Ortaçağ hukuk tarihinde cellâdın ismi, 1276'da ilk kez Augsburg'un şehir kanunlarında yer aldı. Ve hemen o eski Roma dönemindeki gibi, "dikkat edilmesi gereken", "onursuz, haysiyetsiz adam" durumuna geri döndü. Cezaları yerine getirmek, hiçbir onurlu vatandaşın üzerine almak istemediği tüm işleri tamamlamaktı. Cellât; suçluları prangaya vurur, fahişeleri gözaltında tutar, lağımların temizliğinden sorumlu olur, hayvan leşlerini götürüp gömer ve daha başka bir yığın iş yapardı. Hayvan leşleri ile ilgili işinden dolayı da kendisine, "Deri yüzen" denildiği de olurdu. Cellâdın yaptığı işlere bakıldığında, bu kişinin bir Ortaçağ kentinde onursuz insanlar sınıfına girmesine hiç de şaşırmamak gerekiyor. Tıpkı, günümüzde Hindistan'da hiçbir "kast"a ait olmayan "parya"lar gibi, o tarihlerde cellât olmak da günlük hayatın içinde onursuz olmak; medeni haklardan yoksun kalmak ve toplumdan dışlanmak anlamına geliyordu. Bu haysiyetsiz, onursuz insanlar arasında, memleket memleket dolaşan hokkabazlar, Yahudiler, inançları farklı yabancılar da vardı... Ancak, işin enteresan tarafı, bu onursuzlar sınıfına ebelerin, banyocuların, değirmencilerin, çobanların, keten dokumacılarının ve çömlekçilerin de girmesiydi. Hiçbir nedene bağlı olmaksızın bu insanlar da medeni haklardan yoksundular.
Yine de, tüm bu gruptan sayılan insanlar arasında en çok dikkat çekeni cellâttı. O, şehir surlarında berbat bir kulübede oturur, tuhaf kıyafetler giyer ve tıpkı eski Roma'da olduğu gibi insanları kendine karşı uyarırdı. Kilisedeki yeri, en dipte ve diğer insanlardan uzaklaydı. Rahibin sık sık kendisini cemaate almayı reddetmesine de alışıktı. Bir hana gittiğinde, herhangi bir kişi varlığına itiraz ederse, cellâda sadece utanmak düşerdi. Eğer, hiç kimseden bir itiraz gelmezse, diğerlerinden uzak bir köşeye tek başına çekilir; yine sadece kendi kullandığı ve başka kimsenin içmediği bira kupasıyla otururdu. Para ödeyeceği zaman, meyhaneci de, tüccar da, önce paranın üzerine üç kez istavroz çıkarır ve parayı ondan sonra alırdı. Cellât, karısının doğum sancıları tuttuğunda, doğumu yaptırmak için evine koşup gelecek bir ebe bulamazdı. Ebeler de kendileri gibi onursuz insanlar sınıfına girmesine rağmen.
Onun ölüsünü mezarlığa taşımak için kimse bulunmazdı. Dul karısı ümitsizce koşuşturur, kocasının tabutunu taşıtmak için ayaktakımından adamlar bulmaya çalışırdı. Cellât çocuklarına da babalarına olduğu gibi davranılırdı. Yapacak başka bir iş bulamayan oğulları da, onun gibi cellât olmak zorundaydılar. Cellâdın kız çocukları da kendisini kabul edecek, "onurlu bir erkek" bulamadığından, ancak bir cellât ailesine gelin gidebilirdi. İşte, bu nedenle, aynı vazifeyi yapan çeşitli nesiller boyu Avrupa'da düzinelerle "cellât hanedanı" oluştu... Bu "onursuz hanedanlık'' nedeniyle toplum dışına itilmişlik de nesilden nesile geçiyordu.
Cellâdın çocuklarının sadece cellât ailelerinden birine mensup eş seçmesi zorunluluğu nedeniyle, cellat aileleri kısa sürede birbirleriyle hısım, akraba olmaya başladılar. Tıpkı, ülkeyi yöneten hanedanlar gibi... Örneğin; Güney Almanya ile Alsace cellât aileleri arasında, hayli sıkı bir akrabalık bağı vardı. İsviçre'de Grosholz ve Vollmar ailelerinin üyeleri de nesiller boyunca akraba oldular. Bu İsviçreli aileler tüm diğer Fransız cellât hanedanlarıyla da akrabaydı. Bu ailelerin birliktelikleri, 1930'lu yıllara kadar sürmüştü.
Yorumlar
Acıklı bir hayat aslında
Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız