Kasım 24, 2024

Andersen Masalları (BATAKLIKLAR KRALININ KIZI) (I)

BATAKLIKLAR KRALININ KIZI

 


Leylekler yavrularına birçok güzel masallar anlatırlar.
Bunların hepsi sulak yerlerde, bataklıklarda geçer. Çoğu da
yavruların anlayış güçlerine yaşlarına uygun hikâyelerdir.
Leylek, yavrularının en küçüklerine, kaşın, kımıldan gibi
sözler söylenince bunlar sevinçlerinden bayılırlar... Bu sözleri
fevkalade bulurlar. Ama biraz daha yaşlıları, manaca daha
zengin masallar dinlemek yahut aileleri hakkında bilgi
edinmek isterler. Leylekler arasında bugüne kadar söylenen
en eski, en uzun iki masal vardır ki bunlardan birini hepimiz
biliriz. Bu da Musa peygambere ait olanıdır. Musa'nın anası
tarafından Nil nehrine nasıl bırakıldığını, sonra kralın kızı
tarafından bulunarak sarayda nasıl iyi bir terbiye gördüğünü,
nasıl büyük bir adam olduğunu, bugün de mezarının nerede
olduğu bilinmediğini anlatan hikâyedir.
İkincisi henüz yayılmamıştır. Bunun da sebebi belki de
yalnız leyleklerin memleketi içinde geçmiş olmasıdır. Bu
masal bin yıldan beri ana leyleklerden yavru leyleklere
anlatılmış, her zaman, her anlatım onu biraz daha
güzelleştirmiştir. Tabii bizde aynı masalın en güzel şeklini
anlatacağız.
Bu masalı ilk söyleyen, hikâyede kendileri de rol almış bir
leylek çiftidir. Bunlar yazı geçirmek için Jütland'da
Skagen'den çok uzak olmayan blok evlerden biri üstünde
yuva yapmışlardı. Civarda anlatılanlara göre, bugün de orada
muazzam bir bataklık vardır. Yine aynı söylentilere bakılırsa
buraları eskiden denizmiş, sonraları deniz dibi yükselince
kara haline gelmiş. Bugün dört yanı sulak çayırlar, dibi
yumuşak bataklıklarla çevrili, miller boyunca devam
etmektedir. Üstünde yalnız böğürtlenle bir kaç bodur ağacına
yetişir. Hemen hemen her zaman koyu bir sis altındadır. Yakın
zamanlara kadar bu bölgede kurt da bulunurmuş. "Yaban
batağı" adını gerçekten hak ettiğine bakılırsa buranın bin yıl
önce ne kadar yolsuz, bataklık, göllerle ne kadar dolu olduğu
anlaşılır. Eskiden burada ne varsa bugün de aynı şeyleri bir
bir bulmak mümkündür. Kamışlar o zaman da aynı boydaydı,
yaprakları bugünkü gibi uzundu, menekşe renginde tüylü
çiçekleri vardı. Kayın ağaçlarının kabukları da şimdiki gibi
akçıl, yaprakları gevşecik, bembeyaz, aşağıya doğru sarkardı.
Burada bulunan canlı yaratıklara gelince, sinekler o zaman da
bugünkü gibi biçilmiş, çiçekli elbiseler giyer, leyleklerin
üniforması da siyah beyazla kırmızı çoraptı. Buna karşılık o
zamanki insanların elbise biçimleri bugünkünden başkaydı.
Ama hür yahut köle olsun o zaman bu bataklığa gelmeye
cesaret eden avcıların başına ne gelirse bugün de aynı şey
gelir. Eskiden buraya gelenler batağa düşerler, anlatıldığına
göre, dipteki geniş ülkelere hükmeden bataklıklar kralına
kadar inerlerdi. Buna sulak yerler kralı adı da verilebilirse de
bataklıklar kralı adı bize en uygun gibi görünüyor.. Leylekler
de krala bu adı vermişlerdir. Onun hükümran olduğu devlet
hakkında pek az şey bilinirdi, belki en iyisi de budur.
Limf fiyorduna bitişik, bataklığın hemen yanında, yukarıda
söylediğimiz üç katlı, mahzenli blok ev vardı. Leylek evin
çatısı üstüne yuva yapmış, ana leylek de yumurtaları üstünde
oturuyordu. Yumurtalardan mutlaka yavru çıkacağından
emindi.
Bir akşam baba leylek gecikmiş, dışarıda her zamankinden
fazla kalmıştı. Yuvasına döndüğü zaman çok sinirli, heyecanlı
görünüyordu. Ana leyleğe:
"Sana çok korkunç bir şey anlatacağım" dedi.
"Aman anlatma öyle şey, diye cevap verdi ana leylek,
kuluçkaya yattığımı unutma. Korkarsam, yumurtalara zarar
gelir."
"Ama anlatacaklarımı senin öğrenmen lâzım. Mısır'daki ev
sahiplerimizin kızı geldi. Bu uzun yolculuğa cesaret etmiş.
Geldi ve hemen döndü."
"O mu? Peri cinsinden olan kız mı geldi? Aman anlat
bekletme beni. Biliyorsun fazla beklemek kuluçka yatanlara
çok zarar verir Çabuk söyle ne olmuş?"
"Analık, diye cevap verdi baba leylek, senin de o zaman
bana anlattığın gibi, doktorun söylediklerine sahiden inanmış
o. Buralarda yetişen bataklık çiçeklerinin hasta babasına iyi
geleceğini sandığı için tüy elbisesiyle buraya kadar uçup
gelmiş. Yanında her yıl mutlaka buralarda yıkanarak
gençleşmek için kuzey bölgelerine gelen öteki tüy elbiseli
prenses de vardı. Ama geldiler ve hemen döndüler."
Ana leylek, "ne kadar yavaş anlatıyorsun, diye
homurdandı. Nerdeyse yumurtalarım soğuyacak bu kadar
işkenceye dayanamam ben, söyle çabuk, sonra ne oldu?"
"Ben de buna dikkat ediyorum ya canım, dedi baba leylek
ve devam etti: akşama doğru sazlıktaydım, batağın beni
taşıyabildiği yerlerde dolaşırken birdenbire üç kuğu karşıma
çıkıverdiler. Kanat vuruşu gibi bir ses bana, dikkat et, dedi,
bunlar sahici kuğu değil, yalnız kuğu derisi giymişler. Sen de
bunu benim gibi fark edersin değil mi analık? Bunların
sahicileri nasıldır, sen de bilirsin bunu."
Elbette, diye cevap verdi ana leylek, ama söyle nihayet,
prenses ne oldu? Sabırsızlıktan çatlayacağım. Hâlâ bana kuğu
derisinden bahsediyorsun.
"Bildiğin gibi orada, batağın tam ortasında, göle benzer bir
yer vardır, diye baba leylek devam etti. Biraz doğrulursan
buradan da görebilirsin. İşte orada, bataklığın kıyısındaki
kamışlığa doğru, bir kızıl ağaç gövdesi yere uzanmıştır. Üç
kuğu onun üstüne oturdular, kanat çırpıp etraflarına
bakındılar. Aralarından bir tanesi kuğu derisini üstünden
atınca bizim Mısır'da tünediğimiz evin prensesi olduğunu
anladım. Orada çırılçıplak oturuyordu. Siyah uzun saçlarından
başka bir şey yoktu üstünde. Öteki kuğulara, dipte gördüğünü
söylediği çiçeği koparmak için suya daldığı zaman kuğu
elbisesine dikkat etmelerini rica ediyordu. Ben de
söylediklerini aynen işitiyordum. Onlar başlarıyla dikkat
edeceklerini bildirerek ayağa kalktılar ve prensesin bıraktığı
elbiseyi havaya doğru kaldırdılar. Kendi kendime, bakın hele
diyordum, acaba elbiseyi ne yapmak istiyorlar? Belki prenses
de onlara aynı şeyi soruyordu. Aleyhine işlenen bu korkunç
suikastı o da kendi gözleriyle görmüştü. İki kuğu elbiseyi
almışlar, birlikte havalanmışlardı. "Dal suya, diye
bağırıyorlardı ona, bir daha asla kuğu elbisesiyle uçamayacak,
Mısır'ı asla bir daha göremeyeceksin! Burada bu yaban
bataklığında kal bakalım." Bunu söyleyerek kuğu elbisesini
parçaladılar, tüylerini o şekilde ditip yoldular ki, kar
yağıyormuş gibi dört yana saçıldı tüyler. Sonra da iki hain
prenses uzaklaşıp gittiler."
Ana leylek, "korkunç şey diye söylendi. Anlattıklarına
dayanacak halde değilim Ama söyle gene de, ne oldu sonra?"
"Prenses ağlayıp sızlamaya başladı. Gözlerinden dökülen
yaşlar kızıl ağacın gövdesi üstüne dökülüyordu. Bu sırada
gövde de kımıldamaya başlamasın mı? Çünkü doğrudan
doğruya bataklıklar kralının kendisiydi o, batakta oturup
yaşıyordu. Ağacın yavaş yavaş nasıl dönmeye başladığını
görüyordum. Az sonra ortada gövde diye bir şey kalmamıştı.
Uzun, çamurlu dalların göğe doğru uzandığını
seyrediyordum. Zavallı yavrucak bunu görünce korku ile
yerinden sıçradı ama altındaki batak oynuyordu. Burası öyle
bir yer ki beni bile kaldıramaz, nerde kaldı ki onu... Hemen
dibe doğru batmaya başladı. Ağacın gövdesi de birlikte
iniyor, kızı aşağıya doğru o çekiyordu. Bataklığın yüzünde iri,
gaz kabarcıkları belirdi. Sonra hiçbir şey görünmez oldu.
Böylece yaban batağına gömülüp kaldı prenses. Bir daha
elinde çiçekle Mısır’a asla dönemeyecek. Sen görsen bu hali
dayanamazdın, analık."
"Böyle şeyleri bana bu zamanda anlatmamalıydın, diye
cevap verdi ana leylek, yumurtalara zarar verebilir. Prenses
bir yolunu bulup kendini kurtaracaktır, kolaylıkla bir yardımcı
bulur o kendine. Ama sen yahut ben olaydık onun yerine de
göreydin, her şey bitmişti şimdi."
Baba leylek "ama ben her gün vaziyeti kollayacağım
bundan sonra" dedi, dediği gibi de yaptı.
Böylece uzun bir zaman geçti.
Bir sabah bataklığın derinliklerinden yeşil bir bitki sapının
yukarıya doğru fışkırmakta olduğunu gördü. Bitki suyun
yüzüne varınca yapraklarından biri dışarıya doğru büyüdü.
Ama bu yaprak durmadan genişliyordu. Hemen yanı başında
da bir tomurcuk gelişmeye başlamıştı. Bir sabah baba leylek
bu tomurcuğun üstünden uçarken sıcak güneş ışıklarının
tesiriyle çiçeğin açılmış olduğunu gördü. Tam göbeğinde de
küçük sevimli bir çocuk, henüz banyodan çıkmış kadar güzel
bir kız çocuğu yatıyordu. Kız Mısırlı prensese o kadar
benziyordu ki, önce oymuş da küçülmüş sandı. Ama biraz
daha düşününce onun bataklıklar kralıyla prensesin çocukları
olması ihtimalinin daha kuvvetli olduğu neticesine vardı. Bir
su zambağının içinde yatmasının sebebi de buydu.
Leylek kendi kendine "o böyle yatıp kalamaz tabii, diye
düşündü, onu burada bırakamam. Fakat bizim yuvada da az
kalabalık değiliz hani. Yalnız bir şey aklıma geliyor. Şu bizim
korsan karısının çocuğu yoktur, her zaman çocuk ister durur.
Zaten her yerde küçük çocukları benim getirdiğim
söylenmiyor mu? Bari bir kere olsun bu konuda ciddi hareket
ettiğimi göstereyim. Şu çocuğu buradan uçurup götüreyim,
korsan karısının evine bırakayım. Ne kadar sevinirler kim
bilir."
Ve dediği gibi küçük kızı alıp blok evlere doğru, uçtu.
Oraya varınca pencereyi kaplayan deriyi gagasıyla deldikten
sonra çocuğu korsan karısının göğsüne bıraktı. Hemen ana
leyleğe uçarak bütün olup bitenleri anlattı. Anlattıklarını
yavrular da birlikte dinliyorlardı. Artık onlar da söylenenleri
anlayabilecek kadar büyümüşlerdi.
Baba leylek "görüyorsun, prenses ölmüş değil doğurmuş da
çocuğunu yukarıya bile yollamış. Onun da işi yolunda şimdi"
"Ben sana daha bunu baştan söylemiştim, diye cevap verdi
ana leylek, ama şimdi biraz da kendi çocuklarını düşün
bakalım. Çok geçmeden yola çıkmak zorunda kalacağız.
Kanatlarımın altı daha şimdiden kaşınmaya başladı. Guguk ile
bülbül yola çıktılar bile. Konuşurlarken işittim, bıldırcınlar
elverişli bir rüzgârın başlamak üzere olduğunu söylüyorlar.
Ben bizim yavruları tanırım, bu yolculuğa gayet iyi
dayanabilecek hale geldi onlar."
Korsan karısı sabahleyin uyanıp göğsünde küçük, sevimli
yavruyu görünce çok sevindi. Onu öpüyor, okşuyordu. Ama
çocuk cıyak cıyak bağırıyor, elleriyle ayaklarıyla durmadan
çırpınıyordu. Keyfinin yerinde olduğunu gösterecek ortada
hiçbir şey yoktu. Nihayet ağlamaktan bitkin bir hale gelince
uyuyup kaldı. Yataktaki hali çok güzeldi.
Korsan karısı o kadar sevinmiş, öylesine keyifli idi ki,
kocasının da bütün adamlarıyla birlikte, bu çocuk gibi ansızın
çıkıp gelivereceğine inanmıştı. Onun için kendi de evdekiler
de hazırlıklarla uğraşıyorlardı, etraflarına bakacak halleri
yoktu. Evdeki kızlarla birlikte kendi eliyle dokuduğu, üstüne
büyük tanrıları Odin, Thor ve Freia'nın resimleri işlenmiş,
uzun, renk renk örtüleri duvarlara asmışlar, etrafı onlarla
süslemişlerdi. Köleler kalkanları da, bunları da aynı maksatla
duvarlara asıyorlar, sıraların üstüne şilteler seriliyor,
divanhanenin ortasındaki ocağa hemen ateşlenebilecek
şekilde kuru odunlar yığılıyordu. Korsan karısı bütün bu
işlere kendisi de katıldığı için akşam olunca yorgun düşmüş,
gece de iyi uyumuştu.
Sabaha karşı uyandığı zaman müthiş korktu, dünkü küçük
çocuk hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolmuştu. Hemen
yataktan fırladı, bir yonga parçasını yakarak etrafı gözden
geçirdi. Bir de ne görsün, yatağının ayak ucunda, küçük
çocuğun yerine çirkin bir kurbağa yatmıyor mu? Hayvanı
görünce müthiş bir iğrenme duydu. Hemen eline kalın bir
sopa geçirdi, kurbağayı oracıkta öldürmek istiyordu. Ama
hayvan ona öyle tuhaf, mahzun bir bakışla baktı ki, sopayı
vuramadı. Bir kere daha gözleriyle bütün etrafı araştırdı.
Kurbağa sanki ona yalvarıyormuş gibi ürkek ürkek
bağırıyordu. Aklı fikri birbirine karıştı, yataktan pencere
deliğine doğru koştu, pencereyi açtı. O sırada güneş ufuktan
yükselmiş, yatakta yatan kurbağayı da ışıklarıyla
aydınlatıyordu. Birdenbire bu çirkin yaratığın geniş ağzı
büzülür gibi oldu, küçüldü, kırmızı bir renk aldı. Bacakları
güzelleşti, sevimli şekillere girmeye başladı. Nihayet o çirkin
kurbağanın yerinde, kendi küçük, sevimli çocuğunun yattığını
gördü.
"Bu da nesi, diye söylendi kendi kendine, kötü bir düş mü
gördüm acaba? Şu önümde yatıp duran, canım gibi sevdiğim
çocuk, o peri çocuğu değil mi?" Bunu söyleyerek kızı öpmeye
başladı, bağrına basıp okşadı. Ama çocuk bir yabani kedi
yavrusu gibi göğsünü tırmalayıp ısırıyordu.
Kocası korsana gelince: o da artık yola çıkmış olmasına
rağmen ne o gün, ne de ertesi gün eve dönebildi. Rüzgâr aksi
yönden esiyor, leyleklerin güneye doğru uçup gitmelerini
kolaylaştırıyordu. Zaten her zaman öyledir. Çoğu birine
düşmanlık eden, bir başkasına dostluk eder.
Böylece birkaç gün, birkaç gece geçtikten sonra artık
korsan karısı küçük çocuğun durumu hakkında aydın bir fikir
sahibi olmuştu. Korkunç bir büyü yapılmıştı bu çocuğa,
gündüz olunca ışık perileri kadar güzelleşiyordu. Ama kötü,
vahşi bir yaratılışı olduğu da muhakkaktı. Buna karşılık gece
olunca çirkin bir kurbağa kılığına giriyor, şikâyetli, mahzun
bakışlarla karşısında susuyordu. Burada gerek iç, gerek
görünüş bakımından birbirinden tam ayrı iki yaratılış bahis
konusu idi; birinin yerini de durmadan öteki alıyordu.
Leyleğin getirdiği küçük kızın gündüzleri anasının dış
görünüşünü alınca babasının ruhunu göstermesi, geceleri
babasıyla olan kan birliğini vücudunun şekliyle belli ettiği
halde anasının ruh, kalp güzelliğini açığa vurması bundandı.
Büyü gibi bir sanatın büyük kuvvetine karşı kim ne yapabilir?
Korsan karısı bunu düşünerek üzülüyor, ama her şeye rağmen
kalbini bu sevimli küçük yaratığa karşı duyduğu sevgiden
kurtaramıyordu. Kocası döndüğü zaman ona bu çocuktan
bahsetmenin doğru olmayacağını düşündü. Çünkü o zaman
kocası, memleketteki âdet gereğince, onu isteyen alıp
götürsün diye kır yoluna bırakacaktı. İyi kalpli korsan karısı
buna bir türlü razı olamıyordu. Çocuğu kocasına yalnız
gündüzleri göstermesi lâzımdı.
Bir sabah leylekler, havada yaptıkları büyük manevralardan
ve yüzlerce çift halinde evin damında geceleyip dinlendikten
sonra yola çıkmaya hazırlanıyor, havada kavisler çiziyorlardı.
Artık güneye doğru uçuşlarına bağlayacaklardı.
"Bütün erkekler hazır, diye bağrıştılar... Dişilerle yavrular
da keza...
Yavrular da buna karşılık: "Hafifçecik hissediyoruz
kendimizi, diye cevap veriyorlardı. Sanki karnımız canlı
kurbağalarla dolu, bacaklarımız öylesine karıncalanıp
kaşınıyor ki... Yabancı ülkelere yolculuğa çıkabilmek ne güzel
şey!"
Analarla babalar yavrularına "kafileden ayrılmayın sakın,
diye bağırıyorlardı. Tutun gagalarınızı biraz, durmadan
takırdayıp durmayın. Göğsünüze zarar verir sonra."
Ve uçup gittiler.
Tam o saatte boru sesleri de kırların üstünde yankılanmaya
başlamış, korsan, bütün tayfalarıyla birlikte, limana ayak
basmıştı. Goloi kıyılarından topladıkları zengin ganimetlerle
memlekete dönüyorlardı. Hâlbuki halk, şimdi Britanya'da
olduğu gibi oralarda da korku içinde:
"Yabani Normanlardan kurtar bizi ey tanrı!" diye ilâhiler
söylüyordu.
Yaban batağındaki korsan kalesinde nasıl bir hayat, bir neşe
başlamıştı. Baharlı bal şarabıyla dolu güğümler divanhaneye
taşınıyor, ateşler yakılıyor, atlar boğazlanıyordu. Bütün odalar
kızarmış et kokularıyla dolmuştu. Kurban merasimini yeden
papaz, sıcak at kanı serperek esirleri takdis ediyor, ocakta ateş
çatırdıyor, çıkan dumanlar tavanların altından gidiyordu.
Gerçi merteklerden yere isli yağ damlaları dökülüyordu, ama
herkes buna alışıktı. Misafirler davet edilmiş, büyük
ikramlarla ağırlanmakta, riya, hilekârlık unutulmuş, herkes
doldurup doldurup içmekteydi. Misafirler keyiflendiklerini
belirtmek isteyince sıyrılmış kemikleri birbirlerinin yüzüne
fırlatıyorlardı. Aralarında kendine mahsus bir durumu olan,
yarı oyuncu yarı muharip gibi seferlere katılarak şahit olduğu
olayları anlatan bir ozan, oradakilere şarkılar söylüyor, harpte
gösterdikleri kahramanlıkları övüyordu. Her kıtanın sonunda
bir nakarat tekrarlanıyordu: "İnsan gücünden kesilir, göçüp
gider nesiller. Hepsinin yerine ölüm gelir, yalnız nam kalır
ölmeden." Bu sırada armaların üstüne vuruyor, bıçakları
takırdatıyor yahut masalara kemiklerle vurarak müthiş bir
gürültü yapıyorlardı.
Korsan karısı açık divanhanede bir peyke üstüne
oturmuştu. Arkasında ipekli bir elbise vardı. Altın bilezikler,
kehribar gerdanlıklar takınmıştı. En güzel çağını yaşıyordu.
Ozan şarkılarında onu da anıyor, zengin kocasının getirdiği
altın hazinesinden bahsediyordu. Kocası yalnız gündüzün
aydınlıkta, bütün güzelliği içinde gördüğü sevimli çocuğuna
çok sevinmiş, onu görünce kendinden geçmişti. Çocukta
beliren vahşi haller hoşuna gidiyordu. Fikrine göre bu kız bir
gün devlerden bile yılmayan kalkanlı bakirelerden biri
olabilirdi. Usta bir el, keskin kılıcıyla şaka yapmak için onun
kaşlarını kesip koparmak isteyince gözünü bile
kırpmayacaktı.
Bal şarabıyla dolu güğümler boşalmış, yerine yenileri
getirilmişti. Eski zamanlarda içki sofralarından hemen öyle
kalkılmazdı. Dayanıklı insanlardı o zamanın adamları. Sık sık
şu atasözü kullanılırdı: "sığır çayırdan ahıra döneceği zamanı
bilir de akılsız midesinin ölçüsünü bilmez." Evet, bilmesine
bilirlerdi bunu ama bilmek başka şey, yapmak başka. Dost
dostun evinde fazla oturursa herkesi kendinden bıktıracağını
da bilirdi. Fakat buna rağmen buradakiler oturup
kalkmışlardı. Çünkü etle bal şarabı lezzetli şeylerdi. Saatler
neşe içinde geçip gidiyordu. Geceleyin köleler sıcak kül
içinde uyuyor, parmaklarını yağlı ise batırıp yağlanıyorlardı.
Acayip bir zamandı o zamanlar.
Korsan o yıl güz fırtınalarının başlamasına aldırmayarak
bir sefer daha tertipledi Adamlarıyla birlikte "sadece suyun
öte kıyısı" diye andığı Britanya sahillerine gitti. Karısı küçük
kızla birlikte evde kalmıştı. Çok geçmeden, o derin derin içini
çekip tatlı tatlı yüzüne bakan çirkin kurbağayı, önüne kim
gelirse ısırıp tırmalayan güzel çocuktan daha fazla sevmeye
başladığı muhakkaktı.
Sert esintilerle gelerek kuru yaprakları önüne katan ıslak
güz sisleri ormanları, kırları kaplamıştı. O bölgede tüysüz kuş
adı verilen kar, büyük sürüler halinde sökün etmeye başlamış,
kış yaklaşmıştı. Serçeler leylek yuvalarını ellerine
geçirmişler, göçüp giden bir saltanatla kendi hallerine göre
alay ediyorlardı. Bilhassa bu yuvada oturan, o çok yavrulu
leylek çifti şimdi nerelerdeydi?
***
Leylekler şimdi bizdeki en güzel yaz günlerinde olduğu
gibi sıcak bir güneş açan memlekette, Mısır'da idiler. Her
tarafta demirhindiler, akasyalar çiçekleniyor, Muhammed'in
hilâli, tapınakların kubbeleri üstünde parıldıyordu. Bazı leylek
çiftleri narin kulelerin üstüne konmuş, uzun yolculuklarının
yorgunluğunu çıkarıyorlardı. Büyük kafileler halinde
gelmişler, unutulmuş şehirlerin, harap mabetlerin muazzam
sütunlarına, yıkık kubbelerine yuva yuva üstüne kurmuşlardı.
Hurma ağaçları geniş taçlarını ta yukarılara kadar yükseltiyor,
sanki güneşe karşı şemsiye açıyorlardı. Akçıl ve kül rengi
ehramlar, çölün parlak ufkunda koyu gölgeden yırtmaçlar gibi
çiziliyordu. Bu çöl deve kuşlarının bacaklarını anlayışla
kullandığı, iri gözlü, zeki bakışlı aslanların yarısına kadar
kuma gömülü mermer sfenksi seyrettiği yerdi. Nil'in suları
çekilmiş, bütün nehir yatağı bu bölgedeki leylekgiller için çok
sevimli bir manzara almıştı. Yavru leylekler gözlerinin
kamaştığını sanıyor, her şey onlara o kadar eşsiz
görünüyordu.
Ana leylek: "Burası böyle bir yerdir işte, dedi. Bizim
memlekette her zaman böyledir." Bu sözleri duyan yavruların
mideleri gıdıklanmaya başlamıştı.
Yavrular: "Daha çok yerler göreceğiz değil mi? diye
sordular. İçerilere doğru, uzaklara, çok uzaklara gideceğiz
değil mi? Ana leylek:
"Görecek bir şey yok oralarda, diye cevap verdi. Bu bolluk
bölgenin hemen bitişiğinde, çok sık, içine girilmez bir orman
vardır. Ağaçlar orada iç içe girmiş, sarmaşık cinsinden dikenli
bitkilerle öylesine birbirlerine sarmaşmışlardır ki ancak fil,
kocaman ayaklarıyla kendine burada bir yol açabilir. Oradaki
yılanlar bizim için çok iri, kertenkeleler de fazla hızlı,
hareketlidirler. Çölün içerisine doğru giderseniz gözlerinize
kum kaçar. Bu gene en iyisidir. Ama daha kötüsü de olabilir,
karnınıza kadar kuma batabilirsiniz. Hayır, burası kurbağa,
çekirge dolu. Hepimiz burada kalacağız; ben de, siz de."
Orada kaldılar da.
Aralarında yaşlı olanları, narin minarelerin üstündeki
yuvalarında oturup dinleniyorlardı. Buna rağmen onların da
yapacak çok işleri vardı. Tüylerini düzeltiyor, gagalarıyla
kırmızı çoraplarını çekiyorlardı. Arkasından boyunlarını
havaya doğru kaldırarak ince, muntazam tüylü, yüksek alınlı
başlarını ciddiyetle yukarı yükselterek selâm veriyorlardı. Bu
sırada elâ gözleri pırıl pırıl yanardı. Kız leyleklere gelince,
bunlar içi özle dolu kamışlar arasında salına salına yürür,
öteki delikanlı leyleklere kaçamak bakışlarla bakar, aralarında
dostluklar kurar ve her üç adımda bir kurbağa yutarak yahut
küçük bir yılanı oraya buraya savurarak yürürlerdi.
Düşüncelerine göre bu haller onlara çok yaraşırdı. Avlarının
da onlara çok lezzetli geldiğinden şüphe edilemez. Genç
delikanlılar ise türlü şekillerde birbirlerine sataşır, kanat
kanata gelir, gagalarıyla dövüşür, hatta birbirlerini yaralar,
kanatırlardı. Arkasından, genç kızlarla delikanlılar, biri öteki
ile öteki bir başkasıyla nişanlanırdı. Bu da onların birbirlerine
açıkça söyleyemedikleri hayat amacı idi. Böylece yuvalar
kurulur, arkasından tekrar kavga başlardı. Çünkü sıcak
memleketlerde yaşayanların hepsi mizaçça ateşli olur. Ama
bu kavgalar da neşeli geçer, bilhassa yaşlı leylekleri çok
eğlendirirdi. Çünkü malûm ya, çocukların yaptığı her şey ana,
babalarına hoş görünür.
Orada bütün günler güneşliydi. Her gün için bol, çeşitli
yiyecek bulunuyordu Onun için leylekler zevkten, neşeden
başka bir şey düşünmüyorlardı. Ama Mısırlı ev sahiplerinin
sarayında durum böyle değildi. Buraya neşe bir daha
dönmemişti.
Zengin, kudretli prens, her tarafı tutulmuş bir halde,
duvarları renklerle süslü büyük salonundaki yatağında, bir
mumya gibi uzanmış yatıyordu. Akrabaları, hizmetçileri
etrafını çevrelemişlerdi. Ölmüş değildi. Ama ona kolay kolay
yaşıyor da denemezdi. Hayatta en büyük ihtirasla sevdiği bir
varlığın ona kuzey memleketlerinden derip getireceği şifalı,
kurtarıcı bataklık çiçeği hâlâ gelmemişti. Kuğu kıyafetine
girip ülkeler, denizler aşarak kuzey memleketlerine uçan genç
güzel kızı artık bir daha dönmeyecekti de. Çünkü saraya
dönen iki kız kuğu, onun oralarda kaybolup öldüğünü
söylemişlerdi. Kendi kendilerine uzun bir masal uydurmuş,
şunları anlatıyorlardı: "Üçümüz bir arada havalanmış,
yükseklerde süzülüp giderken bizi bir avcı gördü, bir ok attı.
Bu ok genç arkadaşımıza rastlayınca, arkadaşımız bir veda
şarkısı söyleyerek, ölüm halindeki bir kuğu gibi yavaş yavaş
aşağıya, ormandaki gölün ortasına indi Biz de onu aldık sahile
götürdük, etrafa serin kokular serpen salkımlı bir kayın
ağacının altına, gömdük. Buna rağmen onun öcünü almadan
da bırakmadık onu. Avcının saz kulübesinin damında yuva
yapan bir kırlangıcın kanadı altına ateş bağladık. Böylece
kulübe ateş alarak alevler içinde kaldı. Avcı da kulübeyle
birlikte kül oldu. Alevlerin aydınlığı gölü aşarak ta o salkımlı
kayın ağacına da kadar geliyordu. Şimdi arkadaşımız orada
yatıyor, tekrar toprakla toprak oldu. Bir daha asla Mısır'a
dönemeyecek."
Bunları anlatırken ikisi de ağlıyordu. Bu hikâyeyi dinleyen
baba leylek ise gagalarını takırdatıyor, çıkan ses etrafta
yankılanıyordu.
"Uydurma bütün anlattıkları, yalan hepsi diyordu. Gagamla
göğüslerini delmek geliyor içimden, sahiden istiyorum bunu."
Ana leylek "bu arada gaganı kırmak istiyorsun tabii, diye
cevap verdi. Kendini böyle şeylerden uzak tutsan iyi olurdu.
Önce kendini, sonra aileni düşüneceksin. Üst tarafı seni
ilgilendirmez."
"Ama ben yarın bütün bilginlerle bilgeler hastanın
durumunu incelemek için toplandıkları zaman yine açık
kubbenin bir tarafına oturacağım. O zaman belki de gerçeğe
daha çok yaklaşmış olacaklar."
Ertesi gün bilginlerle bilgeler dediği gibi toplandılar. Çok,
pek çok konuştular. Heybetle, muhabbetle, uzun uzun
konuştular. Ama leylek, konuşulanlardan hiçbir mana
çıkaramıyordu. Ne hasta hakkında, ne de onun yaban
batağındaki kızına dair hiçbir şey çıkmadı konuşulanlardan.
Ama biz bütün bunları dikkate almadan gene de söylenenlere
kulak misafiri olabiliriz. İnsanlar hayatta nelere kulak misafiri
olmak zorundadırlar!
Ama şimdi, daha önce olup bitenleri bir kere duyup
öğrenmek hepsinden önemli. Hikâyeyi o zaman daha iyi
anlamamız mümkün olacak. Hiç olmazsa baba leylek kadar
anlamamız mümkün olacaktır. Konuşanlardan biri şöyle
diyordu:
"Hayatı doğuran, devamını sağlayan aşktır. En yüce aşk da
en yüce hayatı doğurur. Onun hayatını da ancak aşk
kurtarabilir." Bilginler bu sözleri fevkalâde yerinde ve akıllıca
buldular.
Baba leylek "bu güzel bir düşünce" diye atıldı.
Ana leylek ise: "Ben bunu anlamıyorum, diye cevap verdi.
Ama suç bende değil, söylenen düşüncede, bu da, beni hiç
ilgilendirmez, çünkü benim düşünecek başka çok şeyim var."
Bunun üzerine bilginler aşkın ne olduğu üzerine bir
tartışma açtılar. Nişanlı gençlerin birbirlerine duydukları aşkla
ana babanın çocuklarına ve çocukların ana babalarına
duydukları aşk arasında yahut bunlarla çiçeklerin kâselerini
gün ışığına döndüren ve hasret duygusu uyandıran aşk
arasında fark olması gerektiğini söylüyorlardı. Bütün bu
konular o kadar etraflı, o kadar bilgince inceleniyordu ki,
baba leyleğin bunları değil tekrarlaması, uzun uzadıya takip
edebilmesi bile mümkün olmuyordu. Zihni derin düşüncelere
daldı, ertesi gün de gözleri yarı kapalı, akşama kadar tek ayak
üstünde öyle durdu. Edindiği bilgilere tahammül edebilmek
ona çok zor gelmişti.
Baba leylek buna rağmen bir noktayı kavramıştı, bunu da
gerek aşağı tabakadan şehir halkının, gerekse en yüksek
tabakadan kibar takımının kendisine açıkça söyledikleri
sözlerden anlıyordu. O da, prensin hasta yatması ve bir türlü
iyileşememesinin memleket için olsun, binlerce leylek için
olsun büyük bir felâket olduğu noktasıydı. Onun tekrar
iyileşmesi herkes için bir saadet, rahmet olacaktı. "Ama ona
sağlığı geri verecek olan çiçek nerede yetişiyordu?" Herkes
bunu sormuştu. Bilgince yazılmış kitaplardan, pırıl pırıl yanan
yıldızlardan, havalardan, rüzgârlardan ve akla gelebilecek
bütün dolambaçlı yollardan bunu sormuşlardı. Sonunda
bilginlerle bilgeler, az önce söylediğimiz gibi "hayatı
doğuran, devamını sağlayan aşktır. Baba leyleğin hayatını
sağlayacak da aşktır." demişler ve bu sözlerle kendi
anlayabildiklerini de aşan bir düşünceyi dile getirmişlerdi. Bu
formülü “hayatı doğuran, devamını sağlayan aşktır.” şeklinde
tekrarlayıp kâğıda geçirdiler. Ama formülün, nasıl
gerçekleşmesi gerekeceği meselesinde de ısrarla duruyorlardı.
Sonunda bu konudaki yardımın ancak babasını kalbiyle,
canıyla seven prensesten gelebileceği noktasında birleştiler.
Nihayet gidilecek yolu bulmuş oluyorlardı ve bu kararın
üstünde hepsi mutabık kaldılar. Prenses yeni ayın çıktığı gece
ve ay battıktan sonra çölün kenarındaki mermer sfenks'e
gidecek, heykelin ayak kaidesindeki kapının önünde bulunan
kumu temizleyecek, debdebe ve ihtişam içinde yaşamış
krallardan birinin mumyalanmış olarak yattığı büyük
piramitlerden birinin ortasına çıkan uzun yolu yürüyerek
geçecekti. Buraya gelince başını ölüye dayayacak ve ona
orada babasının hayatını nasıl kurtaracağı gaipten haber
verilecekti.
Prenses Mitini bu söylenenleri yapmış, rüyasında kendisine
kuzeyde Danimarka memleketinde yeri inceden inceye
bildirilen bir bataklığın içindeki lotus çiçeğini alarak eve
getirmesi bildirilmişti. Çiçek suyun derinlerinde olacak ve
onun göğsüne değecekti. Babasının sağlığını geri verecek
çiçek bu idi...
Prensesin kuğu elbiseleri giyerek yaban batağına uçmasının
sebebi de buydu. Baba leylekle ana leylek bütün bunları
biliyorlardı. Şimdi biz de durumu daha iyi öğrenmiş
bulunuyoruz. Bataklıklar kralının, prensesi aşağıya, kendisine
çektiğini öğrenmiştik. Aynı şekilde prensesin vatandaki
yakınları uğruna kendini feda etmiş olduğunu da öğrenmiş
bulunuyoruz yalnız prensesin anası bütün vatandaşları
arasında en bilge olan kişi ile birlikte "o kendisini
kurtarmanın bir yolunu bulur." demişti. Yapacak başka bir şey
de olmadığına göre o günü beklemeyi doğru buldular.
Baba leylek "öteki iki hain prensesin ellerinden kuğu
elbiselerini de almayı düşünüyorum, diyordu. O zaman yaban
batağına gidip bir zarar yapmaları mümkün olmaz. Elbiseleri
de orada saklarım, belki bir gün işlerine yarar."
Ana leylek "orada nerede saklayacaksın onları?" diye
sordu.
"Yaban batağındaki yuvamızda, diye cevap verdi baba
leylek. Elbiseleri çocuklarımızın en gençleri ile birlikte,
birbirimize karşılıklı yardım ederek, beraber götürürüz. Eğer
yolda bize fazla ağırlık verirlerse gelecek kafilenin geçişine
kadar oralarda, saklayacak bir yer buluruz. Gerçi ikisi için bir
kuğu elbisesi de yeter ama iki tane olması daha iyi. Kuzey
memleketlerindeki yolculuklarda daima tedarikli bulunmak
lâzımdır."
Ana leylek "bunun için sana kimse teşekkür etmeyecek,
dedi. Ama evin efendisi sensin. Benim ancak kuluçka
zamanında söz söylemeye hakkım vardır."
* * *
Yaban batağında leyleklerin ilkbaharda yuva kurdukları
korsan şatosundaki küçük kıza isim verilmişti. Onun adı
şimdi Helga idi, ama bu ad, o güzel görünüşün altındaki ruh
dikkate alınırsa fazla yumuşak düşüyordu. Çocuk aylar
geçtikçe gelişmişti. Leylekler sonbaharda Nil ülkesine,
ilkbaharda yaban batağına muntazaman gidip gelerek birkaç
yıl bu şekilde geçince iyice büyüdü, koskoca bir kız oluverdi.
Daha sonra da kimse farkına varmadan on altı yaşına girmiş,
göz alıcı, çok güzel bir kız olmuştu. Fakat bu güzel kabuğun
içinde çetin, acı bir çekirdek gizliydi. Genç kız vahşi
yaradılışını açığa vuruyor, bu bakımdan o kötü, karanlık
zamanenin çoğu kızlarını geçiyordu.
Beyaz ellerini kurban edilen atların tüten kanlarına
batırmak onun için büyük bir zevkti. Kurban merasimini idare
eden papazın kesmesi gereken kara horozu o bütün yabaniliği
ile kendi dişleriyle boğazlıyordu. Babalığına da bütün
ciddiyetiyle şöyle söylüyordu: "Düşmanın buraya gelse,
evimizin çatısı önündeki direklerin başlıklarına birer halat
dolasa da senin yattığın odanın çatısını kaldırsa, yine ben
elimden gelse bile seni ikaz etmezdim, duymamazlıktan
gelirdim bunu. Çünkü yıllar önce bana vurduğun tokattan hâlâ
kulaklarını çınlıyor. Hafızam çok kuvvetlidir benim."
Ama korsan bu sözlere inanmazdı. O da bütün ötekiler gibi
kızın güzelliğiyle büyülenmiş haldeydi; küçük Helga'nın her
gün iççe olduğu gibi, dışça da kılık değiştirdiğini bilmiyordu.
Son hızla koşan atın üstünde eğersiz, hayvana yapışmış gibi
oturur, en büyük tehlike karşısında bile kendini yere atmazdı.
Çoğu zaman bütün elbiseleri üstündeyken kendini sırttan
körfeze atar, sandalıyla sahile yaklaşan korsana doğru
yüzerdi. Güzel, uzun saçlarından en uzun büklümü kesmiş,
bunu örerek yayına kiriş yapmıştı.
Kendi kendine "kurdun ensesi niye kalın? İşini kendi
gördüğü için" derdi.
Korsan karısı zamanına, zamanın alışkanlıklarına göre
iradeli, ruhça kuvvetli bir kadın sayılırdı. Ama kızıyla
kıyaslanınca yumuşak huylu, ürkek kalıyordu.
Bu korkunç çocukta bir büyü gizli olduğunu da biliyordu.
Anası samanlıktayken yahut avluya çıkınca Helga çoğu
zaman kuyu bileziğinin kenarına oturur, elleriyle dört tarafına
doğru çırpınır, arkasından derin, dar kuyunun içine kendini
atardı. Burada, kurbağa yaradılışının gereğine uyarak dibe
doğru dalar, tekrar yüze çıkar, sonra bir kedi gibi yukarıya
tırmanır, elbiselerinden sular sızarak tabanına taze yapraklar
serilmiş olan salona gelirdi. Üstünden akan suların yaptığı
akıntı yaprakları alır götürürdü.
Bütün bunlara rağmen Helga'nın coşkunluklarını önleyen
bağlılıkları da vardı. Akşam saatlerini severdi. Bu saatlerde
sakinleşir, dalgın bir hal alır, o zaman onu çağırmak, isteneni
yaptırmak kabil olurdu. Sonra içinden bir duygu onu annesine
doğru sürükler, güneş batıp da bu değişme içinden olduğu
gibi dışında da gerçekleşince, kurbağa kılığına girer, bir
kenara büzülüp oturur, sessiz, mahzun öylece kalırdı. Gerçi o
zaman vücudu, kurbağa vücudundan daha iri olurdu. Ama asıl
bu yüzden çirkinliği de artardı. Kurbağa başlı, parmaklarının
arası yüzgeçli, iğrenç bir cüceye benzerdi. Gözlerinde
hudutsuz bir mahzunlukla etrafına bakınırdı. Sesi yoktu.
Yalnız arada düş görürken hıçkıran bir çocuk gibi sedasız bir
sesle viyaklardı. Korsan karısı ancak o zaman onu kucağına
alır, çirkinliğini unutarak, yalnız mahzun gözlerine bakar, ona
sık sık şöyle söylerdi: "Neredeyse her zaman benim dilsiz
kurbağa çocuğum olmanı isteyeceğim. Güzelliğinin ışığı
vurunca görünüşün daha kötü."
Sonra büyüye, hastalığa karşı birtakım İskandinav yazıları
yazar, bunları zavallı mahlûkun üstüne atar, ama çocukta
hiçbir iyileşme görünmezdi. Bir gün baba leylek onun bir
zamanlar bir su zambağının göbeğinde yatacak kadar küçük
olması inanılacak şey değil, diyordu. Şimdi tastamam bir
insan, hem de Mısır'daki anasının burnundan düşmüş sanki.
Anasını bir daha hiç görmedik. Bilginlerin ve senin sandığın
gibi bir daha kendisini kurtaramadı. Ben her yıl yaban
batağının üstünden enine boyuna uçuyorum, ama hiçbir yerde
onun izine rastlamadım. Sana itiraf etmek isterim, ben her
sene olduğu gibi yuvayı düzeltmek, şu, bu eksiğini
tamamlamak için senden birkaç gün önce buraya geldiğim
zaman baykuş gibi etrafta dolaştım ve hiçbir başarı elde
edemeden gölün üstünde uçtum durdum. Çocuklarla beraber
Nil kıyısından buralara kadar taşıdığım kuğu elbiseleri de hâlâ
hiçbir işe yaramadan oldukları yerde duruyor. Onları buraya
taşımak hiç kolay olmadı. Bunun için tam üç seyahat yapmak
zorunda kaldık. Elbiseler yıllardan beri yuvamızın kenarında.
Bir gün bir felâket olur da altımızdaki blok ev yanarsa
onlardan da eser kalmayacak."
"Güzel yuvamızdan da eser kalmaz o zaman, diye cevap
verdi ana leylek. Sen kuğu elbiselerini, bataklık prensesini
yuvamızdan fazla düşünüyorsun. Hemen aşağıya, onun
yanına inip bataklıkta otursan daha iyi edersin. Kendi ailen
için her zaman kötü bir babasın. Ben sana bunu daha ilk
kuluçkaya yattığım zaman söylemiştim. Yalnız korsanların
evindeki o yabani aşüfte çocuklarımızın yahut bizim
kanadımıza bir ok atmasa. Çünkü ne yaptığını bilmiyor o.
Ama biz bu evde ondan daha eskiyiz, bunu da düşünmesi
lâzım gelirdi. Borçlarımızı asla unutmuyoruz. Her yıl bir tüy,
bir yumurta, bir de yavru vererek hakkın, hakkaniyetin
gereğini yerine getiriyoruz. Şimdi eskisi gibi o dışarı çıkar
çıkmaz aşağı inmeye cesaret edemiyorum dersem inanır
mısın? Mısır'da insanlarla hemen hemen aynı hakka
sahipmişim gibi onlarla hiçbir zarara uğramadan münasebette
bulunur, yemek tabaklarının, tencerelerinin içine bile
bakabilirdim, üstelik bir de sana kızıyorum, onu pekâlâ su
zambağının içinde bırakabilirdin, ölür giderdi."
Baba leylek "sen söylediklerinden daha fazla saygıya
lâyıksın, dedi, ben seni kendi kendini tanıdığından daha iyi
tanırım."
Bunu söyleyerek birkaç kere yerinden sıçradı, sonra iki
kere kuvvetle kanat vurdu, ayaklarını arkaya doğru gererek
artık kanatlarını da hiç oynatmadan süzülüp gitti. Buna yüzüp
gitti de diyebiliriz. Epeyce uzaklaştıktan sonra bir kere daha
kanatlarını kuvvetle çırparak beyaz boynunu ileriye doğru
uzattı. Güneş bu sırada beyaz tüylerini aydınlatıyordu. Baba
leyleğin gerek kuvvetine, gerek çevikliğine hayran olmamak
kabil değildi.
Ana leylek kendi kendine "bütün leylekler içinde en güzeli
gene odur dedi, ama bunu söylemem ona."
***
Korsan bu defaki seferinden elde ettiği ganimetlerle,
esirlerle biraz erken, harman zamanına doğru dönmüştü.
Getirdiği esirler arasında kuzey ülkelerinin eski tanrılarıyla
mücadele eden genç bir Hıristiyan papazı da vardı. Son
zamanlarda gerek divanhanede, gerekse kadınların kaldığı
bölümde güneye doğru bütün memleketlere yayılan, hatta aziz
Ansgarinus'un gayretiyle kuzey memleketlerine kadar giren
bu yeni limandan sık sık bahsediliyordu. Küçük Helga bile
insanları kurtarmak için kendini aşkla feda eden masum
peygamber İsa'nın dininden haberliydi. Ama bu konuda
duydukları meşhur deyimi ile bir kulağından girmiş, öbür
kulağından çıkmıştı... Aşk sözü ona ancak kapalı odaya girip
de zavallı bir kurbağa kılığında köşeciğine büzüldüğü zaman
bazı duygular veriyordu. Korsan karısı ise bu konudaki
söylentileri dikkatle dinliyor, bir olan gerçek tanrının oğlu
hakkında etrafta dolaşan sözler onu kalbinden sarıyordu.
Korsanla birlikte seferden dönenler de gittikleri yerlerde
gördükleri ve duası aşk olan bu Peygamber adına kıymetli
yontma taşlardan kurulmuş tapınaklardan bahsetmişlerdi.
Bunlar beraberlerinde som altından yapılmış, nakışlarla süslü,
ayrıca her biri kendine mahsus baharlı bir koku yayan birkaç
kap getirmişlerdi. Bunlar Hıristiyan papazlarının mihrap
önünde ayin yaparken salladıkları ve üzerine asla kan
dökülmeyen buhurdanlardı. Bunlar bilâkis adak şarabı ile
adak ekmeğini İsa'nın vücudunda henüz doğmamış nesiller
için dökülecek kan haline getiriyorlardı.
Esir edilen genç Hıristiyan papazı blok evin taş mahzenine
hapsedilmiş, elleri, ayaklan halatlarla bağlanmıştı. Güzel bir
adamdı bu papa. Korsan karısı onun için "Baldur kadar
güzel" diyordu. Kadın, papazın çekisine üzülürken genç
Helga onun diz kapaklarına bir ip bağlanarak sürüklenmesini,
yabani sığırların kuyruğuna bağlanmasını istiyordu.
"İşte o zaman ben de köpeklerimi salıveririm diyordu.
Haydi derim onlara, aşın ovayı, batağı, kırlara doğru onun
peşinden. Bu manzaranın seyrine doyum olmazdı. Hele o
zaman onun yanınca koşmak bundan da daha eğlenceli
olurdu."
Ama buna rağmen korsan, papazın bu şekilde
öldürülmesine razı değildi. Aksine onun yarın sabah bir
yalancı, büyük tanrılara isyan etmiş bir günahkâr olarak
kutsal ormandaki kan taşı üstünde kurban edilmesini
istiyordu. Burada ilk defa insan kurban edilecekti.
Genç Helga korsandan akacak kanı tanrı heykelleri ile
ahalinin üstüne serpmek müsaadesini rica etti. Yalın bıçağını
biledi! Bu sırada avluda sürü ile bulunan saldırgan büyük
köpeklerden biri ayaklarının üstünden geçince bıçağı
hayvanın göğsüne sapladı. "Bunu bıçağı denemek için
yaptım" diyordu. Korsan karısı ise bu hain kıza üzülerek
baktı. Gece olup kız gerek iç, gerekse dış bakımından
değişince duyduğu üzüntüleri, ateşli sözlerle ona anlattı.
Şimdi vücudu büyülenmiş çirkin hayvan, önünde öylece
duruyor, mahzun, elâ gözlerle yüzüne bakıyordu. Söylenenleri
de dinliyor, hepsini bir insan gibi anlar görünüyordu.
Korsan karısı ona "şimdiye kadar kocam da dahil hiç
kimseye, senin bana söylediğin acı sözlerden birini
söylemedim. Ağzımdan asla bu çeşit bir kelime çıkmamıştır,
diyordu. Sen bana umduğumdan çok fazla ıstırap verdin. Bir
annenin duyduğu sevgi büyüktür, ama senin kalbin sevgiye
karşı her zaman kapalı kaldı. Soğumuş senin kalbin, soğuk,
hissiz.
Evime nereden geldin bilmem ki."
Bunun üzerine çirkin hayvanı tuhaf bir titreme aldı. Sanki
söylenen sözler onun vücuduyla ruhu arasındaki görünmez
bağa dokunuyordu. Gözlerinden iri yaşlar dökülmeye başladı.
"Bir gün senin de güç zamanların gelecek tabii, diyordu
korsan karısı. O zaman benim için de korkunç olacak. Keşke
seni küçükken kır yoluna bıraksalardı da gece ayazında
zıbarıp gitseydin." Kadın bunları söyleyerek acı acı ağlıyor,
sonra kızgın, endişeli bir halde bir tavan merteğinden
sarkarak odayı ikiye ayıran bir deri perdenin arkasına
çekiliyordu.
O zaman kurbağa bir kenara büzülmüş, kimsesiz, yalnız
köşeciğinde durdu. Bir müddet sustu, az sonra boğuk boğuk
içini çektiği işitiliyordu. Sanki duyduğu derin acı, kalbinin bir
köşeciğinde yeni bir hayatın doğmasını sağlıyordu. Sonra
çirkin hayvan ileriye doğru bir adım atarak, etrafı dinledi, bir
adım daha ilerledi, perişan elleriyle kapının önüne
yerleştirilmiş kalın sırığı yakaladı. Onu yavaşça kaldırıp, yine
yavaşça kilidin altındaki tahta çiviyi yerinden çıkardı.
Ardından odanın içinde yanan lâmbayı aldı. Sanki kuvvetli
bir irade ona bunun için, gereken gücü sağlıyordu.
Arkasından kapalı mahzen kapısını sürgüleyen demir kamayı
çıkardı. Sürünerek aşağıdaki mahpusun yanına indi.
Mahpus uyuyordu. Kurbağa ıslak, soğuk eliyle dokundu.
Adam uyanıp karşısında bu çirkin mahlûku görünce, kötü bir
hayalet görmüş gibi korku ile ürperdi. Sonra çirkin mahlûk
bıçağını çıkardı, mahpusun bağlarını kesti ve arkasından
gelmesini işaret etti.
Adam evliya adlarını anıyor, haç çıkarıyor, buna rağmen
hayaletin karşısında durduğunu görünce: "Zavallılara
anlayışla muamele eden mutlu olsun, dedi. Tanrı kötü günde
onların yardımcısı olacaktır. Kimsin sen? Niçin bir hayvan
kılığındasın, buna rağmen de sevap, iyilik işliyorsun?"
Kurbağa ona işaret ederek adamı gizli, örtülü kimseciklerin
geçmediği bir yoldan ahıra kadar götürdü. Orada ona bir at
gösterdi. Papaz atın üstüne atladı, fakat kurbağa da birlikte
sıçrayarak adamın önüne oturdu, atın yelesine tutundu.
Mahpus kızın istediğini anlamıştı. Birlikte süratli bir tırısla,
papazın kendi başına asla bulamayacağı bir yoldan kırlara
doğru hayvanı sürdüler. Adam kurbağanın çirkinliğini
unutmuş, yalnız tanrının bu acayip yaratık vasıtasıyla ona
gösterdiği lütfu, inayeti düşünüyordu. Bu sırada dualar
okuyor, kutsal ilâhiler mırıldanıyordu. O zaman kızı ansızın
bir titreme aldı. Acaba bunun sebebi okunan duaların,
söylenen ilâhilerin yaptığı tesir mi, yoksa artık yaklaşmaya
başlayan sabah serinliği miydi? Neydi bu duygu? Vücudunu
yukarıya doğru kaldırıyor, atı durdurarak aşağı atlamaya
çalışıyor, buna Hıristiyan papazı onu bütün kuvvetiyle tutmuş
bırakmıyordu. Bu sırada kızı çirkin kurbağa kılığında tutan
büyünün tesirini bozacak bir ilâhi okumaya başlamıştı. At da
daha süratle ileriye doğru koşuyordu. Gökyüzü kızarmaya
başlamış, güneşin ilk ışıkları bulutlar arasından beliriyordu.
Parıldayan bu ışık kaynağı, kurbağada meydana gelen
değişiklikleri sağlamakta idi. Kız içinde hain, şeytanca bir ruh
gizlenen o eski gençlik ve güzelliğini tekrar aldı. Papaz
böylece kolları arasında kadınların en güzelini görünce korku
ile ürperdi. Hemen kendini attan aşağı atarak hayvanı
durdurdu. Öldürücü bir büyünün yeniden gözlerini
kamaştırdığını sanıyordu. Ama genç Helga da aynı şekilde
kendini o anda yerde bulmuştu. Sırtındaki çocuk paltosu
ancak dizlerine kadar iniyordu. Kemerindeki keskin bıçağı
çekerek birdenbire şaşırmış adamın üstüne atıldı.
"Bırak yetişeyim sana, bırak yetişeyim, diye bağırıyordu.
Vücudunu delip bıçağımı saplayayım. Benzin ölü benzi gibi,
sapsarı. Köle herif seni, tüysüz herif!"
Bunları söyleyerek papaza hücum etti. Şimdi birbirleriyle
boğuşmaya başlamışlardı. Ama sanki görünmeyen bir kuvvet,
Hıristiyan rahibe dayanma gücü veriyordu. Adam kızı sımsıkı
tutmuş, hemen yanı başında duran ihtiyar meşe ağacı da,
yerden yarı çözülmüş kökleriyle, kızın alta doğru kayan
ayaklarına dolanarak ona yardım ediyordu. Bu boğuşmanın
olduğu yerin hemen yanı başında bir kaynak kaynıyordu.
Rahip kaynağın taze sularını kızın göğsüne, yüzüne serpti.
İçindeki kirli ruha çekilip gitmesini telkin ederek üzerine
Hıristiyan usulüne göre haç işaretleri çiziyordu. Ama insanın
içinde iman kaynağı aynı zamanda coşmayınca dışarıdan
gelen su damlalarının hiçbir tesiri olamaz tabii.
Bu konuda da kuvvetli olan rahipti. Yaptığı bu harekette,
karşısında onunla savaşan kötülük kuvvetini alt eden erkek
kuvvetinden daha fazla bir şey vardı. Kızı aynı zamanda
bununla da yeniyordu. Helga kollarını bıraktı, yanakları
solmuş bir halde, hayran bakışlarla, gizli ilimlerde kuvvetli,
büyük bir sihirbaz gibi görünen adama baktı. Adam yüksek
sesle birtakım uğursuzluk getiren esrarlı İskandinav metinleri
okuyor, havaya gizli işaretler yapıyordu. Eğer karşısındaki
ona yalın bir baltayı yahut en keskin bir bıçağı sallamış olsa
gözlerini bile kırpmazdı. Ama rahip alnı ile göğsü üzerine haç
işaretleri yapınca korktu. Şimdi başını önüne eğmiş, evcil bir
kuş gibi duruyordu.
Adam ona tatlılıkla, geceleyin çirkin bir kurbağa kılığına
girip geldiği zaman, bağlarını çözmek, onu yeniden hayata,
ışığa çıkarmak suretiyle gösterdiği sevgi hareketinden
bahsediyordu. Kendisi de aynı şekilde bağlı idi. Hem de
onunkilere bakınca daha sert bağlarla bağlanmıştı. Şimdi
onun da aynı yoldan ve papazın yardımı ile ışığa, hayata
kavuşması lazımdı. Papaz onu Hedeby'deki aziz Ansgarius'un
yanına götürecekti. Kendisini büyüleyen sihir de orada,
Hıristiyan şehrinde çözülebilirdi. Ama sessizce, uslu uslu
otursa bile onu oraya, önüne oturtarak at üstünde götürmeye
izinli değildi.
“Ata binince arkama oturman lâzım senin, diyordu, önüme
değil. Güzelliğinin kötülüğünden kaynayan büyüleyici bir
kuvvet var, ondan korkuyorum. Ama gene de İsa'nın
yardımıyla ben muzaffer olacağım."
Bunu söyleyerek diz çöktü, içinden sofuca dua etmeye
başladı. Sanki sessizliğe gömülmüş olan orman, o dua ettikçe
kutsal bir kilise halinde takdis ediliyor, kuşlar kendileri de bu
yeni cemaate dahilmişler gibi teganni ediyorlar, kıvırcık
naneler kilisedeki mihraplarla buhurdanların yerini almak
ister gibi kokularını etrafa yayıyorlardı. Papaz yüksek sesle
İncil’den bir ayet okuyordu: "Yücelerdeki ışık, karanlıkta ve
ölümün gölgesinde kalanları aydınlatmak için, bizi barış
yoluna çıkarmak için konuk geldi bize."
Sonra yaratılmış olanların duyduğu hasretten bahsediyor,
atı da o konuşurken az önce kendisini çılgın gibi taşımış
olduğu için sessiz duruyordu. Bu sırada hayvan uzun
böğürtlen dallarına süründükçe, olgun, dolgun yemişler küçük
Helga'nın ellerine dökülüyor, sanki onu serinletmek için
kendilerini peşkeş çekiyorlardı.
Helga atın sırtına bindirilmesine sabırla razı olmuş,
somnanbül uykusundaymış gibi sessiz oturuyordu. Sanki
henüz bu uykudan uyanmamış, ama gece gezintilerine de
daha başlamamıştı. O haldeydi şimdi. Hıristiyan papaz iki
ağaç dalını bir haç yapacak şekilde birbirine bağlayarak
havaya doğru kaldırdı ve atı ormanın içine sürdü. Çalılıklar
gittikçe artıyor, yol gittikçe daralıyordu. Ama nihayet yol bir
yerde bitti. Dikenli yaban erikleri, etrafını dolaşılması
gereken bir tahta perde gibi, önlerini kapıyor, onlara yol
vermiyordu. Orada yerden kaynayan su, incecik bir dere
haline giriyor, o da etrafından dolaşılması gereken bir bataklık
meydana getiriyordu. Ormandaki taze hava içe kuvvet, tazelik
veriyordu. Hıristiyan aşkı, Hıristiyan imanında yankılanan
tatlı sözler de içinden bir hasret duygusu ile dolu olarak insan
daha ilk andan ışığı, hayata sürükleyerek kalbe aynı şekilde
kuvvet veriyordu.
Yağmur damlaları katı taşı oyup deler, yarlardaki yırtık
köşeli kayaları da zamanla deniz dalgaları yontar,
yuvarlaklaştırır. Şimdi ilk defa küçük Helga'nın üstüne
dökülmeye başlayan rahmet damlaları da, aynı şekilde ondaki
katılığı oyuyor, sertliklerini, keskinliklerini yontup
gideriyordu. Ama bunu fark etmek hemen mümkün
olmuyordu; kendi bile bunun farkında değildi. Toprağın
altında tazelik veren ve sıcak güneş ışıklarının etkisinde kalan
tohum, bitkiyi ve çiçeği içinde gizlediğini nasıl bilebilir?
Bir annenin söylediği şarkı hiç farkına varmadan çocuğun
ruhuna nasıl tesir eder, orada yerleşir kalırsa ve çocuk bu
şarkıdaki sözleri önceleri anlamadan nasıl tekrarlar, bunlar
onun için zaman geçtikçe nasıl kazanır, aydınlanırsa tanrı
\r

Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız

Editörün Son Yazıları

probiyotik

Çile

probiyotik

Yattığım Kaya

probiyotik

Kaldırımlar

probiyotik

Islak Gül

Editörlerin Son Yazıları

kaptanfilozof06

Hindistan'da İlginç Olay

probiyotik

Çile

bubble30

İÇİNDEKİ CEVHERİ KORUYANLAR

Nielawore

"HALİME TERCÜMANDIM"

Bizden haberdar olmak için mail listemize kayıt olun