Kasım 24, 2024

Andersen Masalları (BATAKLIKLAR KRALININ KIZI) (II)

Dolunay ufuktan yükselmişti. Az sonra ışığının parıltılarını
etrafa saçmaya başladı. O zaman küçük Helga çirkin kurbağa
kılığıyla çalılar arasından sürünerek çıktı. Hıristiyan
papazının ölüsüyle, öldürülen atın cesedi yanında duruyor,
sanki ıslak gözleriyle onlara bakıyordu. Kurbağanın başından
doğru, ağlamaya başlayan bir çocuğun çıkardığı sesi andıran
garip bir viyaklama gelmeye başlamıştı. Kendini bir papazın,
bir atın ölüsü üstüne atıyor, parmak aralarındaki
yüzgeçlerinden ötürü genişleyip oyuklaşabilen elleriyle su
getirerek üzerlerine serpiyordu. İkisi de ölmüşlerdi. İkisi de
bu halde kalacaklardı. O da bunun farkındaydı. Az sonra
yabani hayvanlar gelebilir, bu cesetleri yiyebilirlerdi. Ama
hayır, buna mutlaka engel olmalıydı. Onun için gücü yettiği
kadar derin bir çukur açtı, onlara bir mezar hazırlamak
istiyordu. Fakat bunun için ancak kalın bir direkle ellerini
kullanabilirdi. Bunu yaparken parmak aralarındaki deri
yırtıldı, kan akmaya başlamıştı. O zaman bu işi
başaramayacağını anladı. Su getirdi, ölünün yüzünü yıkadı.
Cesedi, yeşil yapraklarla örtmek için büyük dallar buluyor,
ölünün üstüne koyuyor, aralarına da yaprak serpiyordu. Sonra
bulabildiği iri taşları da cesetlerin üstüne koydu; ağızlarını,
burunlarını yosunlarla tıkadı. Artık bu şekilde meydana
getirdiği mezar höyüklerinin yeter derecede dayanıklı,
muhafazalı olacağına hükmediyordu. Ama bu ağır işleri
görürken saatler geçmiş, sabah olmaya başlamıştı. Ufuktan
güneş doğunca küçük Helga yeniden bütün güzelliğini aldı.
Elleri kanıyor, hayatında ilk defa, genç kızlığın güzelliği ile
allaşan yanakları üstünde gözyaşları parıldıyordu.
Sanki bu değişme sırasında içinde gizlenen iki ayrı
yaradılış, birbirleriyle zafer için savaşıyordu. Titremeye
başlamıştı. Korkunç bir düşten uyanır gibi etrafına bakındı.
Bir dayanak bulacağını umarak genç bir kayın ağacına doğru
koştu. Sonra bir anda bir kedi gibi, ağacın tepesine kadar
tırmanarak dallara sımsıkı yapıştı. Ürkmüş bir sincap gibi
oracıkta duruyordu. Bütün gün akşama kadar her şeyin sessiz
ve ölü bir halde bulunduğu derin orman yalnızlığı içinde
kaldı. Evet, her şey ölüydü. Ama şurada birkaç kelebek yarı
oynar, yarı kavga eder bir halde birbirlerinin etrafında
uçuşuyor, hemen yanı başında, her biri yüzlerce çalışkan
hayvancıklarla dolu ve sağa sola kımıldayıp duran karınca
yuvaları yükseliyordu. Havada sayısız sivrisinek kafileleri,
yığınlar halinde uçuyor, önünden vızıldayıp duran sinek
sürüleri, yusufçuklar, onlara benzer başka kanatlı
hayvancıklar hızla geçip gidiyor, ıslak topraktan solucanlar
dışarı çıkıyor, köstebekler toprağı kabartıyorlardı. Yoksa her
taraf sessiz, ölü denilince ne anlaşılıyorsa öylesine ölüydü.
Onun oturduğu ağacın tepesinde etrafa uçuşan küçük
çekirgelerden başka hiç kimse küçük Helga'nın farkında
değildi. Bunlar sevinçli bir tecessüsle dallar üzerinden
yukarıya doğru sıçrıyor, yanına kadar geliyorlardı. Ama
Helga'nın bir bakışı onları yanından uzaklaştırıyordu.
Bununla beraber bu yüzden ne onlar Helga'yı daha iyi tanımış
oluyor, ne de Helga kendi kendisini daha iyi öğreniyordu.
Akşam yaklaşıp güneş batmaya başlayınca, Helga'daki
değişme yeniden başladı ve onu tekrar harekete getirdi. Şimdi
ağaçtan aşağı doğru kaymaya başlamıştı. Son güneş ışığı
sönünce de kendi şekli içine büzülmüş, kurbağa kılığına
girmiş, parmakları arasındaki yırtılmış yüzgeçlerle öylece
orada oturuyordu. Ama şimdi gözlerinden güzelliğin
parıltıları yankılanmaya başlamıştı. Böyle bir ışık daha önce,
en güzel kız şekline girdiği zamanlarda bile, gözlerinde
parıldamamıştı. En tatlı, en masum genç kız gözleriydi bunlar
ve bir kurbağa sürfesine gizlenerek bakıyorlardı. Onda bir
insan kalbinin çarptığını, derin bir ruhun yaşadığını
belirtiyorlardı. Şimdi güzelliğin gözleri yaşla dolmuş, ağlıyor
ve dökülen bu yaşlar kalbindeki kederi hafifletiyordu.
Kızın meydana getirdiği mezar höyüğü yanında, papazın
ağaç dallarından yaptığı haç duruyordu. Bu haç şimdi ölmüş,
öte âleme göçüp gitmiş olan genç adamın son eseriydi. Küçük
Helga haçı yerden kaldırdı ve zihninde birdenbire beliren bir
düşünceye uyarak onu papazla atın ölüleri üstüne yığdığı
taşların arasına dikti. Ölülerin içine ıstırap veren hatıralarıyla
gözleri dolmuştu. Bu ruh hâli içinde mezarların etrafına onlar
için düşünülebilecek en güzel bir çit vazifesi görmek üzere
çepçevre haç işaretleri kazdı. İki eliyle bu işaretleri yere
kazmaya çalışırken parmakları arasındaki yüzgeçler, birden
yırtık bir havlu gibi yere düşüverdi. Sonra kaynakta
yıkanırken hayranlıklar içinde kendi beyaz, ince ellerini
görünce ölülerle kendi bulunduğu yer arasında tekrar havaya
bir haç işareti yaptı. Şimdi dudakları titriyor, dili kımıldamaya
başlıyor ve ormanı atla geçerken papazın okuduğu dualarla,
söylediği ilâhilerde en çok duyduğu isim: "Jesus christus"
ağzından yüksek sesle çıkıyordu.
Bunun üzerine üstündeki kurbağa örtüsü de yere düştü; kız
artık yeniden o eski tazeliğini elde etmişti. Ama yorgunluktan
başı göğsüne düşüyor, bütün vücudunda dinlenme ihtiyacı
duyuyordu. O sırada uyuyakaldı.
Ama uykusu uzun sürmedi, gece yarısı uyandı. Ölmüş olan
at şimdi ışıklar içinde, canla dolu, karşısında duruyor,
gözlerinde, yaralanan boynunda garip ışıklar parıldıyordu.
Onun yanında öldürülen Hıristiyan papazı da belirmişti.
Korsan karısı onu görse "Baldur'dan daha güzel" derdi. Sanki
oraya alevler saçarak gelmişti.
İri tatlı gözlerinde öyle yüce bir vakar kendini belli ediyor,
bunlar öyle yerinde bir hüküm ifadesi taşıyor ve bakışları öyle
içe işliyordu ki, yüce bir ışığın, bu seçkin kalpteki en derin
kıvrımları aydınlatmakta olduğu anlaşılıyordu. Küçük Helga
titremeye başlamıştı. Bütün hatıraları öylesine canlandı ki,
bunlar mahşer günü de ancak bu kadar canlanabilirlerdi.
Sevgiyle söylediği en küçük söze kadar iyilik namına ne
yaptıysa hepsi gözü önünde canlanıyordu. Ruhtan ve bataktan
yaratılmış olan hepimiz, zor günlerimizde aşkla hareket eder,
aşkla gayrete geliriz. Şimdi o da zor günlerinde kendisini
ayakta tutmuş olan kuvvetin aşk öldüğünü anlıyordu. Ne
yaptıysa onun uyandırdığı ruh halleri içinde yaptığını,
kendiliğinden hiçbir şey meydana getirmediğini görüyordu.
Kendisine ne verildiyse hepsi, her şey kendinden daha yüksek
bir iradenin emrindeydi. Kalbinin bütün kıvrımlarında
gizlenen ne varsa hepsini okuyabilen yüce kuvvetin önünde
huşu ile yellere kadar eğildi. O anda kutsal ruhun alevinden,
onun eritici ateşinden kopmuş bir kıvılcımın içine düştüğünü
duyuyordu.
Hıristiyan papazı ona: "Bataklık kızı diyordu, topraktan,
bataktan yaratıldın, bir gün tekrar topraktan kalkarak
dirileceksin. Sendeki güneş ışığı kendi varlığını idrak ederek,
tekrar ana kaynağına dönecek bir güneşin ışığı değil, tanrı
ışığı. Hiçbir ruh ölümlü değil, ölmeyecek, ama zaman içinden
geçen yol uzun, bu hayatın ölümsüzlüğe kaçışıdır. Ben ölüler
memleketinden geliyorum, sen de bir gün derin vadilerden
geçerek o ışıklı dağ ülkesine, tanrı inayetinin, yüceliğin hâkim
olduğu ülkelere yükseleceksin. Ben seni Hedeby usulünce
vaftiz etmeye götürüyorum. Senin önce derin bataklığın
üstündeki su kalkanını kırman, kendi hayatının canlı köklerini
bulup çıkarman ve dince takdis edilebilmen için daha önce
sevmen, iyilikler yapman lâzım.
Bunu söyleyerek kızı atın üstüne kaldırdı ve ona daha önce
korsan şatosunda gördüklerine benzeyen altın bir buhurdan
verdi. Bu buhurdandan etrafa tatlı, kuvvetli bir koku
yayılıyordu. Ölünün alnındaki açık yara, ışıklar saçan bir taç
gibi parıldamaya başlamıştı. Rahip mezarın üstündeki haçı
eline alarak yukarıya kaldırdı. Şimdi hışıltılı ormanın
üstünden, bir zamanlar içlerine ölülerin gömüldüğü ve
ölülerin gece olunca dışarıya çıkarak ölmüş atlarına bindikleri
höyükleri aşarak havada ileriye doğru hızla uçuyorlardı.
Yerden muazzam hayaller ayağa kalkıyor, bunlar atlarını ileri
sürerek azametli mezar höyüklerine yaklaşıyor, buraya
gelince duruyorlardı. Her birinin alınlarını saran altın
çelenkler ay ışığında pırıl pırıldı. Mantoları rüzgârda
uçuşuyordu.
Hazneye bekçilik eden ejderha başını yukarı kaldırmış,
onlara bakıyordu. Tepelerden, yarıklar arasından cüceler
başlarını uzatıyor, her taraftan bunların taşıdığı kırmızı, mavi,
yeşil ışıklar beliriyordu. Bu neşeli kaynaşma, yanan bir kâğıt
yığınının külleri içinde gizlenen kıvılcımları hatırlatıyordu.
Ormanları, kırları geçerek, dereleri bataklıkları aşarak
yaban bataklığına kadar uçtular. Buraya gelince bataklığı
aşarak havada geniş kavisler çizmeye başladılar. Hıristiyan
papazı elinde tuttuğu ta uzaklara kadar altın parıltılar saçan
haçı yükseklere doğru kaldırıyor, dudaklarında bir ayin
ilâhisinin nağmeleri yankılanıyordu. Küçük Helga da sesini
anasının söylediği şarkıya uyduran bir çocuk gibi aynı ilâhiyi
onunla birlikte tekrarlıyordu.
Elinde tuttuğu, etrafa bir mihrap kokusu yayan buhurdanı o
kadar kuvvetle, öyle mucizeli bir şekilde salladı ki, sazlar,
kamışlar çiçek açmaya başladılar. Yerin altındaki bütün
nimetler, derinliklerden yeryüzüne doğru filizleniyor, canlı
olan her şey ayağa kalkıyor, su zambakları çiçeklerle
dokunmuş bir halı gibi, etrafa doğru genişliyordu. Bu çiçek
halısının üstünde de genç, güzel bir kadın uyuyordu. Küçük
Helga duru suya vuran kendi hayalini, kendi kendisini
görüyorum sandı. Hâlbuki gördüğü bataklıklar kralının karısı,
Nil suları prensesi, yani kendi annesiydi.
Ölü Hıristiyan papazı, uyuyan kadına ata binmesini emretti.
Ama at, kadının vücudu rüzgârda dalgalanan bir kefen bezi
imiş de onun ağırlığına dayanamamış gibi yere çökmüştü.
Bununla beraber haç işareti bu havadan yapılma hayalete
gereken dayanaklığı verdi ve üçü birden kara toprağına
varıncaya kadar uçtular.
Kıyıya varınca korsan şatosundaki horoz ötmeye
başlamıştı. Bunun üzerine gördükleri bütün bu hayaletler,
rüzgârın önüne katılıp giden bir sis yığını haline geldi. Ama
ana ile kız, karşı karşıya kalmışlardı.
Helga'nın annesi: "Derin suda gördüğüm hayal ben
miyim?" diye sordu.
Kız da canlı bir sesle: "Bu parıltılı su kalkanında gördüğüm
hayal ben miyim?" diye bağırdı. Birbirlerine yaklaşarak kol
kola, göğüs göğse geldiler. Annenin kalbi daha fazla çarpıyor,
bunun sebebini de anlıyordu.
"Yavrum, kalbimin, sevgimin çiçeği, derin sularda biten
lotusum benim" dedi ve kızını kucakladı. Ağlıyordu.
Gözlerinden dökülen yaşlar, küçük Helga'nın aşk vaftiziydi.
"Buraya kuğu elbisesiyle gelmiş, onu burada çıkarmıştım,
diye anlatmaya başladı annesi. Bataklığın dibindeki oynak
zemine batmış, derindeki çamurlara gömülerek aşağılara
doğru inmiştim. Çamur etrafımı bir duvar gibi sarıyordu Ama
az sonra taze bir su akıntısı duydum. Bir kuvvet beni gittikçe
daha derinlere doğru çekiyordu. Göz kapaklarım tuhaf bir
yorgunluğun ağırlığıyla kapanınca uyudum, düş görmeye
başladım. Sanki tekrar Mısır’a gitmişim, ehramın üstünde
yatıyordum. Ama bataklığın üstünde yüzen, oynayan kızıl
ağaç gövdesi hâlâ önümde duruyor, kabuğunun üstündeki
yarıklara bakıyordum. Bunlar her türlü renkler içinde pırıl
pırıl yanıyor, her çeşit hiyeroglif şekilleri alıyorlardı.
Gözümün önünde duran çizgiler bir mumyayı saran sargı
halini almıştı. Az sonra bu sargı yırtıldı, içinden zift gibi kara
bir orman salyangozu yahut yağlı, kara bataklık çamuru gibi
koyu koyu parlayan bin yıllık bir kral mumyası çıktı. Acaba
bu gördüğüm bataklıklar kralı mı, yoksa ehramdaki mumya
mıydı? bilmiyorum. O anda mumya kollarını boynuma
doladı, birden ölüyorum sandım. Ancak göğsümde tuhaf bir
sıcaklık duymaya ve küçük bir kuş oramda kanat çırparak
şakıyıp cıvıldamaya başlayınca yeniden canlanır gibi oldum.
Kuş göğsümden yukarıya, ağır, karanlık tavana doğru
uçmuştu. Ama gene de yeşil, uzun bir iple bana bağlıydı.
Çıkardığı hasret seslerini duyuyor, anlıyordum. Hürriyet, gün
ışığı istiyor, babaya, tanrıya varmak istiyordu. O anda
vatanımın güneşli ülkelerinde oturan babamı hatırladım.
Hayatımı, aşkımı hatırladım. Kuşu da, bağını çözerek
vatanına, babasına kavuşsun diye serbest bıraktım. O
saadetten sonra artık bir daha düş görmedim. Ağır bir uykuya
dalmışım, duyduğum seslerle kokular, beni yüceye, kurtuluşa
ulaştırıncaya kadar uzun uzun uyudum."
Ana kalbi kuşun kanadına bağlanan o yeşil bağ, şimdi
neredeydi? Nereye atılmış, unutulmuştu? Onu yalnız leylek
görmüştü. O bağ, yeşil bir bitkinin gövdesiydi. Düğüm pırıl
pırıl bir çiçekti, çocuk beşiği de şimdi anasının bağrına
bastığı, bu olgunluğa erişmiş güzellikti.
Onlar kol kola orada dururken baba leylek de havada,
etraflarında kavisler çiziyordu. Ama biraz sonra yuvasına
döndü. Orada yıllardan beri muhafaza ettiği kuğu elbiselerini
alarak tekrar geldi ve birini anneye, ötekini de kızına attı.
Şimdi tüy elbiseler vücutlarına sımsıkı uymuş, ikisi de birer
ak kuğu kılığına girmişlerdi. Az sonra iki kuğu havalandılar.
Baba leylek kuğulara: "Gelin şimdi de olup bitenleri bir
konuşalım sizinle, diyordu, gagalarımızın biçimi birbirinden
farklı da olsa yine sizinle anlaşabiliriz. Sizin buraya bu gece
gelmiş olmanız fevkalâde iyi rastladı, bundan daha güzel bir
tesadüf düşünülemez. Yarın gelseydiniz, ben, ana leylek,
yavrularımızla birlikte gitmiş olacaktık. Güneye gidiyoruz.
Evet, bana baksanız ya bir kere, sizin gagalarınız kalemizdeki
duygulara göre takırdamasa hile, ben de, ana leylek de sizin
Nil ülkesindeki eski dostlarınızız... Ana leylek bana prensesin
bir gün kendini mutlaka kurtaracağını söyler dururdu. Kuğu
elbiselerini, bizim oğlanlarla birlikte buraya kadar ben
getirdim. Hayır, henüz burada olmam büyük bir saadet oldu
benim için, ne kadar sevindiğimi bilemezsiniz. Gün ağarırken
göç başlayacak. Bütün leylekler toplandılar, artık uçup
gidiyoruz. Siz de arkamızdan gelin bizim. Böyle yaparsanız
yolunuzu kaybetmezsiniz. Ben bizim oğlanlarla birlikte
gözümü sizden ayırmam."
Mısır prensesi bu sözler üzerine "beraber götürmem
gereken lotus çiçeği de, kuğu elbiseleri içinde yanımda
uçuyor, dedi. Kalbimin çiçeği o benim. Üzerime aldığım
vazifeyi yapmış oluyorum böylece. Haydi, vatanımıza şimdi!
Vatana uçalım!"
Ama Helga, kalbi sevgiyle dolu olan analığı korsan karısını
bir kere daha görmeden Danimarka ülkesinden
ayrılmayacağını söylüyordu. Bütün hatıraları, kadının ona bir
zaman söylemiş olduğu her sevgi, sözü, döktüğü bütün
gözyaşları birdenbire gözü önüne gelmişti. Helga, o dakikada
bu annesini hemen hemen herkesten fazla sevdiğini sandı."
Baba leylek: "Öyle, dedi, korsan karısına gitmeye
mecburuz. Bizim ana leylek de oğlanlarla birlikte beni orada
bekliyor. Bizi birlikte görünce nasıl şaşıracaklar kim bilir,
gagalarını nasıl takırdatacaklar. Gerçi ana leylek şimdi pek
fazla konuşamıyor, sözü uzatmıyor, kısaca söyleyiveriyor ne
diyecekse. Ama böylesi çok daha iyi. Ben hemen gagamı
takırdatayım da geleceğimizi haber vereyim."
Bunu söyleyerek baba leylek gagalarıyla müthiş bir gürültü
yaptıktan sonra kuğularla birlikte korsan şatosuna doğru
havalandılar.
Şatoda henüz herkes derin uykudaydı. O gece korsan karısı
çok geç yatmıştı. Kadın üç günden beri Hıristiyan papazıyla
birlikte kaybolan küçük Helga yüzünden korku içindeydi.
Papaza kaçması için her halde o yardım etmiş olmalıydı.
Çünkü ahırda onun atı eksikti. Acaba bütün bu olanlar, hangi
kuvvetin tesiriyle olmuştu? Korsan karısı etrafta dolaşan
rivayetlere göre İsa peygamberin ona inanan ve onun izinden
yürüyenlerin gösterdikleri mucizeleri düşünüyordu.
Rüyasında birçok değişik düşünceler de şekil alıyordu.
Dışarıda, kırlarda koyu bir karanlık hüküm sürüyor, o ise
kendini sanki henüz uykudaymış da yatağında oturup
düşünüyormuş sanıyordu. Fırtına başlamıştı. Denizin
doğudan, batıdan olduğu kadar kuzey denizinden, Kattegat
taraflarından gelen dalgalarını duyuyordu. Dünyayı denizin
derinliklerinde sarmış olan korkunç ejderha, saraya tutulmuş
gibi kıvranıyordu. Putperestlerin mahşer adını verdikleri, her
şeyin, en yüce tanrıların bile mahvolacağı o tanrılar gecesi
Nagarock yaklaşıyordu. Borular ötüyor, zırhlar giyinmiş
tanrılar dede kuşaklarına binmiş, son savaşı yapmak için
geliyorlardı. Önlerinde zırhlar giyinmiş bakireler uçuyor ve
kafile hün ölülerinin hayaletleriyle sona eriyordu.
Çevrelerinde bütün gökyüzü kuzey fecrinin parıltıları içinde
kalmıştı. Ama karanlık üstün geldi. Korkunç an başlamıştı.
Korku içinde kalan korsan karısının hemen yanında küçük
Helga kurbağa kılığında yerde yatıyordu. O da titriyor,
analığına sımsıkı sarılmış bekliyordu. Korsan karısı kızı
kucağına aldı. Taşıdığı kurbağa kıyafetinin gözüne, çok çirkin
görünmesine rağmen Helga'yı bağrına basıyordu. Havada
tekrar kılıç vuruşları, balta sesleri duyulmaya başlamıştı.
Hepsinin üstünde de bir dolu sağanağını andıran ok
vınlamaları duyuluyordu. Yerle göğün yok olacağı, her şeyi
yanmaya mahkûm olan yeryüzüne gökten yıldızların
döküleceği saat gelmişti. Ama o yeni bir gökle yeni bir
yeryüzünün doğmakta olduğunu, şimdi üzerinde denizler
dalgalanan çorak topraklarda bir gün buğday iştahlarını
kabartacaksın, onları nasıl yatıştırırız sonra.''

Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız

Editörün Son Yazıları

probiyotik

Çile

probiyotik

Yattığım Kaya

probiyotik

Kaldırımlar

probiyotik

Islak Gül

Editörlerin Son Yazıları

kaptanfilozof06

Hindistan'da İlginç Olay

probiyotik

Çile

bubble30

İÇİNDEKİ CEVHERİ KORUYANLAR

Nielawore

"HALİME TERCÜMANDIM"

Bizden haberdar olmak için mail listemize kayıt olun