Konuğumuz: Sedat BOZKURT

Herkese merhaba, içeriğimize değerli gazeteci Sedat BOZKURT’u tanıyarak başlamak daha iyi olacak diye düşündüm. Hadi hep beraber bu değerli gazetecimizi tanıyalım. Sedat BOZKURT 1965 yılında Ankara’da hayata gözlerini açtı. Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun olan Sedat BOZKURT; Günaydın, ANKA Haber Ajansı, Yeni Yüzyıl, Yeni Binyıl, Birgün Gazetesi, The New Anatolian ve Tv8 bünyesinde çalışmasının yanı sıra, bir dönem ATV’de Ankara Haber Müdürlüğü yaptı. 2007 ile 2018 yılları arasında Fox TV’de Ankara Temsilcisi olarak görev alan Sedat BOZKURT, Halk TV’de de Genel Yayın Yönetmeliği yaptı, Gazi Üniversitesi’nde yedi sene öğretim görevlisi olarak ders veren Sedat BOZKURT’a röportaj isteğimizi kabul ettiği için çok teşekkür ederiz. O halde ilk sorumuz ile başlayalım.

 

 

Merhaba Sedat Bey, ilk sorumuz daha çok sizi tanımak üzerine. Neden gazetecilik, neden medya?

 

 

Merhaba Friendz10 ailesi, bizim dönemimizde gazetecilik çok popülerdi ya doktor olacaktın ya da gazeteci. Benim o dönemki fen puanım Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne de yetiyordu ama gerçekten istediğim için bölümümü tercih ettim. İsteyerek girdim gazeteciliğe, o yüzden de birinci sınıftan itibaren çalışmaya başladım. Bizim dönemimizde üniversite sınavındaki tercihler bu dönemkinden farklı şekilde yapılıyordu. Yirmi iki tane tercih yapabiliyordun, tıp fakültesinden başlayıp mühendisliğe kadar sıralıyordun alt alta. Yani arada muhasebeci de olabilirdin, hukukçu da olabilirdin veya siyasal bilimlerin herhangi bir bölümüne de girebilirdin, şimdiki gibi TM, MF ya da sözel gibi bir ayrım yoktu, hepsini yazabiliyordun. Ben beş tane tercih yaptım o dönem. Bunun bir altında hukuk vardı. Onun bir altında ODTÜ kamu yönetimi vardı. Gazetecilik bölümü üçüncü tercihimdi. Bence eğitim dediğimiz şey şöyle bir şey: Bugünün koşulların da bir şey öğrenmeye ihtiyacın yok. Senin adına Google bilgi olarak her şeyi sana sunuyor ama tabii ki senin istediğini mi sunuyor yoksa kendi istediğini mi sana veriyor, o başka bir tartışma konusu. Üniversiteye girdiğin zaman, alacağın mesleki eğitim gibi düşünmeye başlıyorsun. Tıp fakültesine girdiğin zaman, bütün reflekslerin bütün düşünce sistematiğin doktor gibi oluyor. Hukuk fakültesine girdiğin zaman hukukçu gibi, avukat gibi veya kendine başka bir hedef koyduysan savcı gibi hâkim gibi, gazeteciliğe girdiğin zaman da okuduğun metinlere veya yaşanılan olaylara gazeteci gözüyle bakıyor ve inceliyorsun. Gazeteciliğe girince de gazeteci gibi hissetmeye başladım kendimi. O dönem de toplam üç veya dört tane Basın Yüksekokulu vardı Türkiye genelinde. Günümüzde de olduğu gibi yüzde onluk, yüzde beşlik bir mezun bu sektörde kendisine yer bulabiliyordu.

 

 

Bu sektörü de unutamadığınız anı veya anılarınızı bizimle paylaşır mısınız?

 

 

Pek çok anım var, Süleyman Demirel ile keyifli bir anım var, Demirel’i ben uzun yıllar muhalefette de izledim, başbakanken de izledim. Süleyman Demirel özellikle biz gazeteciler için bir okuldur. Şimdiki gazeteciler için en üzüldüğüm mesele bir şeyler öğrenebilecekleri siyasetçilerin olmamasıdır. ANKA Haber Ajansı'nda çalıştığım zamanlarda Demirel muhalefetteyken, seçim sonucunda başbakan oldu ve başbakanlık konutunda oturmaya başladı. Başbakanlık konutunun telefon numarası değişti. Süleyman Demirel muhalefet lideri olduğu dönemde meydan meydan dolaşıp telefon numarasını dağıtırdı. ‘’Başınız sıkınca beni arayın. Bu da telefon numaram.’’ derdi meydanlarda. Ben de şöyle bir haber yazdım: ‘’Muhalefetteyken meydanlarda telefon numarasını dağıtan Demirel, başbakanlık konutuna geçer geçmez telefon numarasını değiştirdi.’’. Standart bir muhalif haber aslında bu. Süleyman Demirel bu haberimi okumuş ve bana ulaşmak için Anka Haber Ajansı’nı aramış. Ben yerimde olmadığım için o zamanki haber müdürümüz Timur Bey’e bağlatmış telefonu. Timur Bey’e ‘’Ben Süleyman Demirel. Böyle böyle bir haber geçmişsiniz. Onunla ilgili bir açıklama yapacağım size. Bir telefon numarasını ben değiştirmedim PTT değiştirdi. İki yeni telefon numaram bu yaz.’’ işte böyle bir adamdı Demirel, örneğin Başbakanlık’ın kapısında beklerdik, gelirdi bize rapor verirdi ‘’Arkadaşlar bugün şu şu işleri beraber yapacağız. Benim şu şu işlerim var.’’ derdi. Örneğin haber sıkıntımız varsa yani gündeme haber veremediysek, çünkü en büyük derdimiz gündeme haber vermekti. Bunun sebebi de ertesi gün yirmi küsür sayfalık bir gazete çıkacak. Neyle çıkacak? Ajansların haberleri de yeterli değil ya da şimdiki gibi her şeyi haber olarak kullanamıyorsunuz, ciddi haber olması gerekiyor. Gazetecilik var o zaman. ‘’Efendim haber ihtiyacımız var. On, on beş dakikanız var mı?’’ dediğimiz zaman. ‘’Tabii ki, gelin çocuklar.’’ derdi. Hemen ayaküstü soru sorup, yanıtını alırdık. Ertesi güne de haberimiz çıkardı. Demirel'le geziye gittiğimiz zaman, örneğin; koruma müdürü Şükrü Çukurlu bizden hoşlanmazdı. Şükrü Bey’i çağırırdı Demirel ve ‘’Şükrü çocukların yatacak yerleri, karınları, her şeyleri tamam mı? Bir öğren de gel. ‘’ derdi. İlgilenirdi bizimle, Hürriyet'in genel yayın yönetmeni de arasa ben de arasam arama sırasına göre dönerdi, unvana bakmazdı. Erdal İnönü’de böyleydi, onu da izledim. Erdal İnönü Türk siyasetine iki numara büyük gelen hem bilim adamı hem de siyasetçiydi, bir de benim nikah tanığımdır Erdal İnönü. O da şöyle oldu; Gazeteciler Cemiyeti'nin bahçesinde nikah yapacağız. Ben de Erdal İnönü’yü çağırdım. Demirel'i izliyorum ama Erdal İnönü’yü çağırdım. Saat geç olmuştu biraz, gelmeyecek mi diye düşündüm, ben de aradım evini telefonu kendisi açtı. Evi de oraya işte en fazla üç yüz dört yüz metre uzaktaydı. ‘’Sizi bekliyoruz, yoksa evlenmeyeceğiz.’’ dedim. ‘’Hemen geliyorum.’’ dedi. Atlamış taksiye gelmiş. Ondan on beş yirmi dakika sonra korumalar geldi Erdal İnönü burada mı diye, hiçbirine haber vermeden gelmiş. Böyle bir adamdı Erdal İnönü. Bunun gibi acı tatlı pek çok anım var. Mesleki bir anı olarak da şöyle bir anım var: Doğru Yol Partisi ile Refah Partisi koalisyon görüşmeleri yapıyor ve bu görüşmeler Mecliste yapılıyor. Yirmi sekiz Şubat öncesinden bahsediyorum doksan beş, doksan altı yılları. Bizim de gazeteciler olarak amacımız perde arkasından haber almak. Nasıl alacaksın perde arkasındaki bu haberi? O haber sana gelmiyor. Kurduğun güvene dayalı ilişkilerle ancak gelirse gelir, içeride kim varsa yöneticilerden, onlardan bir tanesinden alabilirsiniz bu bilgiyi. Haliyle haberi alacağınız insanla da bir yerde buluşmanız lazım. O zamanlar cep telefonunda galiba yeni çıkmıştı, herkeste de yoktu. Refah Partisi'nin olduğu kata girmek yasak. Görüşme saat onda ben dokuz da gittim Meclise, çünkü Refah Partisi'ni izliyorum o zaman ve ilişkilerin de iyi. Dedim ki kendi kendime ‘’Nasıl olsa bir tanesi tuvalete gelir.’’, girdim tuvalete, toplantı başladı, yarım saat sonra birisi geldi tuvalete bende aldım bilgiyi ondan. Ertesi gün Yeni Yüzyıl gazetesinde manşet oldu bu haber. Muhtemelen insandaki zekâ denilen mekanizmayı harekete geçiren şeyler arasında yapmak istediğin işle ile kurdun bağ da var. Bir haber şehveti var; haberi bulduğunuz zaman, haberi yayınladığınız zaman sizi mutlu eden yani sizi tatmin eden, iyi olmanızı sağlayan bir duygu var. Tekeri icat eden kişi de muhtemelen aynı duyguyla mutlu olmuştur diye düşünüyorum. Bizde de aynısı var, bir de ertesi gün bu haber sadece sizin gazetenizde var başka hiçbir gazete sizin yaptığınıza yakın bir haber olmayınca ayaklarınız resmen yere değmiyor basın bürosunda.

Konuğumuz: Sedat BOZKURT

Gazetecilikte Ankara gazetecisi ve İstanbul gazetecisi gibi bir ayrım var. Siz değerli bir Ankara gazetecisiniz. Ankara gazetecisi ne demek ve başkentte gazetecilik yaparken ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

 

 

Ankara ve İstanbul gazetecisi diye bir ayrım var. Hani bunu gazetecilerin niteliği olarak söylemiyorum, yaptıkları işe bakış açılarıyla ilgili bir şey bu. Çünkü sen Ankara'da hep şöylesin; bulduğun her haber sana göre manşet haberi. Gazetecilik üzerinden konuşuyorum yani televizyon haberciliği üzerinden değil. Ankara gazeteciliğinde bulduğun haberi manşete kullanmaları lazım. Çünkü sana göre o günün en önemli haberi o. Bu heyecanı, bu iddiayı yitirmemen lazım Ankara’da. Yitirirsen bir daha o haberin peşine düşmezsin, ‘’Benim haberimi de kötü kullanmışlar.’’ diye düşünürsün. İstanbul'dakiler bu gibi meselelerde daha soğukkanlılar. Özellikle sayfa yapıcılar için söylüyorum, sayfa sekreterleri işte yazı işlerindeki insanlar için söylüyorum. Bütün haberler onlara geliyor ve onların kafasında var olan bir bina kurgusuna yerleştiriliyor. Sen gazeteci olarak sadece odayı yapıyorsun. O binaya göre senden gelen odayı da yerleştiriyor. Gerekirse manşete, gerekirse alt tarafa, gerekirse üçüncü sayfaya gerekirse sür manşete yani terasta yapabilirler senin gönderdiğin odayı. Onlar böyle bir şeyle hareket ediyorlar. Örneğin İstanbul'daki insanın burada herhangi bir siyasetçiyle bir temas kurması, tanışması gerekli değil ama sen burada bunların tamamını yapmak zorundasın. Senin en büyük sermayen güvene dayalı kurduğun ilişkilerdir. Çünkü onlardan sana haber gelecek. Akşam yattığın zaman Aksakallı Dede, vahiy vermiyor sana, o haber için bizzat sen uğraşıyorsun ve bir şekilde alıyorsun. Ya haberin olduğu yerlerde dolaşmak zorundasın ki o zaman Başbakanlık muhabirliği vardı, bakanlıkların ayrı ayrı muhabirliği vardı. İnsanların hepsi ilgili oldukları, bakanlıkların binalarından çıkmazlardı, örneğin ben mesaime, Başbakanlık binasına başlardım Başbakanlık personeli gibi ve mesaimi orada bitirirdim. DYP muhabiriysem DYP de başlarım, DYP'de bitirdim. Parlamento muhabiriysem parlamentoda başlar, parlamentoda bitirirdim. Ya haberin olduğu yerlerde dolaşırsın ya da haber getireceğine inandığın insanların olduğu yerlerde dolaşırsın. Örneğin Refah Partisi döneminde cami avlusunun da çok günümü geçirdim. Çünkü adamlar beş vakit namaz kılıyorlar ve onları yakalayabileceğim tek yer de cami. Ankara gazetecileri bunlara dikkat etmek zorunda, bu ilişkileri tutmak zorunda. Ankara gazetecisinin şöyle bir kaygısı vardır: Verdiği haber moda mod, eksiksiz ve müdahale edilmeden çıkmalıdır. Çünkü haber kaynağının tek muhatabı o muhabirdir, İstanbul'daki yazı işleri müdürü değil, onu tanımaz haber kaynağı olan kişi. Bu nedenle Ankara gazetecisi biraz daha hassas olmalıdır. Haber kaynakların sana güvenemezlerse tabii ki bilgi vermezler. Tabii ki sana bilgi aktaran insanların muhtelif niyetleri vardır, seni gerçekten seviyordur, gazeteci olarak öne alınmanı da istiyor olabilir. Bundan dolayı destek olmasıyla amacıyla da sana bilgiyi aktarıyor olabilir. Aktaracağı bilgi de hiçbir zaman kendisine de temsil ettiği kurumlara da zarar vermez ama vardır bir hesabı, bir niyeti. Sen bunu sorgulamazsın. Yani sorgularsan zaten başbakanın açıklamalarını bile haber yapmazsın.

 

 

Michel Foucault’un Panoptikon kuramı hakkında neler düşünüyorsunuz?

 

 

Bunu Amerika'daki gazetecilik yapılan kurumlar da dahil olmak üzere söylüyorum: ‘’Bu
kapitalizmin yönetme modelidir.’’ Açık ofisler bundan icat oldular. İzlenme meselesi Kafka vari bir şey oldu, çünkü kulübede olan ve mümkünse de biraz yüksekte olan insan hep yöneticidir. Fabrikalarda da bu böyledir, yönetici sürekli sizi izler. Bu senin, üretim sürecindeki denetlenmeni ve üretim sürecine daha fazla katkı sağlamanı sağlayan bir şeydir. İnsan psikolojisinden ayırıyorum bunu, kapitalist sistem olarak kapitalizmin yönetim sistemi olarak söylüyorum bunu. Örneğin; her tarafı açık ofisler var çünkü yöneticin seni denetleyecek. Bu tarz ofislerde mahremiyetin yok, kendine ait düşüncelerini bile üretemeyeceğin bir mekân hazırlanmış şekilde sana. Onlar gibi düşünmek zorundasın orada. Çünkü farklı düşündüğün zaman bile ‘’Acaba beni fark ediyorlar mı?’’ diye bir kaygıya kapılabilirsin. Konunun öbür meselesinde de yani toplumsal hayatı düzenleyen kurallar üzerinden de bakıldığında; içinde yaşadığınız ülkenin oluşturduğu kültürle ilgili bir durum bence bu kuram. Örneğin Kanada'da ya da Amerika'da ‘’Stop’’ yazan kavşağa geldiğiniz zaman ışıklar yoktur sadece ‘’Stop’’ yazısı vardır. ‘’Stop’’ yazısı araç olsa da olmasa da ayağınıza frene koymanızı gerektirir. Koymak zorundasınız, bunu size rızaya dayalı bir şeyle kabul ettirmiyorlar. Koymazsan çok ağır cezaları var, trafik ihlallerinin cezasının bedeli medeni memleketlerde çok yüksek. İkinci kere yapıldığı zaman daha da fazlalaşıyor. Üçüncü kere yaptığın zaman daha da fazlalaşıyor, ehliyetini alıyorlar senden ve bir daha geri alamıyorsun ya da arabanın vergisi on misline, yirmi misline çıkıyor. İnsan bu kuralları hoşuna gitse de gitmese de ihlal etme eğilimindedir. İnsani bir dürtü bu, nasıl acıktığında yemek yiyorsa veya susadığın da su içiyorsa, bu da böyle bir şey. Hani kameranın gördüğü yerde seksen ikiyle gidecek sonra tekrar hızını arttıracak gibi bir durum yok medeni memleketlerde. O yüzden bunu insani değer olarak değerlendirmek çok mümkün değil. Bu kuramı sermaye sınıfının oluşturduğu bir kapitalist düzen içindeki insanların yönetiliş biçimi olarak değerlendiriyorum. Öte yandan bir ülkenin ürettiği kültür neyse insanlar da ona göre yaşıyor.

 

 

Gazetecilik mesleğine yeni başlayanlara neler önerirsiniz?

 

 

İlk olarak net şekilde gazeteciliği öğrensinler ama pratikler üzerinden değil. Gazetecilik yapmayıp gazetecilik yapıldığı söylenen kurumlar var. Onlara bakarak, oraları gazetecilik yapılan kurumlar olarak değerlendirmemelerini gerektirecek donanıma, bilgiye sahip olmaları lazım. Peki bunu nasıl yapacaklar? Gazetecilik evrensel bir meslektir yerlisi millisi olmaz. Rafine olarak dünyada neler yapıldığını incelemeliler. Örneğin BBC bir haber ekolüdür. BBC nasıl habercilik yapıyor? Amerika'da CNN var, CNN nasıl habercilik yapıyor? Tabii ki bunlar refleks itibariyle bulundukları memleketin refleksini gösteriyorlar, BBC son tahlilde bir İngiliz refleksi gösterir. CNN son tahlil de bir Amerika refleksi gösterir. O refleksleri bir köşeye bırakarak yaptıkları haberciliği incelesinler. Ondan sonra bu incelemeleri ülkelerindekilerle kıyaslasınlar. Sadece bakmakla da değil, okuyarak da bu kıyaslamayı yapabilecek bilgiye sahip olabilirler. Çok okumaları lazım, yani Ankara gazetecisine dönersek, Ankara gazetecisi ekonomi bilmek zorunda, siyaseti bilmek zorunda. Çünkü soru soruyorsun, soru sorduğunuz muhataplarınız siyasetçi. Siyaseti bilmeden siyasetçiye soru sorarsanız yanıt alamazsınız ya da aldığınız yanıtın haber değeri olmaz, bu ekonomide de böyle. Ekonomi bilmek zorundasınız, hukuk bilmek zorundasınız. İyi bir donanımınızın olması lazım. Bu iyi donanımınızı da soru sorduğunuz kişiye hissettirdiğiniz zaman da size kaçamak yanıt vermez. En azından röportajlarda ya da bilgiyi almak istiyorsanız, bilgi, demeç almak istiyorsanız demeç, haber değeri daha fazla cümleleri oradan çok rahat bir şekilde alabilirsiniz. Bunun ötesinde de sabretmeleri lazım. Çünkü Türkiye çok dinamik bir ülke. Üç beş yıldaki yaşananlara bakıp da Türkiye'nin gelecekteki elli yılını kestirmeye çalışmasınlar.

 

 

Peki bir yazınızda Kennedy'nin yaptığı bir açıklama var. Saldırı eğer haber yapılmış olsaydı biz bunu fark edebilirdik ve bu kadarı yaşanmazdı diye. Bu kısımda bakılması gereken şey, o haber geldiğinde yayınlamak mı? Yoksa doğruluğunu teyitten sonra yayınlamak mı?

 

 

Burada gazeteciliğin gereği yerine getirilmemiştir, bizzat Kennedy’nin kendisi aranmış, zaten bundan dolayı haberdar oluyor. Kennedy’ye ulaşamamış olsalar bile bu haberi bir kulis bilgisi olarak veya bir duyum olarak dillendirip, ‘’Teyit etmek için Kennedy'yi aradık ama telefonumuza çıkmadı.’’ notuyla verilebilirlerdi. O haberi vermeniz, okuyucuya da bir saygıdır. Çünkü okuyucuya mutlak bir bilgi olarak değil altına düşülmüş bir tereddüt notuyla paylaşıyorsunuz. Altına düşen not ile yani mutlak bir bilgi değil, teyit edilmiş bilgi değil ama adamı aradık, gazeteciliğimizi de yerine getirdik, denilebilirdi. O haber Amerikan medyasında kesinlikle yayınlanırdı. Ebu Gureyb cezaevinde Amerikan Devleti'nin yaptıklarını, Amerikan medyası ortaya çıkardı. Yani Amerikan medyasının Amerikan devletini denetlemek gibi bir görevi var ve bunu yerine getirir. Amerika'da yerel medya da çok güçlüdür. Örnek vereyim, Amazon'un sahibi aynı zamanda The Washington Post’unda sahibidir. Amazon bir müşterisine ürün olarak bir şey gönderiyor. Adam paketi açıyor içinden, idrar çıkıyor. Bunun haberini ilk The Washinghton Post yaptı ve sonuna kadar bu haberi takip etti, haberi yapıp bir kenara çekilmedi yani. Bu haberleri yaparken de kafalarda karışıklık olmasın diye, benim patronumla Amazon’un patronu aynı kişi diye not bile düştü. Çünkü gazetecilik ayrı, perakendecilik ayrı. Gazetecinin denetlemek gibi bir görevi var. Kenndy’nin bu durumda itiraz ettiği şey de bu zaten. Yani sen denetleme görevini bir güç karşısında bir köşeye bırakıyorsan zaten sen gazetecilik yapamazsın. Muhtelif nedenlerle bu gazeteciliğini herkes durdurabilir. İşte Amerikan Başkanı da durdurabilir, reklam veren de durdurabilir, oradaki borsanın başkanı da durdurabilir, mafyada durur, herkes durdurabilir. Ona vurgu yapıyordu, güzel bir eleştiriydi bence.

Konuğumuz: Sedat BOZKURT

Verdiğiniz derslerde size en çok şaşırtan neydi?

 

 

Ders verdiğim zaman dönemlerde televizyon ve internet bu kadar yaygın değildi. Ben de ders anlatmaktan daha ziyade uygulamalı olması için bütün gazeteleri götürüyordum sınıfa. Gazetelerin hepsinin birinci sayfasını açıyorduk ve bakıyorduk; hangi haber hangisinde var, hangi haberi hangisi vermiş? Buradan yola çıkarak o yayın organlarının dünyaya bakışlarını, politik kimliklerini karşılaştırıyorduk ama mutlaka bir haber hepsinde yer alıyordu. Bunları konuşuyorduk derste, ben de orada öğreniyordum. Yedi yıla yakın ders verdim, derslerimde beni şaşırtan şu oluyordu: Her sene liseden gelen yeni öğrenciler ile üniversitenin dördüncü sınıfına gelmiş öğrencileri kıyaslayınca bir tık düzey düşüklüğü görüyordum. Bunu nereden anlıyordum? Dersler de ben öğretmen değildim. Hani o insanlarla bir öğretmen- öğrenci ilişkisi kurmam, kurmak da istemem çünkü öğretmenlik başka bir meslek. Öğretmenlerin alanına da girmek istemem, saygı duyarım. Ben gazeteciyim, birazcık da ilgileniyorum bu işlerle ve bunları aktarıyorum. Notu ben öğretmenleri gibi eğitimleri için bir araç olarak kullanmadım. O yüzden derste ‘’Hepinize notum yetmiş beş bunun üstüne çıkmak sizin elinizde. Hatta benden dedim yüz de alabilirsin.’’ dedim ama hepsi itiraz etti, çan eğrisi varmış, dört doksanın üstüne çıktığınız zaman bir sıkıntı oluyormuş. ‘’Tamam, yetmiş beşle doksan arası’’ dedim. Vize notu olarak eleştiri yazmalarını istiyordum. ‘’Bir medya eleştirisi olabilir, program eleştirisi olabilir, televizyon kanalındaki bir program olabilir, gazete eleştirisi olabilir, bir medya olayı olur, toptan bir medya eleştirisi olabilir. Yarım sayfa da olabilir, yüz sayfa da olabilir. Ben okurum.’’ diyordum. Verdiğim bu ödev üzerinden vize notlarını veriyordum. İyi şeyler geliyordu, yani popüler kültür orada da çok etkiliydi, sanırım bir moda programını çoğu izliyordu. Hemen hemen her kanalda da vardı bu tarz programlar. O programları eleştiren ödevler çok geliyordu ama araya çok önemli, farklı bakış açısıyla yazılmış ödevler de geliyor. Yani kendi sınırlarını zorlayan çocukların da varlığını hissediyordum. Final notunu Chuck Palahniuk’in ‘’Gösteri Peygamberi’’ isimli kitabından veriyordum. ‘’Bu kitabı okuyacaksınız ve bu kitap size ne anlatıyor onu anlatacaksın bana. Özet istemiyorum. Kitabın ana fikrini istemiyorum. Bu kitap ne anlatıyorsa onu anlatacaksınız.’’ diyordum. Çok güzel yanıtlar geldi. Bu ödevime gelen yanıtlar çok şaşırttı beni birkaç tane öğrenci dışında, kitap okuma alışkanlığı olmayan bir kitleydi öğrencilerim. Kitabı okumayı tamamen reddedeceklerini falan sanıyorum. Büyük bir oranı özellikle Chuck Palahniuk ile tanıştırdığım için teşekkür etti ödevlerinde. ‘’Kitap ödevini tek satırla da anlatabilirsiniz on sayfayla da’’ demiştim. Bir öğrencim ‘’Bu kitapla ilgili söyleyeceğim tek şey, beni Chuck Palahniuk ile tanıştırdığınız için size teşekkür ederim.’’ yazdı. İşte benim istediğim tam da buydu. Çünkü Chuck Palahniuk’i bir yazar olarak özellikle insanların tanımasını istemiyorum. Hani hayran olduğum bir yazar da değil. Ama ‘’Gösteri Peygamberi’’nde çok sıkı bir medya eleştirisi var. O çok keskin diliyle hatta kesici diliyle eleştiriyor medyayı. Diliyle ters düz ediyor dünyayı, kitapta da ters düz ediyor zaten sayfa sayısından tut da içeriğine kadar. Bu nedenle onu seçmiştim. Amacım kafalarındaki medya şablonu neyse onu dağıtmaktı, bunun içinde en iyi bomba bu kitaptı, ben de pimini çekip attım. Şunu görmek de beni etkiledi mesela üniversite dördüncü sınıfa gelmiş çocuğa dokunduğunuz zaman o çocuk olumlu anlamda farklılaşabiliyor. Muhtemelen bizim hayatımızda vardır bu durum. Örneğin ben din derslerinden hep muaftım ama benim eğitimimi sağlayan adam bir din dersi öğretmeniydi.

 

 

Peki yeni basın denebilecek durumda olan sosyal medya hakkında neler düşünüyorsunuz?

 

 

Yurttaş Gazeteciliği dersi verdim. Orada da sosyal mecralarda bir hesabım da yoktu. İlker Karagöz bana tweet açtı, beş altı ay sonra bana devretti. Çocuklara söylüyordum bunu. ‘’Ya hocam olur mu?’’ diyorlardı, onları da ben soruyordum: ‘’Var mı Instagram'ımız, Twitter'ınız, Facebook'unuz?’’ diye, onlarda ‘’Var hocam tabii ki’’ cevabını alıyordum. ‘’Ne işinize yarıyor? Hayatınızda neyi kolaylaştırıyor? Oradan aldığınız bilgiler sizin hayatınızda neyi kolaylaştırıyor? Ne işinize yaradı bugüne kadar oradan aldığınız bilgiler? Belki otobüs geç geldi onu öğrendiniz, onun ötesinde bir anlık öğrenim bu. Yani iki saat sonra öğreneceğiniz bir bilgiyi iki saat önce öğrenmeniz sizin hayatınızda neyi kolaylaştırır?’’ derdim. Bence, tam tersi oraya bağımlı bir hale gelindi. Şimdi ben bakıyorum herkes navigasyon kullanıyor. Yani navigasyonda bir sistem bozulsa hiç kimse aradığı adresi bulamayacak. Unuttukları için kimse de soramayacaklar, sordukları adam da şüphelenecek yani bu devirde adama adres mi sorulur diye. Bu teknolojik gelişmeler ile ilgili soruya cevap olarak on beş sene önce bir radyo programına katılmıştım, orada söylemiştim, burada da tekrarlayayım. ‘’Atom çekirdeğinin parçalanmasından sonra teknolojik gelişmelerin insanlık yararının olup olmadığı konusunda çok büyük şüphelerim var.’’ Bu gelişmeler insanın hayatını kolaylaştırıyor kabul ediyorum ama bence insanın hayatı bu denli kolaylaşmamalı. Yani eve gelmeden telefonum ile komut vereyim; kombiyi açsın, buzdolabını çalıştırsın, yemeğimi pişirsin, çayımı yapsın. İnsanın hayatı böyle olmamalı. Bilim kurku filmlerinde insanların hayatında robotlar olduğunu var sayıyoruz, bence insanın robot yapmasına ihtiyacı yok. İnsan kendisini bu sayede robot yapıyor. Senin bir dahilin yok hayatında. Yani o telefonda o komutu verebilecek bir program da icat edebilirsin. O nedenle bu teknolojik gelişmeleri hep ABS'li yaklaşmak istemişimdir. O klasik geleneksel medya, gazetecilik bitiyor, yeni bir şeyler geliyor falan hikayeleri tamam doğru, istikamet o yönde ama birazcık ağır gitmek lazım, ABS'li gitmek lazım, ben bunu tarihsel veriye dayanarak söylüyorum. Galiba bin sekiz yüz yirmi altıda falan Amerika'da müthiş bir tartışma var; ‘’Teknoloji gelişti, gazetecilik başka bir mecraya kaydı artık geleneksel gazetecilikten söz etmek mümkün değil!’’ tartışmanın başlığı bu. Bu tartışmanın nedeni de telgrafın bulunması. Telgraf bulundu, gazetecilik teknolojik açıdan tartışıldı. Telefon bulundu, gazetecilik teknolojik açısından tartışıldı. Radyo bulundu, gazetecilik teknolojik açıdan tartışıldı. Televizyon bulundu, gazetecilik teknolojik açıdan tartışıldı. İnternet bulundu, gazetecilik teknolojik açıdan tartışıldı. İnternetin muhtelif versiyonları işte sosyal mecralar ortaya çıktı, gazetecilik tekniği açısından tartışılıyor. Mecralar değişse de gazetecilik aynıdır. Bunu gazeteciliğin ilkeleri ve değerleri itibariyle söylüyorum. Bunu koydum bir köşeye, çünkü insanlar internetten güvenilir haber almak istiyorlarsa basılı gazete çıkaran gazetelerin sitelerine müracaat ediyorlar ya da sadece habercilik yapan ve bunun için eleman barındıran sitelere bakılıyorlar. Sosyal mecralardaki kısmı bilgidir, bilgi ile haber arasındaki farkı görmek lazım. Sonuçta haber de bir bilgidir ama o bilgiyi haber niteliği kılan birtakım özellikleri vardır. Bir bilginin haber niteliğinde olması için en basit şekilde bilgilendirmesi, yeni olması ve profesyonel insanlar tarafından yapılan bir denetim mekanizmasından yani yazı işlerinden geçerek kamuoyuna sunulması lazım. O nedenle hani teknolojik gelişmelere baktığımızda evet oraya doğru gidiyor bu iş. İki binli yılları anlatan bin dokuz yüzlerde çekilmiş filmlere baktığımız zaman şimdi insanların işlerini uçarak gidip gelmeleri lazımdı. Olacak mı olacak ama yavaş olacak. Bir de şuna bakmak lazım, Japonya’da herkesin evinde bir bilgisayar var, yani teknolojinin geliştiği yer. Japonya’da kişi başı bir buçuk gazete düşüyor hala, gazete tirajlarında bir azalma yok. Japonya’da doksan milyona yakın toplam tirajı olan gazeteler mevcut yani cebindeki bilgisayara rağmen gazeteyi bırakmıyor insanlar. Klasik gazete tirajlarındaki dramatik düşüşler İngiltere'de ve Amerika'da yaşandı. Hatta bazı dergiler internet ortamına taşındı ama hala ısrarla basılı gazete hayatını sürdürüyor ve insanlar hala basılı gazeteler üzerinden haberdar olmak istiyorlar. Bu bir alışkanlık tabii ki. Bir de iletişimciler gazeteyi kuramsal olarak tarif ederken; sıcak kitle iletişim aracı olarak tarif ederler. Çünkü gidiyorsun bayiye alıyorsun, elinde tutuyorsun, onunla aranda bir bağ kuruyorsun. O kurduğun bağın nedenini ise oradaki haberlerin seni daha çok etkiliyor olması, masanın üstünde bulunduğun bir gazeteden daha fazla etkiliyor seni satın aldığın gazete.

 

 

Sarı gazetecilik veya günümüzdeki adıyla asparagas habercilik diye yapılan bir gazetecilik var. Bu sarı gazeteciliğin ne kadarı sizce meşru ya da meşru olan bir yanı var mı?

 

 

Asparagas haber diye bir haber tekniği var. Tabii ki normal habercilik içinde asparagas haberciliği değerlendiremeyiz ve tabii ki bu tip habercilik gazetecilik değildir. Asparagas haberciliği eğlence amacı taşıyan basın olarak değerlendirebiliriz. Bunun adını koyarak ilerlemek lazım. Dünyada sarı gazeteciliğin örnekleri var. Bunun en kalın örneği Amerika'daki Fox, New York’a Papa gelecek diye bir haber yapıldı, ben oradaydım o zaman. New York sokaklarında üstü açık arabayla Papa’nın mankeniyle dolaştılar. Bunu bir de FOX News yaptı. Bunu yapabilirsin ama şunu bilmesi lazım herkesin, bu kanalın işi gücü asparagas haberdir, eğlenmek için kanal izlenmelidir. Aynı Twitter'da var olan Zaytung hesabı gibi. Gazetelerde de bu durumlar var. Örneğin ‘’Tan’’ gazetesini alan kişi hiçbir zaman haber almak için almıyordu. Fotoğraf ya da o fotoğrafın altında üretilmiş haberle eğlenmek için alıyordu, biliyordu çünkü bu gazetenin amacını. Alınan bir gazetenin yanında ikinci bir gazete olarak alındı Tan gazetesi, daha çok keyifli zaman geçirmek için kullanılırdı.

Konuğumuz: Sedat BOZKURT

Medya ve toplumsal temsille yurttaş gazeteciliği dersinizde aslında ana öğretmek istediğiniz şey neydi?

 

 

Şöyle bir durum var, ben de bu dersleri nasıl vereceğimi bilmiyordum. Tabii ki öğrendim ama öğrenmek de kolay bir iş değil, bununla ilgili kurumsal kitaplar okuduğunuz zaman biraz bilgileniyorsunuz ama bilgileri nasıl aktaracağınız konusunda sıkıntılarınız oluyor. Yani medyadaki toplumsal temsil örneği; medya kadının temsilini, çocuğun temsilini, farklı cinsel eğilimin temsilini nasıl veriliyor? Ben derse gitmeden bir hafta önce haber kesmeye başlıyordum. Derste o haberler üzerine konuşuyorduk. Örneğin ‘’Trans kadını, adam öldürdü!’’ gibi bir haber başlığındaki ‘’Trans kadın’’ vurgusu öyle bir dille haberleştiriliyor ki sıradan insan okuduğu zaman bu haberi; nedenine, gerekçesine bakmadan o cinayette birazcık masumiyet olduğunu düşünüyordu. Çünkü trans kadın haberi yazana göre de okuyana göre de muhtemelen aynı niyetle anlaşıldığı için seçilen kelimelerle de okuyucuları aynı niyet yönüne sevk ediyor, trans kadın zaten doğru bir şey değil algısını yaratmaya çalışıyor. Anlatabildim mi? Hani böyle çok katı dinci refleksliyle katli vaciptir demiyor ama arızalı bir durum diye gösteriyor. ‘’Pazardan alışveriş yapmasına kızdığı için Necla'yı öldürdü’’ dese, bu spot bile farklı tepki alır örneğin; vay katil dedirten bir durum olur. ‘’Birlikte olduğu trans kadını öldürdü.’’ dediği zaman buna vay katil demiyor bir anda önce bir nefes alıyor. Çünkü niye? İşte bu toplumsal temsil de farklı cinsel eğilimlerin dezavantajları da olabilir, örneğin: Engelli bir bireyse, işlediği suçu verdiğiniz zaman engelli olması o suçu hemen daha masum gösterebiliyor oysaki suç suçtur. Toplumsal haberler üzerinden medyayı ya da toplumsal temsili bu anlamda özel örnekler üzerinden teker teker doğrusuyla yanlışıyla konuştuk. O zaman Hrant Dink Vakfı'nın nefret söylemi diye bir internet sitesi vardı. O siteden de raporları alıyordum, nefret söylemi sitesi bu anlamda güzel bir siteydi. Özellikle bu kendisini çok fazla milliyetçi ve çok fazla İslamcı olarak tarif eden yayın organları o dili çok fazla kullanıyorlardı. Yani Ermeni, Rum, Yahudi, Hristiyan bunların hepsi negatif işaretli oluyordu. Bilinçli olarak bunların negatif algılanmasına yönelik kullanım yapıyorlardı hatta haberi bunun üzerine kurguluyordu. Özne çok önemli değil öznenin önündeki sıfat çok önemli, o sıfatı koyduğu zaman zaten kendi okur kitlesine söylemek istediği her şeyi çok rahat aktarıyordu, bu kullanımı araçsallaştırmıştı artık yani o bilinci oluşturmuştu. Karşı taraf formatı olduğu için, maker gibiydi. Yahudi'yi gördüğü zaman tamam bu haksız veya Ermeni'yi gördüğü zaman tamam bu haksız ya da işte eşcinselliği gördüğü zaman bu haksız moduna giriyordu. Bu vurgu toplumsal yapıyı üretmesi dışında bu yapıya zarar da verir.

 

 

Z kuşağı nasıl değerlendiriyorsunuz ve sizce yeni nesil ile medya arasında nasıl bir bağ var?

 

 

Aslında durum o kadar vahim ki Z kuşağı şahane diyoruz. Ne kadar şahane olduğu tartışılır. Şahaneliği şuradan geliyor, eskiden annemiz babamız her şeyle kandırırdı bizi. Geceleyin tırnak kesme, geceleyin sakız çiğneme işte ölünün etlerini çiğnersin. İşte geceleyin top oynama, şeytana bilmem ne yapıyorsun. Şimdiki çocukları inandıramazsınız böyle şeyleri. Çünkü hepsinin elinde senin söylediğini doğrayabilecekleri bir akıllı telefon var. Bir de şu var, eskiden evin haber kaynağı babaydı. Sabahleyin işe giderdi orada gazete okurdu, radyo dinlerdi bilgi sahibi olup eve gelirdi ve o bilgileri aktarırdı. Şimdi çocuklar haber veriyor size. Doğru ya da yanlış, çocuklar anlık bilgi ne geliyorsa onu söylüyorlar. Hatta çoğu aile, ben de dahil olmak üzere bilgisayarda yapılacak pek çok işi çocuklarımıza yaptırıyoruz çünkü onlar bu konuda daha yetenekli. Z kuşağı kolay kolay kandırılacak bir kuşak değil. Ben o taraflarını iyi görüyorum ama bütün hayatları akıllı telefonlarının içine sıkıştığı için, onun bir parçası haline geldiler ve bunu olumsuz görüyorum, geri kalan kısımları bence olumlu. Yani araştırma yapmaları, incelemelerde bulunmaları, kısa kısa da olsa okumaları iyi ama büyük romanlar okumuyorlar, klasikleri okumuyorlar. Okuyanları illaki vardır ama bence Z kuşağının çok az bir kitlesidir. Okumayanların hayatın bir duygusunu ıskaladıkları kanısındayım. Kitap satışı oluyor hatta bakıyorum çok sayıda genç insan aldığı kitabı kitapçıda okumaya başlıyor. Böyle bir kitle de var, ben onların biraz daha ön plana çıkarılması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü her kitap insanlara, kendisinin yaşayamayacağı bir hayatı farklı bir tanıklıkta anlattığı için müthiş bir dünya perspektifi sunar. Biz öyle olduk yani, muhtemelen sende de vardır. Okuduğumuz bir iki kitap bize, kendimizi keşfetmemize ve ne olduğumuzu tanımamıza yardımcı oldu. Nasıl bir dünya tahayyül ediyoruz ya da nasıl bir dünya tahayyül etmeliyiz meselesini bu kitaplarda yazarlar, cümleleriyle anlattılar bizlere. Günlük yaşamın genel kabulleri ve popüler kültür dediğimiz durumlar burada bu hale gelmiş vaziyette. Yani eskiden popüler kültür şöyle bir şeydi; insanlar dizi izliyorlardı, bir araya geliyorlardı ve hepsi diziden konuşuyordu. O grubun içince bir kişi hariç hepsi diziyi köküne kadar izlemiş oluyordu. İzlemeyen kendini orada yabancı hissediyordu, ezik hissediyordu, eksik hissediyordu. Popüler kültürün etkisi böyleydi önceden. Şimdi bunun yerini kaç tane tweet'in var, kaç takipçin var gibi şeyler senin toplumsal kabulünü kolaylaştırıcı unsur haline geldiler.

 

 

Sizce medya nasıl olmalı?

 

 

Bir memlekette çürüme başladığı zaman her yere sirayet eder. Medyayı tek başına düzeltemezsiniz. Yani siyasetinizi, devletinizin kurumlarını, eğitiminizi, ekonominizi toptan düzenleyeceksiniz. Ancak bunların hepsini düzenlediğiniz zaman ideal bir medya oluşturabilirsiniz. Daha dünyada yok ama ideale yakınları var işte; Kuzey Amerika, Kuzey Avrupa, Avrupa'nın büyük bir hatta Yunanistan, İspanya, İtalya'yı falan da buna katıyorum. Oralarda biraz daha sıkıntılı bu işler, Türkiye’de de böyle ama Türkiye'de medya halktan taraftır yani tarafsız değildir ve gazeteci de politiktir. Bazen ben de dahil olmak üzere gazetecilere soruyorlar ‘’Sen politika mı yapıyorsun?’’ diye ama gazeteci politika yapar. Gazeteci haber de haberin unsurlarında ve haberin taraflarında tarafsızdır. Halkın ve kamunun yararı olan her şeyi haberleştirip sunar gazeteci. Gazetecinin burada devlet güvenliği ve Milli güvenlik kaygısı olmaz, tek kaygısı genel sağlık ve insanların hayat haklarıdır. Gazetecilik ender meslek ilkeleri ve değerleri olan mesleklerden bir tanesidir. Tıka basa dolu bir sinema salonunda yangın var diye bağıramazsınız. Sizi burada bir şey engeller. Bu engel de evrensel daha önce test edilmiş ve deneyimler nedeniyle ortaya çıkmış ilkeler, değerlerdir. Örneğin DSİ Genel Müdürlüğü ülkedeki gidişi düzenleyemez, medya düzenler. Nasıl düzenler? Söylediğim gibi halktan yana tavır alıp, güven ilişkisi kurar, doğruyu gösterir ve halkın o doğruya yönelmesini sağlar. Bu politik bir tercihse politik bir tercihtir ya da meslek örgütleriyle örgütlenerek bir şeyi elde etmekse- daha lokal olabilir- onu sağlar, doğruyu gösterir. Doğru konusunda insanları ikna eder. Çünkü güvene dayalı bir ilişki kurmuştur onlarla ve böylece toplumsal yapı bir doğrunun peşinde gider ve o ülkede yanlış yapamazsınız. Çünkü artık o insanların tamamı kendilerine doğruyu gösterecek bir medyaya sahiptir ve o insanlar doğruyu ayırt edebilecek bir bilinç düzeyine sahip hale gelmişlerdir. Medyayı da orada tek başına bir güdüleyici olarak da görmemek lazım. Örgütlü toplumlarda zaten basın özgürlüğü olur. Demokrasilerde basın özgürlüğü olur. Güçler ayrılığı olan rejimler de basın özgürlüğü olur. Çünkü az önce de belirttiğim gibi, medyanın denetleme faaliyetinin yapılabilmesi için dördüncü güç olabilmesi için o ülkede üç tane birbirinden ayrı, asgari demokrasinin işlediği bir güçler ayrılığının olması lazım. Olmaz ise zaten medya dördüncü güç olmaz. Gazetecinin amacı kendisini dördüncü güç olarak var edecek demokrasinin inşa edilmesini sağlamaktır. Hatta sadece inşa edilmesini sağlamak değil, bunu kurmak, muhafaza etmek ve kaybetmemektir medyanın görevi. Bunların hepsi politiktir, bunları yapacaksın sen çünkü bunları yapamazsan gazetecilik yapamazsın.

 

 

Belli toplum kesimleri belli habercileri, başka toplum kesimleri başka habercileri, gazeteci olarak kabul ediyor. Peki bunun bir orta noktası yok mu? Görüşlere karışmadan sadece haberleri verecek bir gazetecilik mümkün mü?

 

 

Tabii ki mümkün, daha önce yapıldı bunlar. Örneğin, seksen öncesinde Tercüman gazetesi diye bir gazete vardı. Bu gazete şöyle etkiliydi: Pehlivan Tefrikası yayınlardı, öyle heyecanlı bir tefrika yayınlardı ki; insanlar gazeteyi getirecek kamyonu yollarda karşılarlardı ama Tercüman gazetesini sadece tefrikadan dolayı almazlardı. Tercüman gazetesi de politik olarak kendini bir yere konumlandırırdı ama haber verirdi. Cumhuriyet gazetesi de politik olarak kendini bir yere konumlandırdı ama haber verirdi. Bu iki gazeteyi okuyanlar da o dönem o ülkede neler olduğuna ilişkin bütün haberlere sahip oluyorlardı. Haberi saklamazlardı bu iki gazete, kendilerini politik olarak konumlandırdıkları yere farklı bir detayı büyüterek verirlerdi ya da sunarken kendi politik kimliklerine uygun sunarlardı ama kesinlikle haberi verilerdi, vermemezlik yapmazlardı. Gazeteciliğin kriteri bu, haberse ve veriyorsan sen gazetecisindir, vermiyorsan gazeteci falan olamazsın. Baktığın zaman asparagası bile aşan bir propaganda haline gelmiş bir medyadan söz ediyoruz. Asıl sıkıştırılması gereken yer burası. Burada daha çok eleştirecek şey var. Senin arkandaki sermaye ve o sermayenin bağlantılarıyla ilgili bir haber geldiği zaman veriyor musun bunu? Vermiyorsan gazeteci değilsin. Bu ülke de Uğur Dündar gibi bir figür vardı ve kuş gribinin olduğu dönemde kimse tavuk yemiyordu. Tavukçuların hepsi iflas edecekti neredeyse, bu konuda Sağlık Bakanlığı devreye girdi ve Uğur Dündar'ın yer aldığı spot bir film çektirdiler. Bu spot film sayesinde insanlar tavuk yemeye başladılar. Bakın herhangi bir siyasetçi değil, akademisyen değil bir gazeteci; en güvenilir unsur olarak tercih edildi ve sonuç alındı. Yani bu olay, gazetecinin güvene dayalı kurduğu ilişkiyle toplumsal hayatı değiştirebildiğine çok iyi bir örnektir; bu güven ilişkisi ile gazeteci toplumu değiştirebiliyor ve yönlendirebiliyor demektir. Avrupa’da da bu durum böyle, bu aslında tüketici bilinciyle ilgili. Örneğin bir telefon satın aldığımız zaman hasarlı veya ayıplı çıktığını düşünelim. Bu durum da olayın peşinde koşuyorsan, dış tüketici olarak harekete geçersin ve dersin ki ‘’Arızalı bu mal, bu malı alın ve bunun yenisini verin ya da tamir ettirin.’’, gazetecilikte bunu yapan yok. Burada bahsettiğimiz bilinçli haber tüketicisi de maalesef yok.

Yorumlar

  • Çok keyifli okudum emeğinize sağlık👍

  • Değerli Gazetecimizin paylaştığı çok kıymetli anıları ve görüşleri için teşekkür ediyorum. Kendisini bu vesileyle daha yakından tanıma fırsatım oldu.

  • Bu değerli röportaj için çok teşekkür ederiz.

  • Paylaştığı değerli bilgileri ve görüşleri için Sedat Bey'e teşekkürler. Keyifle okuduğum

  • Bu değerli röportaj için sayın Sedat Bozkurt'a çok çok teşekkür ederiz. İlgiyle takip ediyoruz...

  • Sohbetinizi, anılarınızı, görüşlerinizi, yorumlarınızı ve önerilerinizi hiç sıkılmadan okudum. Bu ayrıntılı güzel sohbet için teşekkür ederim.

Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız

Editörün Son İçerikleri

Greenland ve Yanlış İsimlendirme

Greenland ve Yanlış İsimlendirme

C-12 Elementi ve Fred HOYLE

C-12 Elementi ve Fred HOYLE

Sir Fred HOYLE ve Elementler

Sir Fred HOYLE ve Elementler

Sir Fred HOYLE ve Eğitimi

Sir Fred HOYLE ve Eğitimi

Editörlerin Son İçerikleri

kaptanfilozof06

Çok İhtimal

probiyotik

Greenland ve Yanlış İsimlendirme

bubble30
Nielawore

Bizden haberdar olmak için mail listemize kayıt olun