Kasım 24, 2024

Andersen Masalları (ALTIN HAZNESİ)

Trampetçinin karısı kiliseye gitmiş, tablolarla, oyma
tahtadan melek resimleriyle süslü yeni mihrabı seyrediyordu.
Başlarının etrafı hale ile çevrili, yağlı boya resimler kadar
tahtadan oyma olup da üstleri yaldızlı, boyalı olanlar da
güzeldi. Hepsi güzeldi gördüklerinin. Saçlar altın gibi, gün
ışığı gibi parıldıyor. Muhteşem bir manzara meydana
getiriyor. Ama Tanrının gün ışığı daha güzeldi. Gün batarken
karanlık ağaçların arasından daha aydınlık, daha kırmızı, daha
çok altın gibi ışık saçıyordu. Tanrının yüzüne bakmak ne
harikulade şey, kadın da kor gibi yanan güneşe bakıyor, ruhu
derin düşüncelerle heyecanlanıyordu. Leyleğin yakında ona
getireceği küçüğü düşünüyordu şimdi, bunu düşünürken de
fevkalâde seviniyor, etrafını seyrediyor, uzun uzun gördüğü
şeylere bakıyor; çocuğunun, önünde açılıp yayılan bu
parıltılardan bir şeyler almasını, hiç olmazsa mihraptaki
tabloda görülen meleklerden birine benzemesini arzuluyordu.
Şimdi gerçekten küçüğünü kollarına alıp da onu babaya
doğru tutunca, kilisedeki meleklerden birini görüyormuş gibi
geldi ona. Saçları altın sarısıydı. Batan güneşin parıltısı da
altın ışıklarla üstüne dökülmüştü. "Altın haznem benim, her
şeyim, gün ışığım!" diye, bağırdı anne, çocuğun parlak saç
büklümlerini öptü. Trampetçinin odasında musikiye, şarkıya
benzeyen bir yankılanış, odada neşe, hayat, hareket hüküm
sürüyordu. Trampetçi bir çark yapıp döndü, sevincinden
döndü. Trampete başladı: "Kırmızı saçlı oğlanın saçları
kırmızı. Annenin dediğine değil trampetinin derisine inan sen!
trum, trumlum, trum!"
Trampete nasıl konuşuyorsa şehir de öyle konuşuyordu.


***


Oğlanı kiliseye getirdiler. Vaftiz edildi. Adına hiçbir özür
bulunamaz: Peter adını koydular çocuğa. Ama annesi onu
saçlarından öpüyor, "Benim altın haznem" diyor.
Çukur yolun kıyısındaki duvara kimileri hatıra diye onun
adını kazıdı.
"Şöhret" diyordu Trampetçi "Şöhret her zaman iyi bir
şeydir." Onun için oraya kendi adını oğlunun adıyla birlikte
kazıyordu.
Kırlangıçlar da geldiler. Uzun yolculukları sırasında
Hindistan’daki kayalar, tapınak duvarları üstünde daha
dayanıklı yazıların kazılmış olduğunu görmüşlerdi. Kudretli
padişahların yaptığı büyük işler, ölümsüz adlar yazılıydı
bunlarda. O kadar da eskiydiler ki kimse okuyamıyor, bu
adları söyleyemiyordu.
"Anılmaya değer! şöhret bu!"
Yer kırlangıçları yuvalarını çukur yolda kuruyorlar, kerpiç
duvarların içine delikler açıyorlardı. Yağmurlarla rüzgâr
duvardaki adları siliyor, yıkıyor. Trampetçiyle küçük oğlunun
adları da siliniyor.
"Ama Peter'in adı bir buçuk yıl kaldı gene de" diyordu
babası.
Trampete, deli olmuş diye düşünüyordu kendi kendine,
ama yalnız trum, trum, trumlum demekle yetiniyordu.
Neşeyle, canla dolu bir oğlandı trampetçinin kırmızı saçlı
oğlu, sesi güzeldi, şarkı söylemek gelirdi elinden, ormandaki
kuşlar gibi şarkı söylerdi de. Melodiydi söylediği, ama gene
de melodi değildi.
"Çocuk korosuna girmesi lâzım, diyordu annesi, kilisede
teganni etmeli,, o, güzel; yaldızlı melekler arasına katılmalı.
O kadar benzediği melekler arasına girmeli!"
Şehirdeki soytarılar "Azgın kedi" diyorlardı onun için,
trampeti asıl komşu kadınları da duyuyor.
Sokak çocukları ise ona: "Eve gitme Peter, diye
bağırıyorlardı, çatı arasındaki odada yatarsan, üstündeki katta
yangın çıkar, trampet de gider elden."
"Trampet katlarından sakının kendinizi!" diye cevap
veriyordu Peter, o kadar küçük olmasına rağmen cesaretle
onların üstüne yürüyor, en yakında olanın karnına bir yumruk
indiriyor. Çocuk yere yuvarlanıyor, ayakları havada,
debeleniyor. O sırada da ötekileri tabanları yağlıyorlar. Kendi
tabanlarını tabii.
Şehir mızıkacısı kibar, zarif bir adamdı. Babası sarayın
gümüş takımları muhafızıydı. Peter bu adamın hoşuna
gitmişti. Yanına aldı oğlanı, birlikte eve gittiler. Ona bir
keman armağan etti, keman dersi vermeye başladı. Keman
çalmak istidadı sanki parmaklarının uçundaydı oğlanın.
Trampetçilikten çok, şehir mızıkacısı olmak istiyordu.
"Asker olmak istiyorum" diyordu Peter. Henüz küçücük bir
oğlandı, onun için dünyada en güzel şeyin silâh taşımak, "Bir!
iki! üç!" diye kumanda ile yürümek, üniforma giymek, kılıç
kuşanmak olduğuna inanıyordu.
"Trampet dersine itaat etmeyi öğrenmen lâzım senin.
Trampet, pet, pet" diyordu trampete.
Öyle ama yaptığı hizmetlerle generalliğe yükselmek
şartıyla" fikrindeydi babası. "Lâkin o zaman da savaş çıkar.”
Annesi: "Tanrı korusun savaştan bizi" diye cevap
veriyordu.
Baba: "Bizim kaybedecek bir şeyimiz yok" diyor.
"Nasıl yok, diyordu ana, bizim oğlumuz var."
"Ama savaştan general olarak eve dönerse." diyordu baba.
"Kolsuz, bacaksız dönerse yani, diye cevap veriyordu anne,
istemem öyle şey ben, altın haznem tam olmalı benim."
"Trum, trum, trum" trampetler geçiyor. Bütün trampetler
geçiyor. Askerler geçiyor, trampetçi oğlan da onlarla beraber!
"Altın haznem, kırmızı saçlım benim" diye ağlıyordu annesi.
Babası, oğlunu hayalinde "Meşhur olmuş" görüyor, asker
mızıkacısı ise, harbe gitmemeli o, şehir mızıkasında kalmalı,
diyordu.


***


Askerler "Kızıl kafa" diyorlardı ona, Peter de gülüyordu.
Ama aralarından bazıları "Tilki kuyruğu" dediler mi dişlerini
sıkıyor, öfkeli öfkeli önüne bakıyordu. Her küfür sözüne
aldırmıyordu.
Çevikti delikanlı, cesaretliydi, tabiatı da neşeliydi.
Arkadaşları onun için "Su katılmamış asker şarabı" derlerdi.
Kimi geceler yağmura, kötü havaya bakmadan, iliklerine
kadar ıslanmış olarak dışarıda, açıkta yatar, ama gene de
neşesini kaybetmez, trampete değneklerini işletirdi. Trum,
tum tum! Herkes yataktan dışarı! Gerçekten trampetçi
doğmuştu.
Bir savaş oluyordu. Güneş henüz doğmamış, ama vakit
erken. Hava soğuk ama savaş ateşli. Hava sisle yüklü, ama
barut dumanı daha fazla; kurşunlar bombalar, kimi başlar
üstünden, kimi başların içine uçuyor, vücutlara, kollara,
bacaklara rastlamalar oluyor. Ama gene de ileriye yürüyüş
devam ediyor. Kimileri şakağında kan, yüzü kireç gibi ak, diz
üstü çökmüş. Küçük trampetçinin henüz rengi yerinde,
şimdiye kadar hiçbir zarara uğramadı. Yüzü hep aynı neşe
içinde, bütün bu olup bitenler alaymış gibi, kurşunlar
oynamak için düşüyorlarmış gibi, önü sıra sıçrayıp koşan alay
köpeğine bakıyor.
Bir komuta sesi: "İleri marş!" diye haykırıyor. Trampetler
çalıyor. Emir geri alınmak için verilmemiştir, ama geri de
alınabilir, bu konuda çoğu zaman anlayış gösterirler. "Geriye
dön!" diye bir komuta. Ama küçük trampetçi "İleri marş!"
diye çalıyor trampetini. Çünkü başka bir emir verileceğini
düşünmesine imkân yok. Askerler de öyle yapıyor, dana
derisine itaat ediyorlar. Doğrusu iyi çalıyordu trampeti,
gevşemek üzere olanlar bile bu çalışı zafer çalışı saydılar.
Savaş birçok kurbana mal olmuştu. Bombalar insan etini
kanlı parçalara ayırır; bombalar, yaralıların terk edilmiş bir
halde saatlerce kalmak üzere, belki de bu hayatta terk edilmek
üzere sürüklenerek sığındıkları saman yığınlarını ateşe verir.
Bunu düşünmenin bir faydası yoktur, ama savaştan çok
uzaklarda, sakin küçük şehirlerde bile düşünülür bu. Şimdi
trampetçi ile karısı da düşünüyorlardı bunu. Malûm ya Peter
savaştaydı.
"Bu yakınmalarından bıktım artık" diyordu trampetçi.
Yeni bir savaş daha oluyordu. Güneş henüz doğmamış, ama
şafak sökmeye başlamış, trampetçi ile karısı uyuyorlar.
Hemen hemen bütün geceyi uykusuz geçirmişlerdi.
Oğullarından bahsediyorlardı, malûm ya askerdeydi "Tanrının
kanadı altında" baba düşünde savaşın sona erdiğini görüyor.
Askerler evlerine dönüyorlar, Peter'in göğsünde demir haç
nişanı varmış. Annesi ise düşünde kiliseye gittiğini görüyor.
Tablolara, tahta oymadan altın saçlı meleklere bakıyor. Kendi
sevgili oğlu, kalbinin altın haznesi de beyazlar giymiş,
melekler arasında, ayakta, öyle tatlı bir sesle teganni ediyor
ki, ancak melekler böyle teganni edebilir. Onlarla birlikte pırıl
pırıl gün ışığına doğru yerden yükseliyor, annesini başıyla o
kadar dostça selâmlıyor ki!
"Altın haznem benim" diye bağırdı kadın, aynı anda da
uykudan uyandı. "Nihayet Tanrı onu kendine aldı" dedi kendi
kendine ve ellerini kenetledi. Başını pamuklu karyola
perdesine sokarak ağlamaya başladı. "Ölüler için açtıkları
büyük mezarın içindeki o kalabalığın arasında nerede yatıyor
şimdi o? Belki de derin bataklık sularının içinde, kimse
mezarının nerede olduğunu bilmiyor, mezarında kimse nutuk
söylemedi onun." Sessizce "Babamız ulu Tanrı" duası geçiyor
dudaklarından, başını göğsüne eğmiş o kadar yorgun ki,
uyuya kalıyor.
Günler canlılık içinde, düşler içinde geçiyor.
Akşama doğruydu. Bir ormanla derin bir bataklığın
arasındaki istihkâmların üstünde bir dede kuşağı
kemerleniyordu. Halk inanışına göre dede kuşağının yere
değdiği yerde bir hazne gömülüdür. Hem de bir altın haznesi.
Buna tartışma götürmez bir gerçek diye inanırlar. Orada da bir
hazne vardı. Küçük trampetçiyi annesinden başka kimse
düşünemiyordu. Onu düşünde görmesinin sebebi de buydu.
Günler canlılık içinde, düşler içinde geçip gider.
Başındaki tek kıla zarar gelmemişti, altın saçlarından tek
bir tanesine bile. "Tramram! Tramram! O dur bu geçen, o
dur!" Onu düşte yahut gözleriyle görselerdi, annesi de,
trampetçiler de böyle şakırdı muhakkak. Savaş bitip barış
olunca şarkılar söyleyerek, hurralar çağırarak, zaferin yeşilliği
içinde vatana dönüyorlardı. Alayın köpeği büyük daireler
çizerek, çark vurarak önde yürüyüp sıçrıyor, sanki bunu
yaparken yolu üç misline çıkarmak istiyordu.
Günler, haftalar geçmiş, Peter anasının, babasının odasına
geliyor. Rengi esmerleşmiş, çingeneye dönmüş, gözleri pırıl
pırıl, yüzü gün ışığı gibi parıldıyor. Annesi kucağına alıyor
Peter'i, dudaklarından, gözlerinden, kırmızı saçlarından
öpüyor. Oğluna tekrar kavuştu artık. Babasının düşte gördüğü
gibi demir haç nişanı yok göğsünde, ama anasının düşte
gördüğünün aksine bütün organları tamam. Ne büyük sevinçti
bu! Ağlıyor, gülüyorlar. Peter eski trampeti kucaklıyor. "Şu
eski hırdavat hâlâ burada" diyor. Babası da çalıyor trampeti.
"Sanki burada büyük bir yangın olmuş" diyor trampete.
"Altın haznem! Çatı tutuşmuş, kalpler yanmış, çatır çatır!
çatır çatır!"


***


E, şimdi? Ne olmuş şimdi? Şehir mızıkacısına sor bunu
sen.
"Trampetçilik küçük geliyor Peter'e gerçekten, diyor
mızıkacı, Peter beriden daha büyük adam olacak." Hâlbuki
kendisi sarayın gümüş takımları muhafızının oğludur. Ama
onun bütün bir ömür boyunca öğrendiklerini, Peter altı ay
içinde öğrendi.
Cesur bir şey, gerçekten iyi bir şeyler vardı onda. Gözleri
parıldıyor, saçları parıldıyordu. Bunu inkâr etmek elden
gelmez. "Saçlarını boyatması lâzım onun" diyordu komşunun
kadını. "Polisin kızının saçlarını boyattılar, mükemmel oldu.
Kız nişanlandı."
"Ama saçları hemen arkasından yeşil oldu, ördek başı
yeşili, durmadan yeniden boyanması lâzım."
"Vakitleri, halleri iyi onların, boyatabilirler." dedi komşu
kadın. "Peter'in de iyi. En kibarların evlerine girip çıkıyor,
hatta belediye başkanının evine bile. Froylayn Lottchen'e
piyano dersi veriyor."
Evet piyano çalmak geliyordu elinden, o kadar iyi, o kadar
içten, duyarak çalıyordu ki, hiçbir notada yazılı olmayan en
güzel parçaları bile çıkarabiliyordu. Aydınlık gecelerde
olduğu kadar, karanlık gecelerde de çalıyordu. Komşularla
trampetin dediğine bakılırsa, dayanılır gibi değildi çalışı.
Hayalleri yüce bir uçuşla yükselinceye kadar, yarın için
kurduğu büyük şöhret plânları kafasını altüst edinceye kadar
çalıyordu.
Belediye başkanının Lottchen'i piyanoda oturuyor, ince
parmakları tuşlar üstünde o şekilde dans ediyordu ki, çıkan
sesler Peter'in kalbine işliyor. Çok büyük bir adam olmuş gibi
geliyordu ona. Hem bu duygu bir kere değil, birçok kere geldi
içine. Onun için bir gün kızın ince parmaklarını, güzel biçimli
elini yakaladı, öptü. İri, elâ gözlerinin içine baktı kızın. Bu
sırada neler söylediğini Tanrı bilir, biz ancak tahmin
yürütebiliriz bu konuda. Lottchen, boynuna, omuzlarına kadar
kızarmıştı. Bir tek kelime ile bile cevap vermedi. Tam o
sırada bir yabancı, devlet danışmanının oğlu giriyordu odaya,
yüksek geniş bir alnı vardı, başını da kibirle ensesinden geriye
doğru tutardı. Peter uzun uzun yanlarında oturdu. Lottchen'in
tatlı bakışları, üstünden ayrılmıyordu.
Akşama evde memleket dışına çıkmaktan, kemanı içinde
onun için gizli olan altın haznesinden bahsetti.
Şöhret!
"Trumlum, trumlum, trumlum, lum, lum" diyordu trampete.
"İnsanı çıldırtacak hale geldi Peter artık. Galiba kafasının üst
katında yangın başladı, öyle sanıyorum."
Annesi ertesi gün pazara gitti. Eve döndüğü zaman "En
yeni havadisi biliyor musun Peter?" diyordu. "Seni gerçekten
sevindirecek yeni bir havadis daha. Belediye başkanının kızı
Lottchen, devlet danışmanının oğlu ile nişanlanmış. Dün
akşam olmuş nişan!"
"Hayır!" diyerek oturduğu iskemleden fırladı Peter. Ama o
hayır derken annesi evet diyordu. Berberin karısından
duymuştu. Berber de doğrudan doğruya belediye başkanının
kendi ağzından.
Peter'in benzi ölü gibi sararmış, tekrar yerine oturmuştu.
"Aman Yarabbi! Ne oluyor sana böyle?" diye bağırdı
annesi.
"İyiyim! iyiyim! diye cevap verdi Peter, yalnız bırak beni,
gideyim!" Bunu söylerken gözlerinden yaşlar akıyordu.
Annesi: "Benim şeker oğlum! altın haznem benim!" diye
haykırıyor, ağlıyordu. Ama trampete kendi kendine: "Lott
öldü, Lott öldü, bu küçük şarkı da böylece bitti" diye
şakıyordu.


***


Şarkı bitmemişti henüz, daha birçok mısraları vardı
söylenecek, birçok uzun mısralar vardı. Hem en güzelleri,
bütün bir ömür için altın haznesi sayılacak en güzelleri
kalmıştı geriye.
Kadın deliye döndü, diyordu komşu kadın, hem nasıl
kabarıp duruyor. Altın haznesinden ona gelen mektupları
cihanı âlem okuyor, gazetelerin ondan, kemanından bahseden
yazılarını da okuyor herkes. Çok para gönderiyormuş ona.
Hani dul kaldığı günden beri ihtiyacı da yok değildi.”
"İmparatorların, kralların önünde çalıyor, dedi şehir
çalgıcısı. Böyle bir piyango bana rastlamadı. Ama talebem o
benim, ihtiyar hocasını da unutmuyor."
Peter'in annesi: "Babası düşünde Peter'in savaştan
göğsünde nişanla döndüğünü görmüştü, dedi. Nişanı savaşta
almadı gerçi, şüphesiz savaşta nişan almak kolay değil. Ama
şimdi onun gibi bir şövalye nişanı taşıyor. Babası sağ
olmalıydı da görmeliydi oğlunu."
"Meşhur oldu, diye homurdanıyordu trampete, doğduğu
şehirde hâlâ herkes ondan bahsediyor. Trampetçinin oğlu,
kırmızı saçlı Peter, çocukken tahta pabuç giydiğini,
büyüyünce trampetçilik ettiğini, danslarda çalgı çaldığını
gördükleri Peter, şimdi meşhur olmuştu.
"Kralların önünde çalmazdan önce bizim önümüzde
çalardı" diyordu belediye başkanının karısı. "O zamanlar
Lottchen'e deli gibi âşık olmuştu. Ama her zaman gözü
yukarılardaydı onun. Saygısız, kendini beğenmişin biriydi o
zamanlar, görülmemişti öylesi. O deliliğini işittiği zaman
güldü. Ama Lottchen de devlet danışmanı karısı oldu ya!"
Küçükken trampetçi olarak "İleri marş marş!" işaretini
vurarak savaşta gevşemek üzere olanları zafere yeden bu fakir
çocuğun kalbinde de, ruhunda da bir altın haznesi gizliydi.
İçinde bir altın haznesi gizliydi onun. Harikulade seslerin
kaynağı orasıydı. Baştanbaşa bir org varmış da kemanından o
sesleniyormuş gibi, tellerinin üstünde bir yaz gecesi bütün
periler dans ediyormuş gibi çalardı. Ardıç kuşlarının ötüşü,
parlak insan sesleri duyulurdu çalarken, onun için bütün
kalpleri heyecanlandırır, kendinden geçirir, adı ülke ülke
dolaşırdı. Büyük bir ateş, hayranlık ateşi yanmıştı çevresinde.
"Sonra da o kadar güzel adam ki" diyordu genç bayanlar,
yaşlı olanları da onlara hak veriyorlardı. Bunlar arasında en
ihtiyarı sırf genç kemancının güzel, gür saçlarından bir
büklüm elde edebilmek için ve böylece bir hazne, bir altın
haznesi rica edebilmek maksadıyla meşhur adamların saç
büklümlerine mahsus bir albüm hazırladı.
Böylece fakir trampetçinin odasına bir prenses gibi kibar,
bir kraldan daha mesut olarak oğlu giriyordu şimdi. Gözleri
öyle parlak, yüzü gün ışığı gibiydi. Annesini kucakladı,
annesi de oğlunu sıcak dudaklarından öpüyor, bir insan çok
sevinince nasıl ağlayabilirse saadetinden öyle ağlıyordu. Peter
odadaki bütün eski eşyaları selâmlıyor, üstünde fincanlarla
saksı duran komodin, üstünde çocukken yattığı şezlonga
selâm veriyordu. Ama eski trampeti odanın ortasına kadar
çekti, anasıyla trampete şöyle dedi:
"Babam sağ olsaydı şimdi bir çalardı ki seni, bunu ben
yapacağım şimdi" Böyle söyleyerek müthiş gürültü ile
trampeti çaldı. Bundan öylesine büyük bir onur duydu ki
trampetinin derisi patladı.
"Yumruğunu vurarak öyle mükemmel çalıyor ki" dedi
trampete, unutulmaz bir hatıra bıraktı bende. Annesinin de
altın haznesinin üstünde sevincinden çatlayacağını
sanıyorum."
Altın haznesinin hikâyesi buydu.
 

Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız

Editörün Son Yazıları

probiyotik

Çile

probiyotik

Yattığım Kaya

probiyotik

Kaldırımlar

probiyotik

Islak Gül

Editörlerin Son Yazıları

kaptanfilozof06

Hindistan'da İlginç Olay

probiyotik

Çile

bubble30

İÇİNDEKİ CEVHERİ KORUYANLAR

Nielawore

"HALİME TERCÜMANDIM"

Bizden haberdar olmak için mail listemize kayıt olun