlığında siyasal bilgiler fakültesi, mülkiye İstanbul'dan taşınıyor Ankara’ya. Ankara'daki Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın kökeni eski başkent İstanbul'daki Osmanlı Saray'ının mızıka takımıdır aslında yani İstanbul ile Ankara arasında bağlar daha çok. Örneğin Ankara’nın suyun kenarında kurulmuş olması da İstanbul ile ortak bir yandır. İstanbul'un başkentliği Ankara'ya devredilmiştir. Meclis dahi devredilmiştir, Ankara'da açılan meclis, ilk meclis değil İstanbul'daki meclisin devamı niteliğindedir. Bu yüzden Muğla ile değil de İstanbul ile aralarında bir bağ kuruyorum. Ayrıca sevgili Friendz10 Ailesi hepinize sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.
Yorumlar
Soluksuz okuduğum bir röportaj. Bu değerli bilgileri ve paylaşımları için İrfan Bey'e çok teşekkür ederiz!
Kıymetli röportaj için teşekkürler
Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız