ANNALİSE
Annalise genç, güzel, neşeli, kanlı canlı bir kadındı. Dişleri
öyle duru beyaz, gözleri öyle pırıl pırıl. Hafif uçar gibi dans
ederdi. Zekâsı dansından daha canlıydı. Bu kadın hayatta ne
olabilirdi?
Bir oğlu vardı "Çirkin oğlan" adını takmışlardı ona. Güzel
değildi. Bir gündelikçi kadının yanına verdiler. Annalise ise
bir prensin şatosuna yerleşmişti. İpekler, atlaslar içinde,
muhteşem bir odada oturuyordu. Esen yel bile dokunmazdı
ona, kimse kötü bir söz söyleyemezdi kendisi için. Çünkü
güzelliğine zarar verebilir, o da böyle şeye dayanamazdı.
Şatonun çocuğuna süt analığı ediyordu, prensler gibi bir
çocuktu bu, melekler kadar da güzeldi. Ne kadar seviyordu bu
çocuğu. Kendi çocuğuna gelince, gündelikçi kadının yanında,
evde oturuyordu. Bu evde tencereler taşmaz, ama ağızlar
kabarıp taşardı. Çoğu da kimse bulunmazdı evde. Çocuk
ağlardı, lâkin kimse sesini duymadığı için kimse de
üzülmezdi buna. Ağlaya ağlaya uyuyakalırdı. Uykuda insan
ne açlığını duyar ne de susuzluğunu, uyku güzel bir icattır.
Annalise'in çocuğu zamanla büyüdü. Meşhur sözdür, zamanı
gelince ayrık otu da biter. Çocuk çalık kalmasına rağmen gene
de büyüdü. Ama ona para karşılığında bakan aile ile de iyice
kaynaşmıştı. Annalise onun için yoktu artık, tamamen yok,
şehirli bir kadın olmuştu. Yüksek bir çevrede yaşıyor, sokağa
çıkınca da başına şapka giyiyordu. Ama gündelikçi kadının
evine hiçbir zaman uğramazdı. Kadın şehirden çok uzakta
oturuyordu zaten, orada yapacak bir işi de yoktu. Çocuk
gündelikçi kadına aitti. Bu evdeki yemekler hoşuna gidiyor,
artık ekmeğini de çıkarıyordu. Çünkü Mads Jeuseus'in kırmızı
ineğini güdüyordu. İnek gütmeyi bildiği gibi bu işin
isteklisiydi de.
Şatodaki zincirli köpek, kulübesinde güneşe karşı gururla
oturur, her geçene havlar, hava yağmurlu olunca da içeri kaçıp
kurucuk, sıcacık yatar. Annalise'nin oğlu da bir hendek
kıyısında güneşe karşı oturmuş, hayvan çakmaya yarayan bir
kazık çentiyordu. İlkbaharda çiçeklenen üç çilek fidesi
belirdi. Bunlar bu sene çok yemiş vereceğe benziyordu. Bu
ümit onu sevindiriyor, ama fideler bir türlü meyveye
durmuyorlardı. Karda, yağmurda orada oturur, ıslak
elbiselerini esen sert rüzgâr kuruturdu. Eve gelince horlanır,
itilip kakılırdı. Çirkindi, iğrençti, herkes bu noktada
birleşiyordu. Kendisi de bütün bunlara alışmış, sevgi nedir
bilmemişti.
Annalise'nin oğlu... Keyfi nasıldı acaba? Nasıl olabilirdi
ki? "Sevgi nedir bilmemek" onun kaderiydi.
Sahilden onu bir kayığa atmışlar, kötü bir kayık parçası
içinde denize açılmış, gemici boğulup ölmüş, o da şimdi
dümende oturuyor. Çirkin, pis bir adamdı, soğuktu, oburdu.
İnsan onun hiçbir zaman doymadığını sanırdı, gerçekten de
karnı hiç doymazdı.
Güz sonlarıydı, havalar sert, yağmurlu, fırtınalı gidiyordu.
Rüzgâr bilhassa denizde buz gibi esiyor, değdiği yeri kalın
elbiseler üstünden bile bıçak gibi kesiyordu. Buna rağmen
sefil bir tekne, içinde iki, hatta bir buçuk adamla, açık
denizlere yelken açmış gidiyor. İçindekiler gemici ile yamağı
bütün gün hava kapalı, bir çeşit alacakaranlık içinde geçmiş,
şimdi ise daha kararmıştı. Müthiş bir soğuk vardı. Gemici
içini ısıtmak için bir kadeh şarap içti. İçki şişesiyle kadehi
çıkardı. Kadehin üst kısmı tamamdı, fakat ayağı kırık olduğu
için yerine maviye boyanmış, tahtadan bir kazık konmuştu.
Bir kadeh şınaps iyi gelir insana, diyordu gemici, ama iki
kadeh içilirse daha iyi olur. Genç tayfa dümene oturmuş,
dümen sapını da sert, zift karası elleriyle sımsıkı tutmuştu.
Çirkin bir çocuktu, saçları karmakarışık, boyu nerdeyse sakat
denilecek kadar kısaydı. Gündelikçi kadının oğluydu o, ama
ki lise kayıtlarında Annalise'nin oğlu diye gözüküyordu.
Rüzgâr ıslık çalıyor, kayık uçar gibi gidiyordu. Rüzgâr
şişen yelkenin içine dolmuş, küçük tekne fırtına gibi hızlı,
dalgaları yarıp geçiyordu. etrafta her şey ıslak, hava sertti,
ama daha kötülşebilirdi de.
Dur! diye bir ses... Ne olmuştu acaba? Kayığa bir şey mi
çarpmış, bir yeri mi kopmuştu? Ne oluyordu kayığa? Tekne
kendi etrafında dönmeye başlamıştı. Bir yağmur sağanağı
mıydı acaba? Kayığı bir dalga mı yuvarlıyordu? Dümendeki
genç tayfa yüksek sesle, İsa hakkı için, diye haykırdı. Tekne
deniz altındaki büyük bir kayaya çarpmış, köyün gölüne
atılan eski bir pabuç gibi, farelerine kadar içinde ne var ne
yoksa birlikte, batıyordu. Gerçi kayıkta yeter miktarda fare
yok değildi, ama buna karşılık ancak bir buçuk kişi vardı,
bunlar da gemici ile gündelikçi kadının oğluydu. Havada
haykırışan martılarla denizin içindeki balıklardan başka hiç
kimse bu olayı görmedi. Görenlerin de tam gördükleri
söylenemez, çünkü su köpürerek, batan kayığa dolarken onlar
da korkudan iki yana kaçışmışlardı. Enkaz olarak da su
yüzünün altında yüzen bir ip kalmıştı, her ikisi de sulara
gömülmüş unutulup gitmişti. Yalnız o tahta ayağı maviye
boyalı kadeh batmıyor, tahta onu suyun yüzünde tutuyordu.
Kadeh kırılıp parça parça olmuş, deniz kıyısında dalgalarla
akmak için nereye gidiyor, ne zaman gidiyordu acaba?
Mamafih bunun da büyük bir önemi yoktu. Artık hizmetini
bitirmiş, gereği kadar da sevgi görmüştü. Hâlbuki
Annalise'nin oğlu aynı durumda değil, buna rağmen gökler
ülkesinde. Hiçbir ruh onun için "Sevgi nedir hiç bilmemişti"
diyemeyecekti.
***
Annalise şehirde oturur, hem de yıllardan beri oturur, orada
madam diye çağırırlar onu, eski hatıralarından, prenslerin
yanında geçirdiği, arabalar içinde gezdiği, baroneslerle
konuşabildiği günlerden bahsederken bilhassa dizlerini döver.
Küçük asilzadesi, en güzel bir tanrı meleği, en kıymetli bir
ruhtu onun için. Her ikisi de birbirlerini fevkalâde severlerdi.
Okşar, öperlerdi birbirlerini, oğlan onun hayatının yarısıydı.
Şimdi büyümüş, on dört yaşına gelmiş, hem zeki, hem
güzeldi. Ama kucağında taşıdığı günlerden beri onu bir daha
görmemişti. Annalise, prenslerin şatosundan ayrılalı yıllar
geçmişti, şatoya kadar gitmek de seyahate çıkmak gibi bir
şeydi onun için.
"Nihayet acele bir karar vermeni lazım diyordu,
efendilerime, sevgili asilzademe gitmem lazım. Her halde
asilzademin de beni göresi gelmiştir, hâlâ hatırlıyordur beni, o
melek kollarını boynuma dolayıp da bana yarım yarım
konuşarak Anlis dediği günlerde olduğu gibi, seviyordur beni
hala. Ne tatlı sesi vardı o zaman, keman sesi gibi. Evet, acele
karar vermem, asilzademi tekrar görmem lazım "
Şatoya arabaya binerek böbürlenerek değil, ayacıklarıyla
yürüyerek gitti. Hâlâ eskisi gibi büyük, pırıl pırıldı şato,
etrafını o bildiğimiz güzel park çevreliyordu. Ama şimdi
burada oturanların hepsi yabancılardı sanki aralarından hiçbiri
Annalise diye birini tanımıyor, onun vaktiyle burada oynadığı
rolden haberli gözükmüyordu. Herhalde prenses gibi oğlu da
onlara bunu söyleyecekti. Ah! Oğlunu görmek için nasıl içi
titriyordu.
Nihayet Annalise şatoya, geldi. Uzun müddet beklemek
zorunda bıraktılar onu, bu bekleyiş ne kadar da uzun
sürüyordu. Ev sahipleri ancak yemeğe gitmeden evvel
Annalise'yi prensesin yanına götürdüler. Orada çok dostça
karşılandı. Sevimli oğlunu yemekten sonra görecekti, onun
için kendisini bir kere daha içeriye emrettiler.
Genç prens ne kadar boylanmış, ne kadar incelmişti. Ama
gözleri hâlâ o eski gözler, ağzı o melek ağzıydı. Annalise'yi
tek kelime söylemeden süzdü, hiç şüphesiz tanımamıştı.
Döndü, çıkıp gitmek istiyordu. Ama Annalise o zaman elini
yakaladı ve öpmeye davrandı.
"Oldu, oldu!'' dedi prens ve hemen odadan çıktı. O her
zaman aşkla düşündüğü, hayatta gerçekten sevdiği, hâlâ da
sevmekte devam ettiği, hayatının gururu olan prens, böylece
çıkıp gidivermişti.
Annalise şatodan ayrıldı, gamlı, yaslı kır yolunda
yürümeye başladı. Ne kadar yabancı davranmıştı ona, kendisi
hakkında hiçbir düşüncesi, söyleyecek tek sözü yoktu.
Hâlbuki Annalise bir zaman gece gündüz kucağında taşımıştı
onu, şimdi de kalbinde taşıyordu.
Birdenbire önüne, yolun üstüne iri bir kara karga indi,
boğuk bir sesle durmadan cıyak cıyak ötmeye başladı. "Ah!
dedi Annalise, ne uğursuz kuşsun sen!"
Yolu gündelikçi kadının evi önünden geçiyordu. Kadın
kapıda durmuş; bekliyordu. Söz açıldı, birbirleriyle
konuşmaya başladılar.
"Bolluk içinde yaşadığın belli, dedi gündelikçi kadın,
toplusun, şişmansın, herhalde keyfin yerinde olmalı."
Annalise: "Neden olmasın?" diye cevap verdi.
Gündelikçi kadın: "O zaman ikisi de denizde boğuldular,
kayık batınca, diye devam etti. Gemici Lars da, oğlan da...
Böylece onların da sonu gelmiş oldu. Halbuki ben her zaman
oğlan büyüyecek de bir bir gün bana birkaç kuruş yardımı
dokunacak diye umup duruyordum. Artık sana da bir masrafı
kalmadı onun, Annalise."
Kadın: "Öyle mi? boğuldular demek" diye cevap verdi,
sonra bir daha bundan bahsetmedi. Annalise üzgündü, çünkü
prens oğlu, onunla konuşmak istememişti. Hâlbuki ne kadar
seviyordu onu, bu uzun yola da sırf onun için katlanmıştı.
Masrafa da girmişti ayrıca. Bu yolculuk pek sevinçli
olmamıştı onun için, ama kadına bir kelime ile bile bundan
bahsetmedi. Derdini gündelikçi kadına açmak. ferahlamak
istemiyordu. Çünkü prens ailesi yanında eski itibarı
kalmadığını sanabilirdi. O sırada karga, başının üstünden
uçtu, yine cıyak cıyak bağırıyordu.
"Bu cıyaklayıcı kara mahlûk, Annalise, durmadan beni
korkutuyor bugün."
Yanında biraz kahve ile hindiba vardı. Çoktandır bu çeşit
zevklerden mahrum kalmış olan gündelikçi kadını bu
hediyeler çok sevindirdi. Annalise bir fincan da kendisi için
pişirmesini rica etti. Kahve pişerken bir sandalyeye oturdu,
ama orada uyuyakaldı. Düşünde, şimdiye kadarki düşlerinde
hiç görmediği garip şeyler görmeye başlamıştı: Bu evde aç
kalmış, ağlamış ihtiyaç, acı içinde büyümüş, şimdi de Tanrı
bilir, denizin hangi derinliğinde yatan kendi oğlunu
görüyordu. Şimdi oturduğu yerdeymiş, gündelikçi kadın da
dışarıda kahve pişiriyormuş. Kahve kokusu odayı
doldururken kapıda birdenbire prensin çocuğu kadar güzel,
fevkalâde sevimli bir yaratık belirmiş. Çocuk kıyafetinde ona
şöyle söylüyormuş: "Kıyamet kopuyor şimdi, sıkı tutun bana.
Çünkü ne de olsa benim annemsin. Gökler ülkesinde bir
meleğin var senin, sıkı tutun bana."
Bunun üzerine hayaleti yakaladı. Ama aynı zamanda etrafa
dünya böğründen çatlıyormuş gibi büyük bir gürültü yükseldi.
Bu sırada melek de yerden yükseliyordu. Onu fistanının
yenlerinden o kadar sıkı tutmuştu ki kendi de yerden havaya
yükseliyormuş gibi bir duygu geldi içine. Ama birdenbire ağır
bir şeyin ayaklarına asıldığını fark etti. Ağır bir cisimdi bu,
sırtına da yüklenmişti, sanki yüz kadar karı ona yapışmış:
"Sen kurtulursan biz de kurtulmalıyız! Sıkı tutun! Sıkı tutun!"
diye bağırıyorlardı. Bunu söyleyerek hepsi ona asıldılar.
Doğrusu bu kadarı da fazlaydı. Şrik, şrak diye birtakım sesler
gelmeye başlamıştı. Bu ara fistanının yenleri de koptu ve
Annalise müthiş bir derinliğe doğru uçarken uykusundan
uyandı. Az kalsın üstünde oturduğu iskemle ile birlikte yere
yuvarlanacaktı. Aklı fikri öyle karmakarışık olmuştu ki düşte
ne gördüğünü bir türlü hatırlayamıyor, yalnız kötü bir şey
görmüş olduğunu biliyordu.
Bunun üzerine kahvelerini içtiler. Birçok şeylerden
bahsedildi bu arada, sonra Annalise kalktı, aynı gece oturduğu
yere varabilmek için tutacağı yük arabacısını bulmak üzere en
yakın şehre yollandı. Ama arabacıyla karşılaştıkları zaman,
yarın akşamdan önce hareket edemeyeceklerini kesin olarak
söyleyince şehirde gecelemenin kaça mal olabileceğini
düşündü. Yolun uzunluğunu zihninden geçirdi. Köy yolundan
değil de deniz kıyısından gidecek olursa hemen hemen iki mil
kazanacağını hesaplamıştı. Üstelik hava da güzel, pırıl pırıl
bir ay ışığı vardı. Kısacası yaya gitmeye karar verdi. Ertesi
günü evine varabilecekti.
Güneş batmış, akşam çanları hala çalıyordu. Hayır bu
çalınanlar çan değildi, bataklıktaki kurbağalar viyaklıyordu.
Şimdi onlar da susmuş her yer sessizlik içindeydi. Bir kuş sesi
bile duyulmuyor, ne varsa çoktan istirahata çekilmiş,
baykuşlar henüz eve dönmemişlerdi. Ne ormanda, ne de yol
boyunca deniz kıyısında ses seda işitilmiyordu. Yalnız kum
üstüne bastıkça kulağına kendi ayak sesleri geliyor hiçbir
dalga hışırtısı duyulmuyor, suyun derinliklerinde de dilsiz bir
sessizlik hüküm sürüyordu. Orada her şey, ölüler gibi canlılar
da susmuş.
Annalise yürüyor, yürürken de hiçbir şey düşünmüyordu.
Kafasından bütün düşünceleri atmıştı, ama düşünceler onu
bırakmıyordu ki... Düşünceler bizi hiçbir zaman bırakmaz,
bunların canlı hale geldikten sonra tekrar sükûnete girenleri
gibi, hiç uyanmamış olanları da bir çeşit uykuya dalarlar
yalnız. Ama düşünceler mutlaka belirir, kalbimizde
kımıldanır, kafalarımızda yaşarlar. Yahut birdenbire ortaya
çıkar bizi şaşırtırlar.
"Sevap işlemek mutluluk getirir, diye yazar kitapta, günah
işlemek te ölümü doğurur." Bu da kitaplarda yazılıdır. Daha
çok şeyler yazılıdır kitaplarda, çok sözler de söylenmiştir.
Böyleyken bütün bunlar bilinmez, hatırlanmaz. Annalise'de
aynı haldeydi. Ama insan bunları birdenbire hatırlayabilir,
bunlar başımıza birdenbire gelirler de.
Bütün kötülükler, bütün erdemler kalbimizdedir, senin
kalbindedir, benim kalbimdedir. Küçücük, göze görünmeyen
tohumlar gibi orada bulunur hepsi. Bir gün dıştan gelen bir
güneş ışığı, yahut kötü bir elin dokunuşu ile sağa, yahut sola
dönersin. Kalbindeki o küçük tohum, uyanır, şişer ve çatlar.
İçindeki bütün özünü senin kanına akıtır. O zaman kimse
tutamaz seni, sen de coşar, fışkırırsın. İnsana ürküntü veren
düşünceler de vardır. Bir düşte olduğu gibi, yaşadığımız kadar
bu düşünceler gelmez insana, ama uyanmaya başlamışlardır.
Annalise bir düşte imiş gibi yürüyordu, onun için düşünceler
de uyanmaya başlamıştı içinde. Bir arınıştan öbür arınışa
kadar insan kalbinin hesap edeceği çok şeyler vardır. Bütün
bir yılın hesabı yapılırken, Tanrıya karşı, yakınlarımıza karşı,
kendi vicdanımıza karşı sözle işlediğimiz birçok günahlar
unutuluverir... Bunları düşünmeyiz. Annalise de aynı şeyi
yapıyordu. Memleketin yasalarına, haklarına karşı hiçbir
kötülük işlememişti. Kendi de bildiği gibi herkes onu iyi
kalpli, saygı değer bir kişi diye anar, hakkında böyle hüküm
verirdi. Şimdi deniz kıyısı boyunca giderken birdenbire
durdu. Şurada yerde duran, denizin kıyıya attığı neydi acaba?
Eski bir erkek şapkacıydı bu, acaba hangi gemiden buraya
gelmişti? Daha ziyade yaklaştı, durdu, şapkaya dikkatle
bakmaya başladı. Aman Yarabbi! Neydi bu gördüğü? Fena
halde korkmuştu. Ama ortada korkacak hiçbir şey yoktu ki.
Üstü deniz yosunu yahut sazla örtülmüş uzunca bir taş
duruyordu yerde, bir insan vücudu gibi görünüyordu.
Gördüğü şey yalnız saz yahut deniz yosunu olduğu halde
korku içinde donup kalmıştı. Tekrar yoluna devam etmeye
başlayınca aklına çocukken duyduğu birçok şeyler geldi.
Deniz kıyısında görünen hayaletleri, denizin tenha kıyılara
atıp gömülmeden kalan insanların horlamalarına dair
işittiklerini hatırladı. Deniz kıyısında görünen hayaletler,
yalnız yaya yürüyen yolcuların peşinden yürür, onlara asılır,
Hıristiyan topraklarında bir mezar bulabilmeleri için
kendilerini mezarlığa taşımalarını isterlermiş onlardan. "Sıkı
dur! Sıkı dur!" diye bir ses duyar gibi oldu. Annalise bu
sözleri kendi kendine tekrarlarken birdenbire görüp unuttuğu
o düşü başından sonuna kadar hatırlayıverdi. Şimdi düşte
gördüğü karıların "sıkı tutun! sıkı tutun!" diye bağırarak ona
yapışmaları, o kıyamet, yenlerinin yırtılışı, mahşer günü
kendisini Tanrı huzuruna çıkarmak isteyen çocuğundan
ayrılışı, can gözünün önünden olduğu gibi geçiyordu.
Çocuğu, kendi etinin, canının parçası olan çocuğu, hiçbir
zaman sevmediği, hatırından bile geçirmediği kendi çocuğu,
şimdi denizin dibinde yatıyordu demek. Şimdi karşısına deniz
kıyısı hayaleti olarak o çıkabilir: "Sıkı dur! Sıkı dur! Beni
Hıristiyan toprağına taşı!" diye bağırabilirdi. Bütün bunları
aklından geçirirken topuğunda adamakıllı bir gıdıklanma
duydu ve daha hızlı koşmaya başladı. Korku, soğuk, ıslak bir
el gibi karnının üstüne basmış, onu bayılacak hale getirmişti.
Açık denize doğru bakıyordu. Etrafındaki hava gittikçe
koyulaşmaya başlamıştı. Kalın bir sis yığını yaklaşıyor,
çalıların, ağaçların üstüne iniyor, bunlara acayip şekiller
veriyordu. Arka tarafına rastlayan aya bakmak için geriye
doğru döndü. Soluk, ışık vermeyen yuvarlak bir levhaya
benziyordu ay. Bütün vücuduna ağır bir yük yükletilmiş gibi
bir şey duyuyordu. "Sıkı dur! Sıkı dur!" dedi kendi kendine.
"Beni Hıristiyan toprağına götür!" böyle bir ses duyar gibi
olmuştu. Gerçekten de boş, korkunç bir ses duyuyordu.
Bataklıktaki kurbağalardan, kargalardan yahut turnalardan
çıkan bir ses de değildi bu. Çünkü hayatında hiçbir zaman
böyle şey duymamıştı. Şimdi işitilebilecek bir şekilde "Göm
beni! göm beni!" diye bağırıyorlardı. Evet, bu denizin dibinde
yatan, mezarlığa götürülüp de kendisi için Hıristiyan
toprağında bir mezar hazırlanmadan rahata, huzura
kavuşamayan oğlunun deniz kıyısı hayaletiydi. Artık
Annalise oraya gitmek, oğlunu oraya gömmek istiyordu. En
yakın bir kiliseye doğru yolunu değiştirdi. Ama az sonra
vücudundaki ağırlığın azaldığını, hatta iyice kaybolduğunu
görünce, yeniden döndü en kısa yoldan eve ulaşmak için acele
acele yürümeye başladı. Ama "Sıkı dur! Sıkı dur!" diye
bağıran ses onu yeniden yakalamıştı. Kurbağaların
viyaklamalarını, inleyen kuş seslerini andırıyor, açık açık
"Göm beni! Göm beni! diye bağırıyordu.
Yağan sis ıslaktı, soğuktu. Yüzü elleri de korkudan,
dehşetten soğumuş, ıslaktı. Dıştan bir baskı altındaydı, içinde
de o zamana kadar hiç tanımadığı bir yığın düşünceler
kaynıyordu.
Bizim kuzey illerinde bir tek bahar gecesinde koca bir
kayın ormanı yerden fışkırır, ertesi günü parıltılı gün ışıkları
altında bütün ihtişamı, tazeliğiyle ışıl ışıl meydana çıkıverir.
Bizim günahlarımızın tohumları da bir tek saniyenin içinde,
yaşadığımız ömrün süresi içine serpilen düşünceler, sözler,
işler halinde gelişebilirler. Bunlar en az umduğumuz bir anda
Tanrının uyandırmasıyla vicdanımızda uyanır, bir tek saniye
içinde yarılır, gelişirler. Artık özür dileyemeyiz,
işleyeceğimizi işlemişizdir. Yaptığımız şey de bize rağmen
ortada durur. Düşünceler söz kılığına girer, sözler yüksek
sesle herkesçe duyulur. O zamana kadar içimizde taşıyıp
baskı altında tuttuğumuz şeyleri görünce biz de korku içinde
kalırız. Düşüncesizliğimizle, gururumuzla serptiğimiz
tohumları görünce aynı şekilde ürpeririz. Kalp bütün
erdemleri kendinde toplamıştır. Ama bütün kötülükler de
oradadır. Hem bunlar en kötü topraklarda bile gelişebilirler.
Bizim burada sözle belirttiğimiz şeyler Annalise'nin
düşüncelerini dolduruyor, içine huzursuzluk veriyordu. Bu
düşünceler onu hükmü altına almıştı. Yere yuvarlandı, biraz
da sürüklenerek ilerlemeye çalıştı. "Göm beni! Göm beni!"
diyen ses tekrar geliyordu kulağına. Ah! Elinden gelse, mezar
bütün günahların ebedi unutuluşu olsa, kendi kendini
gömecekti. Bu ürpertiler, korkular içinde beliren o ciddî
uyanış saati idi. İnandığı hurafeler kanını bir an yakıyor, az
sonra tekrar donduruyordu. Söylemesine imkân olmayan
birçok şeyleri hatırlamaya başlamıştı. Ay ışığında yere düşen
bir bulut gölgesi gibi sessiz, eskiden bahsedildiğini duyduğu
bir hayal, önünden geçti... Gözlerinden, burunlarından ateşler
saçılan dört at, soluya soluya tam önünden koşuyorlardı.
Bunlar, içinde bir asırdan fazla buralarda oturmuş kötü bir
çiftlik sahibi oturan, bir arabayı çekiyorlardı. Araba etrafa
ateşler saçıyordu. Denildiğine göre bu adam, her gece yarısı
çiftliğinden içeri araba ile girer, hemen geri dönermiş.
Ölülerin yüzü bembeyazdır diye söylenir ya, onun yüzü beyaz
değil kömür gibi, söndürülmüş kömür gibi kapkaraymış.
Annalise'ye başıyla selâm vererek işaret etti: "Sıkı dur! Sıkı
dur! Sıkı durursan tekrar prenslerin arabasıyla gezer, oğlunu
unutursun." diyordu.
Annalise daha hızlı yürümeye başlamıştı. Mezarlığa vardı,
ama gözlerinin önünde kara haçlarla kara kargalar birbirine
karışıyordu. Kargalar bugün gördüğü karganın bağırdığı gibi
bağırıyorlar. Ama artık cıyaklarken ne dediklerini anlıyordu.
Kargaların her biri: "Ben bir karga anasıyım, ben bir karga
anasıyım!" diyor, Annalise kendisinin de bir karga anası
olduğunu biliyordu. Belki bir gün o da bir kara karga haline
çevrilecek, mezarı kazmaya muvaffak olamazsa, bunlar gibi
durmadan bağırmak zorunda kalacaktı.
Bunun üzerine kendini toprağa attı, parmaklarından kan
fışkırıncaya kadar elleriyle bir mezar kazmaya başladı.
Aynı ses durmadan: "Göm beni! Göm beni!" diye
haykırıyordu. Horoz ötecek diye korkuyordu şimdi, doğuda
başlayan kırmızı gün ışığından korkuyordu. Çünkü güneş
doğmadan işini bitirmezse mahvolacaktı. Ama horoz öttü,
doğu da ışıklanmaya başlıyordu. Mezarın ancak yarısını
kazabilmişti. Buz gibi bir el başının, yüzünün üstünden,
aşağıya kalbinin üstüne kadar indi. Bir ses: "Mezar ancak
yarıya kadar kazıldı!" diye inliyor, bir gölge de yavaş yavaş
geriye, denizin derinliklerine doğru dönüyordu Bu gördüğü
deniz kıyısı hayaletiydi. Annalise mahvolmuş bir halde yere
yuvarlandı. Artık ne duyuyor, ne de düşünebiliyordu.
Tekrar kendine geldiği zaman sabah olmuş, aydınlık, pırıl
pırıl bir gün başlamıştı. İki adam onu yattığı yerden
doğrulttular. Mezarlıkta değil, deniz kıyısında yatıyordu.
Durduğu yerin önündeki kumlara derin bir çukur açmış,
keskin kenarlı, alt kısmına maviye boyalı bir tahta sokulmuş
kırık bir kadehle parmaklarını doğramıştı. Annalise hastaydı.
Vicdanında inandığı bütün hurafeleri iskambil karıştırır gibi
karıştırmış, fal açmış, artık yarım bir ruhu olduğuna, ruhunun
öbür yarısını ise oğlunun deniz dibine götürdüğüne inanmıştı.
Denizin derinliklerine bağlı tutulan bu ikinci ruh yarısını
tekrar ele geçirmeden Tanrı inayetine doğru yücelmesine
imkân olmayacaktı. Annalise eve döndü. Artık eski Annalise
değildi. Düşünceleri karmakarışık bir yumak haline gelmişti.
Yalnız bütün bu karmaşık duygulara, düşüncelere durmadan
hatırladığı bir tek düşünce hâkimdi. Bu da deniz kıyısı
hayaletini mezarlığa taşımak, ona orada bir mezar kazmak,
böylece yeniden eski ruh bütünlüğünü elde etmekti.
Kimi geceler evden kayboluyor, o zaman da onu daima
deniz kıyısı hayaletini beklediği yerde buluyorlardı. Böylece
bir yıl geçti. Bir gece son defa kayboldu. Aradılar
bulamadılar, ertesi gün de akşama kadar arandığı halde
meydana çıkmadı.
Akşama doğru kilisenin idare memuru akşam ibadeti için
çan çalmak üzere kiliseye geldiği zaman Annalise'yi mihrabın
önünde, yerde buldu. Sabahın erken saatlerinden beri
buradaydı, hemen hemen bütün kuvvetini kaybetmiş haldeydi.
Ama gözleri parıldıyor, yüzü kıpkırmızı yanıyordu. Akşamın
son ışıkları Annalise'nin üstüne vurmuştu. Mihrabın üstünden
parıldayarak kayıyor, açılmış duran incilin parlak maden
tokalarını yaldızlıyordu. Kitapta peygamber Joel'in sözleri
açıkça okunuyordu: "Elbiselerinizi değil, kalplerinizi
parçalayınız! Tanrıya ihtida ediniz!" Birçok şeyleri tesadüfe
yorduğumuz gibi buna da, bir tesadüftü dediler.
Annalise'nin güneş ışıklarıyla aydınlanan yüzünde huzura,
Tanrı inayetine kavuştuğu okunuyordu. Kendini çok ferah
hissettiğini söylüyordu. Artık galip gelmişti. Deniz kıyısı
hayaleti, yani kendi oğlu bu geceyi onun yanında geçirmiş,
ona şöyle demişti: "Sen benim için ancak yarım bir mezar
kazdın, buna karşılık yıllarca beni kalbine gömdün. Bir ana da
çocuğunu en iyi kalbinde muhafaza eder." Şimdi oğlu ona
ruhunun kaybettiği öteki yarısını vermiş, kiliseye kadar
onunla gelmişti.
"Artık Tanrı evindeyim, diyordu, insan Tanrı evinde saadet
içindedir."
Güneş iyice battığı zaman Annalise'nin ruhu da artık çok
yükseklerde, o yeryüzünde sonuna kadar savaşıldıktan sonra
varılan, korku nedir bilinmeyen yerdeydi. Annalise sonuna
kadar savaşmıştı.
Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız