Eskiden adamın biri çok masal bilirmiş, simdi hepsini
unuttuğunu söylüyordu. Başka zaman kendiliğinden
ziyaretine gelen masal artık onu anmıyor, kapısını
çalmıyordu. Neden gelmiyordu acaba? Böyle olmakla beraber
adam da aylardan, yıllardan beri onu hatırlamamış, onun
geleceğini, kapısını çalabileceğini beklemiyordu. Herhalde
burada değildi. Çünkü dışarıda savaş, içerde de savaşın
getirdiği sıkıntı, ihtiyaç vardı.
Leylekle kırlangıç uzun yolculuklardan geri dönmüşler,
akıllarına hiçbir tehlike gelmiyor. Varır varmaz yuvaları
yandı. İnsanların oturduğu evler yandı, çitler harap oldu, hatta
bunlar yer yer iyice ortadan kaybolmuştu. Düşman atları eski
mezarlar üstünde tepmiyor, zor, karanlık zamanlardı. Ama zor
zamanların da bir sonu vardır.
Evet, onun da sonu gelir, böyle söyler herkes. Ama masal
hâlâ kapısını çalmıyor, hâlâ bir haber yollamıyordu.
"Herhalde birçokları gibi o da öldü, kayıplara karıştı" dedi
adam. Ama masal hiçbir zaman ölmez ki...
Bunun üstünden tam bir yıl geçmişti. Adam hasretle masalı
düşünüyordu.
"Acaba her şeye rağmen bir daha gelmeyecek mi? Kapımı
çalmayacak mı?" Masal canlı imiş gibi, eskiden geldiği
şekilde, türlü kılıklar içinde gözlerinin önüne geliyordu. Kimi
zaman ihtiyar, kimi zaman gençti. Elinde bir kayın dalı,
saçlarında küçük inci çiçekleriyle sevimli bir kız olan baharın
kendisi önünde duruyor. Gözleri aydınlık, gün ışığındaki
derin orman gölleri gibi pırıl pırıl. Az sonra sokak satıcısı
olarak ortaya çıkıyor; sandıklarını açmış, eski aziz hatıralar,
ithaflar saklayan ciltli şiir kitaplarım ortaya dökmüş. Ama
asil, yaşlı, sevimli ak saçlı bir nine, iri gözlü, zeki bakışlı bir
nine kılığında geldiği zaman en güzeldi. Prenseslerin çıkrıkla
ipek eğirdikleri günlerden çok önce, devlerin, ejderhaların
dışarıda durdukları, kapıyı bekledikleri en eski zamanlardan
hikâyeler anlatmasını çok iyi bilirdi. O zaman anlattıkları göz
önünde öylesine canlanırdı ki, dinleyenlerin gözleri
adamakıllı kararır, döşemelerin üstünden sanki kızıl kanlar
akardı. Bunları işitip görmek korkunçtu, ama gene de
eğlenceliydi, hoştu. Çünkü anlatılanların hepsi çok eski
zamanlarda olup geçmişti.
"Acaba gelmez, kapımızı çalmaz mı bir kere?" diyordu
adam. Bunu söylerken gözlerinin önünde kara noktalar
oynaşmaya, döşemenin üstünde kara bir leke görünceye kadar
bakışlarını kapıya dikiyordu. Bunların o karanlık, ağır
günlerden kalma kan yahut matem tülleri olup olmadığını
kestiremezdi.
Bir gün böyle oturup dururken, acaba masal, eski gerçek
masallarda anlatılan prensesler gibi bir yerde saklanıp kendini
aratmak istemesin, diye ansızın bir şey geldi aklına. Eğer
bulunursa tekrar pırıl pırıl ortaya çıkar, yepyeni bir ihtişamla,
eskisinden güzel göz alırdı.
"Masal, o ihtiyar sevgili ninecik kim bilir nerde gizleniyor,
belki de kuyu bileziğinin yanında salınıp duran bir ot sapının
içinde saklı. Dikkat! dikkat! Belki de solmuş bir çiçeğin
yaprakları arasına sokulmuş yahut raftaki büyük kitaplardan
birinin içinde yatıyor."
Adam kitap rafına doğru gitti, zekâsını keskinleştirmek için
kitapların en yeni çıkmış olanlarından birini aldı. Ama içinde
hiçbir çiçek yoktu. Danimarkalı Holger'den bahseden bir
kitaptı bu. Adam bahis konusu olan hikâyenin baştan başa aslı
olmadığını, bir Fransız keşişinin uydurması olduğunu okudu
kitapta. Hepsi bir romandan ibaretmiş. Sonradan Danimarka
diline çevrilmiş, basılmış olması gerekiyormuş. Danimarkalı
Holger diye bir kimse de yaşamamış, bu sebepten bizim
şarkılarda söylediğimiz, inandığımız gibi yeniden geri
dönmesine de imkân olamaz. Holger'in durumu tıpkı Wilhelm
Tell'in durumu gibi, inanılmasına imkân olmayan, bizim
büyük bir bilginlikle kitaplara geçirdiğimiz asılsız bir
hayalden ibaretmiş.
"Ama ben gene de inanıyorum ona." dedi adam. "Ateş
olmayan yerden duman çıkmaz."
Bunun üzerine kitabı kapadı, yerine koydu, pencere
kenarındaki taze çiçeklere doğru yürüdü.
Masal belki de orada, yapraklarının kenarı altın yaldızlı
kırmızı lâlenin yahut taze gülün yahut da pırıl pırıl parlayan
kamelyanın içine gizlenmişti. Yaprakların arasında gün ışığı
oynuyordu ama masal değil.
Yas günlerinde burada duran çiçekler, şimdikilerden çok
daha güzeldi. Ama onları kesmişler şimdi, hepsini demet
yapmış, tabutların üstüne koymuş, daha üstüne de bir bayrak
yaymışlar. Belki de çiçeklerle birlikte masalı da gömmüşler.
Ama gömseler, çiçeklerin buna dair bilgileri olması gerekirdi.
Tabutların bunu duyması, toprağın duyması, yerden fışkıran
her küçücük ot sapının bunu anlatması gerekirdi. Ama masal
hiçbir zaman ölmez.
Belki de burada bulundu, tık tık kapıyı bile vurdu belki.
Ama o zaman ona kim kulak verecek, kim anlayış
gösterecekti ki? İlkbaharın ışıklarına, kuş cıvıltılarına, bütün
sevinçli yeşilliklere gamlı, neşesiz, nerdeyse öfkeli gözlerle
bakıyorlardı. Diller, o millet gibi taze, eski şarkılara karşı
görevini yapmıyordu. Bunlar kalp için aziz olan birçok
şeylerle birlikte tabutlanıp mezara gömülmüş. Masal belki de
o zaman kapıyı çalmış olabilir, ama içerden duymamışlar, ona
hoş geldin dememişler. Uzakta kalmasının sebebi buydu.
"Ben gidip arayacağım onu."
"Haydi, dışarıya, kırlara, açık denizlerin kıyısındaki
ormanlara! Hadi!"
"Dışarıda şehrin ırağında duvarları kırmızı, çalısı köşeli,
kulesinde bayrağı dalgalanan bir şato var. Orada bülbül,
bahçede çiçeklenen elmaları görüp güller açtığını sanarak
kenarları saçaklı kayın yapraklarının içinde şakır. Burada
arılar yaz güneşinde çalıştılar, şimdi vızıltılı şarkılarıyla
kraliçelerinin etrafını sarıyorlar. Güz fırtınası, düşmanı
şiddetle kovalayan orduların, insan nesillerinin, hepsi göçüp
giden ağaç yapraklarının hikâyesini anlatıyor. Noel
günlerinde eski evlerimizde ocakta yanan ateşe karşı oturup
kendimizi şarkılar, masallar dinlemeye hazırlarken, yabani
kuğuların şarkıları açık sulardan yankılanır, ta bize kadar
gelir.
Kızı arayan adam, aşağıda alaca karanlığı ile zevk
gezginlerini kendine çağıran yabani kestanelerin süslediği
ağaçlıklı yolda yürüyordu. Rüzgâr bir zaman ona Waldemar
Dee ile kızlarının hikâyesini uğuldaya uğuldaya burada
anlatmıştı. Masal ananın kendisi olan ağaç perileri, ihtiyar
meşenin son düşünü ona burada anlatmışlardı. Büyük annenin
yaşadığı zamanlarda burada tıraş edilmiş çitler vardı. Şimdi
aynı yerde yalnız eğrelti otlarıyla ısırganlar bitmiş. Bunlar da
aşağıda eskiden yapılmış taş heykellerin döküntülerine doğru
yayılıyor. Bu heykellerin gözleri üstünde yosunlar bitmiş,
ama gene de eskiden olduğu kadar görebiliyorlar. Masal
peşinden koşan adam, aynı şeyi yapamıyor, masalı göremiyor,
neredeydi acaba?
Yüzlerce turna başının üstünden, ağaçların üstünden uçup
gidiyor: "Git buradan! git buradan!" diye bağrışıyorlardı.
O da bahçeden çıkıp gitti. İstihkâm hendeklerinden
geçerek, küçük kızıl ağaç ormanına varmıştı. Burada tavuk
kümesleriyle altı köşeli küçük bir ev var. Kümes hayvanlarına
bakan ihtiyar kadın odanın ortasına oturmuştu. Tavuklarla
ördeklerin yumurtladığı her yumurtayı bilirdi bu kadın,
yumurtalardan çıkan her civcivi tanırdı. Hepsi hakkında tam
bir bilgi sahibiydi. Ama adamın aradığı masal bu değildi.
Kadın masal olmadığını komodinin içinde duran Hıristiyan
kilisesinden alınmış vaftiz kâğıdı ile aşı kâğıdıyla da ispat
edebilirdi.
Dışarıda, üstü ak dikenler, sarı salkımlarla örtülü bir tepe
vardı. Evden de uzak değildi. Yıllarca önce küçük bir şehrin
mezarlığına getirilmiş, eski bir mezar taşı vardı burada.
Namuslu belediye başkanlarından biri için dikilmiş bir anıttı
bu. Hepsi de ellerini kenetlemiş, dik yaka kıvrımlarıyla taşa
yontulmuş bir halde, karısı, beş kızı adamın etrafını almışlar.
İnsan bu anda, düşünceleri üzerine bir tesir yapıncaya kadar,
bu düşünceler tekrar taşa tesir edinceye kadar, uzun uzun
bakabiliyordu. O zaman anıt eski zamanlardan söz açar. Hiç
olmazsa masal arayan adamda öyle olmuştu. Nihayet buraya
gelince belediye başkanı için yapılan heykelin tam alnı
üstünde canlı bir kelebeğin oturduğunu gördü, kelebek
kanatlarını oynattı, kısa bir yeri uçarak geçti, hemen mezar
taşının yanına kondu. Orada ne bittiğini de göstermek
istiyordu. Tam yedi tanesi sımsıkı bir arada dört yapraklı
yonca vardı burada. Baht gelirse sürüsü pek gelir. Yonca
yapraklarını kopardı, cebine yerleştirdi. Baht da nakit akça
gibidir, ama adam yeni, güzel bir masal bulsam daha iyi
olurdu, diye düşünüyordu. Masalı burada da bulamamıştı.
Güneş iri, alev alev batıyordu, çayırlar tütüyor, bataklık
cadısı bira yapıyor.
Akşamdı, vakit geç olmuştu. Adam odasında tek başına
oturmuş, önündeki bahçeye, çayıra, bataklığa, su kıyısına
bakıyor. Ay pırıl pırıl, çayırın üstüne sis çöküyor, sanki büyük
bir göl meydana gelmiş. Masalda anlatılanlara bakılırsa
burada bir zamanlar bir göl de varmış. Ay ışığı masaldaki
manzarayı aydınlatıyordu. Adam tekrar şehirde okuduğu
şeyleri, Wilhelm Tell ile Danimarkalı Holger'i hatırladı.
Demek ki bunlar hiçbir zaman yaşamamışlar, ama halk
inanında yaşıyorlardı ya! Buradaki göl de, masaldaki canlı
manzaralardan biriydi. Evet, Holger, o Danimarkalı tekrar
gelecek bir gün.
Orada durmuş böylece düşünürken, pencereye çok sert bir
şey çarptı. Bir kuş muydu bu? Bir gece kuşu yahut baykuş
muydu? Evet, onlara kapı açılmaz, kapıyı vursalar bile.
Pencere kendiliğinden parça parça olmuş, ihtiyar bir kadın
oradan içeriye, adama doğru bakıyordu.
"Emriniz nedir?" diye sordu adam "Bu kadın kim? Tam
ikinci katın penceresinden bakıyor içeri. Merdiven mi var
altında?"
"Cebinizde dört yapraklı, bir yonca var sizin" diye cevap
verdi kadın, "Evet, hatta yedi tane var ondan, birisi altı
yapraklı."
"Kim bu kadın?" diye sordu adam.
Kadın: "Bataklık cadısı" diye cevap verdi. "Bira yapan
bataklık cadısı. Az önceye kadar çok işim vardı. Fıçıyı da
artık tıkamıştım. Ama küçük bataklık çocuklarından biri,
haşarılığından, çıkardı tıkacı fıçıdan, fırlattı, şatonun
yukarısına kadar attı, cama çarptı tıkaç. Şimdi biralar fıçıdan
akıp duruyor. Bu yaptığının da kimseye faydası dokunmadı."
"Ama söyleyin bana" diye söze başlamıştı adam.
"Evet, söyleyeceğim, bekleyin biraz" diye sözünü kesti
bataklık cadısı. "Yalnız şimdi başka işim var." dedi ve gözden
kayboldu.
Bataklık cadısı tekrar göründüğü zaman adam pencereyi
kapamak üzereydi.
"İstediğin oldu, dedi bataklık cadısı, ama yarım fıçı biraydı,
eğer hava elverişli olursa, yarın tekrardan hazırlanmam lâzım.
Fakat neydi sormak istediğiniz benden? Geri dönüp geldim,
çünkü her zaman verdiğim sözü tutmuşumdur. Cebinizde biri
altı yapraklı olmak üzere yedi tane dört yapraklı yonca var
sizin. Bu insanda saygı duygusu uyandırıyor. Kır yolunda
bitmiş ama birine tevcih edilen nişan alâmetidir bu. Herkes
bulamaz bunu. Neydi soracağınız benden? Öyle sâf sâf
bakmayın yüzüme, hemen gitmem lâzım. Bira fıçısı, bira
fıçısının kapağı bekliyor beni."
Adam bataklık cadısından masal hakkında bilgi istedi, ona
yolda rastlayıp rastlamadığını sordu.
"Hay Allah iyiliğinizi versin sizin!" diye bağırdı bataklık
karısı, "Yetmiyor mu bildiğiniz masallar size? Ben herkesin
kendine yetecek kadar masalı olduğuna inanırdım, sahiden
inanırdım buna. Yapılacak, önem verilecek başka işler var
burada. Artık çocuklar bile masaldan bıktı. Oğlanlara bir şey
mi vereceksiniz? Yaprak sigarası verin, kız çocuklarına da bir
eteklik hediye edin, daha çok hoşlarına gider. Masal
dinlemekmiş! Burada gerçekten başka şeyler var yapılacak,
çok daha mühim şeyler var!"
"Bununla neyi kastediyorsunuz? diye sordu adam. "Dünya
hakkında bildiğiniz nedir sizin?" Kurbağalardan başka bir şey
gördüğünüz var mı?"
"Bataklık ışıklarından sakının kendinizi!" diye cevap verdi
kadın. "Siz dışarıdasınız, başı boş bırakılmışsınız siz. Bataklık
ışıklarından konuşalım. Balaklığa gelin benimle beraber,
orada olmam lâzım. Orada size her şeyi anlatırım. Birazcık
acele edin Allah aşkına, yanınızdaki biri altı yapraklı, yedi
dört yapraklı yoncalar tazeliklerini yitirmeden, ay çıkmadan,
acele edin biraz.
Bataklık cadısı gitmişti.
Kuledeki saat on ikiyi çalmış. Üstünden bir çeyrek saat
geçmeden adam bahçeden dışarıya, avluya çıkmış, çayıra
varmış bulunuyor; sis başlamış, bataklık cadısı bira yapma
işine ara vermişti.
"Uzun sürer onların gelmesi" diyordu bataklık cadısı,
cinler, cadılar, insanlardan daha hızlı giderler, ben cadı olarak
doğduğuma memnunum."
"Neydi bana söyleyeceğiniz? diye sordu adam." Masala
dair bir şey miydi?”
Bataklık cadısı: "Başka şey bilmez misiniz siz kuzum? Hep
masal mı sorup durursunuz?" diye cevap verdi.
"Yarının şiiri hakkında da bazı açıklamalar yapabilirsiniz
belki?" diye sorularına devam etti adam.
"O kadar çabuk dörtnala kalkmayın bakalım" dedi bataklık
cadısı, "Sabırlı olursanız, cevaplarım sorunuzu. Şairlikten
başka şey yok kafanızda sizin, elinden her iş gelen orta
hizmetçisi o imiş gibi nedir diye sorup duruyorsunuz. Şiir
gerçektir, gerçekten en yaşlı şey o dur, ama en genç sayılır.
Ben tanıyorum onu, ben de bir zamanlar gençtim, bu da bir
çocuk hastalığı değildir. Bir vakitler sevimli bir peri kızıydım,
öteki perilerle beraber ay ışığında dans ettim, bülbül dinledim,
ormanlara gittim, her zaman dışarıda etrafı dolaşan masal
kızıma rastladım. Masal kızı kimi zaman yatağını yarı açılmış
bir lâlenin yahut bir çayır çiçeğinin içine serip yatar. Kimi
zaman kiliseye sokulur, orada mihrap ışıklarından aşağıya
sarkan matem çiçeklerinin içine gizlenir.
"Siz her şeyi mükemmel biliyorsunuz" diye bağırdı adam.
Bataklık cadısı: "Benim de sizin kadar bilgi sahibi olmam
lâzım şüphesiz" diye cevap verdi. "Masalla şiir aynı şey, aynı
kumaştan iki parça, hangisini isterseniz onu alınız. Sizin
bütün yaptıklarınızı, söylediklerinizi tekrar kotarmak,
bunların daha iyilerini, ucuzlarını bulmak kabildir. Benden
bedava alabilirsiniz onları. Bende şişelere çekilmiş bir dolap
dolusu şiir var. Bunlar öz şiirin hem acısından, hem
tatlısından yapılmış esanslar. İnsanlar şiir olarak ne
kullanıyorsa, hepsi şişeler içinde var bende. Bayram
günlerinde mendillerine serper, koklayabilirler."
"Söylediğiniz şeyler çok acayip geliyor insanın kulağına"
diye cevap verdi adam. "Gerçekten şişeler içinde şiir mi var
sizde?"
Bataklık cadısı: "Hem de sizin dayanabileceğinizden çok
fazlası." diye cevap verdi. "Yeni pabuçlarını kirletmemek için
ekmeğinin üstüne basan kızın hikâyesini biliyorsunuz belki.
Bu hikâye hem yazılmış hem de basılmıştır."
"Onu ben kendim anlattım" diye cevap verdi adam.
"Öyleyse biliyorsunuz hikâyeyi" diye devam etti cadı.
"Kızın çamurun içine çökerek bataklık cadısına kadar
indiğini, tam o sırada şeytanın büyük annesinin bira yapım
evini gezmek için gelmiş olduğunu da biliyorsunuz. Orada
bataklığa inen kızı görünce ziyaretinin bir hatırası ve bir sütun
kaidesi olarak kullanmak üzere onu kendisine hediye
etmelerini rica etmişti. Şeytanın büyük annesinin büyük
annesi buna karşılık bana bir dolap dolusu şiirle dolu şişe
hediye etti o zaman, bunları şimdiye kadar hiç kullanmadım,
Dolapta onların durması gereken yeri de gösterdi bana. Hala
orada duruyor hepsi. Bakın bir kere sizin cebinizde, içinde bir
tanesi altı yapraklı olan yedi tane dört yapraklı yonca var, siz
onun için görebilirsiniz onu, hiç şüphesiz."
Gerçekten bataklığın ortasında bir kızılağaç yumrusuna
benzeyen tuhaf bir şey duruyordu. Bu şeytanın büyük
annesinin büyük annesinin dolabıydı. Bataklık cadısı bu
dolabın, kendisine olduğu kadar herkes ve her memlekette,
her zaman açık olduğunu iddia ediyordu. Yalnız bir kere
nerede olduğunu öğrenmesi lâzımdı. Yanlarından, önünden,
arkasından, her yanından açılabilirdi. Eski bir kızıl ağaç
yumrusu gibi gözükmesine rağmen mükemmel bir sanat
eseriydi o. Başta bizim memleketinkiler olmak üzere
dünyadaki bütün şairlerin tekrarları vardı burada. Onlardaki
ruh, düşünce haline getirilerek çıkartılmış, tenkitleri yapılmış,
yenileştirilmiş, koyulaştırılmış, şişelere doldurulmuştu.
Şeytanın büyük annesi, dâhice değilse de, bugün kullanılan
deyimi ile büyük bir sezişle, şu veya bu şaire aynı tadı veren
şeyleri seçmiş, içine biraz şeytan şeyi katmış, sonrada şiirini
bütün yarınki zamanlara sunulmak üzere şişelere
doldurmuştu.
"Şunları bir kere gösteriniz bana" dedi adam.
"Memnuniyetle" diye cevap verdi bataklık cadısı, "Ama
bilmeniz gereken önemli bazı şeyler daha var."
Adam: "Öyle ama tam dolabın önündeyiz şimdi" diyerek
dolabın içine bakmaya başladı. "Burada her büyüklükte
şişeler dolu. Şunun içinde ne var? Ya şunun içinde?"
"Bunun içinde mayıs ayının kokusu var, adı öyledir" dedi
bataklık cadısı. "Şimdiye kadar hiç kullanmadım onu. Ama
toprağın üstüne bundan bir damla damlatır damlatmaz hemen
zambaklarıyla, yabani kıvırcık naneleriyle güzel bir orman
gölünün ortaya çıkacağını biliyorum. Dolapta duran eski
kitaplardan birine, bu suyun en aşağı cinsinden sadece iki
damla dökerseniz, hemen bir tiyatro oyunu haline gelir, hem
de mükemmel sahneye konulabilen bir tiyatro eseri. Siz de
mükemmel uyursunuz, öyle keskindir kokusu. Üstünde "Cadı
karısı mamulâtından" diye bir etiket bulunmasının sebebi,
herhalde bana karşı bir nezaket eseri olacak.
Şurada duran skandal şişesidir. Bakılınca içinde yalnız kirli
su var sanılır, kirlidir de içindeki. Ama şehir dedikodusundan
yapılmış maya tozu ile üç yarım ons yalan, iki kırat da doğru,
bir kayın dalı ile çalkalanarak meydana getirilmiştir. Dalın
kayın dalı olması lâzımdır. Salamuraya konulmuş, günahkârın
kanlı vücudundan kesilmiş yahut da okul hocasının kullandığı
değnek gibi şeyler bu işte kullanılamaz. Doğrudan doğruya su
oluklarını temizlediğimiz süpürgeden çıkarılmış kayın
dalından bir sap lâzımdır bunun için.
Şu şişenin içinde de ilâhi edasıyla sofuca yazılmış şiirler
var. Bunun her damlası, cehennem kapılarının gıcırtısını
andıran sesler çıkarır. İndirilen kırbaçların vücuttan fışkırttığı
terle kandan yapılmıştır. Kimileri bunun güvercin safrasından
başka bir şey olmadığını söylüyorlar. Ama güvercinler en
sofu hayvanlardır. Bundan başka, denildiğine göre, safraları
da yoktur güvercinlerin, tarihte böyle bir şey yoktur.
Şurada şişeler şişesi, şişelerin padişahı dururdu. Dolabın
yarısını kaplamıştı. İçi günlük hikâyeler dolu, ağzı da domuz
derisi, sidik kesesiyle tıkanmıştı. Çünkü kuvvetinden bir şey
kaybetmeye dayanamıyordu. Her millet bu şişeyi bir türlü
tutup çevirerek onunla kendi çorbasını hazırlayabilir. Eski
Almanların eşkıya etinden yapılmış kan çorbası, içinde gerçek
danışman bayların havuç parçaları gibi yüzdüğü bol sulu
kiracı çorbası da bununla yapılırdı. Bu çorbanın üzerinde
yıldız yıldız felsefe yağı yüzer. İngiliz hükümet çorbasıyla
Fransızların horoz kemiklerinden serçe yumurtalarından
yaptıkları potage â la kock, Danimarkalıların Cancan
çorbaları da onunla hazırlanırdı.
Burada da bir şampanya şişesinin içinde trajedi duruyordu.
Her an patlayabilir, patlaması da lâzımdır. Komedi ise ince
kuma benziyordu. Seyircilerin gözlerine serpilmek için çok
elverişliydi, yeni komedilerin inceleriyle bu iş iyi
başarılıyordu. Komedilerin kabası da aynı şekilde şişelere
doldurulmuştu. Ama yalnız yarına ait ilânlardan ibaretti
bunlar, piyesin adı, bütün kuvveti idi. Bunlar arasında
harikulâde komedi adları vardı."
Adam kendini iyice düşüncelere bırakmıştı ama bataklık
cadısının düşünceleri onunkinden daha ileri de gidiyordu.
Adamın nihayet merakını doyurmasını istiyordu.
"Yeter derecede seyrettiniz bu maskaralığı" dedi. "Dolabın
içinde neler olduğunu biliyorsunuz artık. Ama bilmeniz
gereken en önemli şeyi hâlâ öğrenmediniz. Cinler şehirde!
Bunun şiirden, masaldan daha büyük önemi vardır. Aslını
sorarsan çenemi tutmamın tam zamanıydı şimdi, ama bana
hükmeden kuvvetin bir alın yazısı, bir kader olması gerek.
Dilimin ucunda, onu mutlaka söylemem gerekiyor. Cinler
şehirde! Serbest bıraktılar onları! İnsanlar kendinizi koruyun!'
"Söylediklerinizin bir kelimesini bile anlamadım" dedi
adam.
"Lütfen zahmet edin, şu dolabın üstüne oturun." diye
devam etti bataklık cadısı, ama içine yuvarlanıp şişelerimi
kırmayın sakın. Onların içinde ne olduğunu biliyorsunuz. Ben
şimdi asıl büyük olayı anlatacağım. Vaka dün oldu, ama aynı
şey daha eskiden de olmuştu. Bu defa üç yüz altmış dört gün
sürecek. Bir yılda kaç gün olduğunu biliyorsunuz tabii?"
Bataklık cadısı anlatmaya başladı:
"Dün buradaki bataklıkta büyük bir olay geçti. Bir çocuk
bayramı oluyordu. Küçük bir cin doğdu. Daha doğrusu on iki
cin doğdu. Bunlar, istedikleri zaman insan kılığında görünüp
sanki doğuştan insanmışlar gibi hareket edebilen, kumanda
verebilen cinlerdi. Bu bataklık için de büyük bir olay. Onun
için erkekli, dişili bütün o cüce cinler, küçük ışıklar halinde,
bataklığın, çayırın üstünde dans edip duruyorlardı. Evet,
aralarında hanımefendiler de vardır onların, ama onlardan
bahsetmek âdet değildir. Ben dolabımın üstüne oturmuştum.
Yeni doğmuş on iki cin yavrusu da kucağımdaydı. Ateş
böceği gibi parıldıyorlardı hepsi; kucağımda sıçramaya
başlamış, her dakika daha büyüyorlardı. Bir çeyrek saat
geçmeden babaları, amcalarıyla boy ölçüşecek hale geldiler.
Çok eski zamandan kalma, hiç değişmez bir yasa vardır: Eğer
ay aynen dün akşamki durumda bulunur, rüzgâr da dün akşam
estiği gibi eserse, bu saatte ve bu dakikada doğan bütün
bataklık ışıklarına insan olmak müsaadesi ve gücü bağışlanır.
Ondan sonra bunlardan her biri bir yıl süresince etrafta
dolaşır, ellerinden geleni yapabilirler. Bataklık ışığı kırları,
hatta dünyayı dolaşabilir. Korkusu yoksa bir gün sert bir
fırtınada sönüp gitmek üzere denize de düşebilir. Doğrudan
doğruya bir insanın içine de girer, o zaman da ona istediği
şeyleri söyletir, istediğini yaptırır. Bataklık ışığı her çeşit
erkek, kadın kılığına girebilir, insanın ruhuna, kendi
yaradılışına uygun hareketler yaptırır, hangi amaca varmak
istiyorsa varır. Ama bir yılın üç yüz altmış dört günü içinde,
üç yüz altmış dört kişiyi baştan çıkarabilecek bilgiye, güce
sahip olabilmeli, onları doğruluktan, halislikten
çevirebilmelidir. O zaman bir bataklık ışığının ulaşabileceği
en yüksek mertebeye ulaşır, şeytanın saltanat arabasına
öncülük etmek şerefini kazanır, alev kırmızısı mantoyu eline
geçirir, alev solumak gücünü edinir. Her basit bataklık
ışığının ağzının suyu akar buna. Ama bunlar, bir gün dünyada
bir rol oynamayı düşünen şerefli bir bataklık ışığı için birçok
tehlikelerle, güçlüklerle beraberdir. İnsanlardan biri işin
farkına varır, kimi gözüne kestirdiğini anlar da onu
öfkelendirirse, mahvolmuştur, bataklığa dönmek zorundadır
artık. Eğer bataklık ışığı yıl sonuna erişmeden ailesine
dönmek hasretini duyar, bu hasrete boyun eğerse o zaman
mahvolmuştur. Artık pırıl pırıl yanamaz, çok geçmeden söner,
bir daha da yakılmasına imkân yoktur. Yıl sonuna ulaştı da
henüz üç yüz altmış dört kişiyi doğrudan, iyiden, güzelden
ayartamadı ise, o zaman çürümüş bir ağacın içinde oturmaya,
orada hiç kımıldamadan yatmaya mahkûm edilir. Bu da canlı
bir bataklık ışığı için en korkunç cezadır. Ben bütün bunları
bildiğim için kucağımda oturan on iki küçük cine de anlattım.
Sevinçlerinden kendilerinden geçtiler. Onlara şereften
vazgeçerek, hiçbir iş yapmamanın en rahat, en güvenli yol
olduğunu söyledim. Ama küçük alevcikler böyle bir şeyi
işitmek bile istemiyor, hayallerinde kendilerini daha şimdiden
kıpkızıl, alev solur bir halde görüyorlardı. Yaşlılarından
birkaçı, bizim yanımızda kalın dediler onlara. Kimileri de
insanlarla olan oyununuzu oynayın diyordu. İnsanlar kurutma
kanalları açıyor, bizim çayırlarımızı kurutuyorlar.
Çocuklarımızın hali ne olacak? Biz alev alev yanmak
istiyoruz, diyordu, yeni doğmuş bataklık ışıkları. Buna karar
verdiler de.
Bunun üzerine hemen birkaç saniye süren bir balo başladı,
bundan daha kısa süren balo düşünülemez. Peri kızları
kendilerine kibirli diye tellal çağırtmamak için, bütün orada
bulunanlarla üçer defa dans ettiler. Onlar asıl kendi aralarında
dans etmeyi severler. Arkasından vaftiz armağanları dağıtıldı.
Armağanlar, bataklık sularının üstünden çakıl taşları gibi
sekiyordu. Peri kızlarından her birisi, üstündeki tülün
ucundan bir parça armağan etmişti. Bunu yaparken, al bunu
diyorlardı, bunu alırsan derhal yüksek dansları, bükülmeleri,
dönmeleri başarabilirsin. Dansta en iyi figürleri öğrenir, en
resmî kimselerin toplantılarına katılabilirsin. Alaca baykuş
genç cinlerden her birine "Brav-bra - bra!" diye bağırmasını,
bunun en uygun nerede söyleneceğini öğretiyordu. Çünkü bu
mükâfatı kendi içinde olan büyük bir kabiliyet eseridir.
Baykuşla leylek de havadan bir şeyler düşürmüşlerdi. Ama
düşüncelerine göre bunlardan bahsetmeye bile değmezdi.
Onun için biz de bahsetmiyoruz. Tam o sırada bataklık kralı
Waldemar'ın akını başlamıştı. Ama sayın baylar buradaki
bayramı duydukları zaman armağan olarak birkaç tane
harikulade köpek gönderdiler. Bunlar etrafta rüzgâr gibi
koşuşan, bir yahut üç cini rahat rahat beraber taşıyabilecek
durumda köpeklerdi. Binicilikleriyle geçinen iki ihtiyar Alp
hortlağı da bayrama katılmışlardı. Bunlar oradaki cinlere
hemen bir anahtar deliğinden geçme sanatını öğrettiler. Bunu
başarabilen cine bütün kapılar açıktır. Genç bataklık ışıklarına
onları şehre götürmeyi teklif ettiler. Şehri iyi tanıyordu onlar.
Umumiyetle yalnız enselerinden arkaya sarkan kendi uzun
saçlarına binerek uçarlar, üstünde sıkı oturabilmek için
saçlarını bir düğüm haline getirirlerdi. Yalnız bu defaya
mahsus olmak üzere akınla gelen köpeklerin üstüne,
prensesler gibi oturmuşlar, insanları baştan, yoldan çıkaracak
cinleri de kucaklarına alıp önlerine oturtmuşlardı. Bir anda da
uçup gittiler. Bütün bunlar dün gece oldu. Bataklık ışıkları
şehirde şimdi artık işe koyuldular bile. Ama nasıl? Ne
şekilde? Bunu kim söyleyebilir? Büyük ayak baş parmağımın
üstünde oturan bir hava peygamberim vardır benim. Her
zaman türlü türlü şeyler anlatır bana."
"Ama bu anlattığınız mükemmel bir masal" dedi adam.
"Belki böyle mükemmel bir masalın ancak başlangıcı" diye
cevap verdi bataklık cadısı. "Bataklık ışıklarının şimdi nasıl
oynaştıklarını, neler yaptıklarını, insanları eğri yola
sürüklemek için hangi kılıklara girdiklerini anlatabilir misiniz
bana?"
"Her bölümü bir bataklık ışığına ayrılmak şartıyla on iki
bölümlü koskoca bir roman yazabilir bu konuda, bana öyle
geliyor, dedi adam, daha iyisi halk için bir piyes belki de."
"Bunu yazmak size yaraşır" diye cevap verdi bataklık
cadısı." Yahut da en iyisi hiçbir şey yazmamak."
"Tabii en rahatı, en güzeli bu" dedi adam. "O zaman
gazetelere koşup parçalanmaya da lüzum kalmaz. Bu da
bataklık ışığının çürümüş bir ağaç içinde oturup parmağını
bile kımıldatmaya izni olmadan ışıması gibi bir şey, onun
kadar tatsız."
"Benim için hepsi bir" dedi bataklık cadısı. "Ama daha iyisi
başkalarına yazdırın, hem de bir kısmını yazı işinden
anlayanlara, bir kısmını da anlamayanlara yazdırın. Bir şiir
dolabını şişelere boşaltmasını bilen bir fıçı tıkacım var benim,
onu vereyim size. Ona istediğinizi yaptırabilirsiniz. Ama siz
oldukça mürekkep yalamış biri gibi geliyorsunuz bana, her yıl
masal avcılığına çıkmak hevesine kapılmayacak kadar da
yaşlanmış, sakinleşmişsiniz. Şimdi yapılacak daha önemli
işler var. Herhalde bahis konusu olan şeyi kavrıyorsunuz?"
"Bataklık ışıkları şehirde!" dedi adam. "Bunu duydum,
anladım manasını da, ama siz ne yapmamı istiyorsunuz
benim? Eğer bankalarına, bakın şu saygı değer ceketine
bürünerek giden zat, bataklık ışığıdır, diyecek olsam, bana
müthiş kabalıklar yaparlar.
"Yalnız ceket değil, pantolon da giyer onlar" dedi bataklık
cadısı. "Bataklık ışığı her kılığa girebilir, her yerde ortaya
çıkabilir. Kiliseye gider ama Tanrı adına değil, belki papazı
tehlikeye atmak için. Seçim gününde bir nutuk çeker, ama
vatan, memleket için değil, kendi yararı için. Gerek boya
çanağı içinde, gerekse tiyatro çanağı içinde bir sanatçıdır o,
ama tam kudreti eline geçirirse çanaktan eser kalmaz. Boyuna
gevezelik edip duruyorum ben de. Dilimin ucundakini
söylemem lâzım, ailemin aleyhinedir bu, ama baskı yapıyor
bana, insanların kurtarıcısı yapmak istiyor beni. Bu da iyi
niyetle, kurtarıcılık madalyası almak için olmuyor gerçekten.
Ben elimden gelebilecek en budalaca işi yapıyorum,
söylediklerimi bir şaire söylüyorum. Çok geçmeden bütün
şehir duyacak bunu."
"Şehir buna değer verip üzülmez, merak etme!" dedi adam.
"Bununla ilgilenecek tek kişi yoktur orada. Şimdi ben bütün
çevikliğimle. "Bataklık ışıkları şehirde! Böyle diyordu
bataklık cadısı, kendinizi koruyun!" diye bağırsam herkes
gene bir masal anlattığıma hükmeder.
Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız