Kasım 24, 2024

Andersen Masalları (BATAKLIKLAR KRALININ KIZI) (III)

Helga kuğu elbiseleri içinde "şu aşağıdaki gördüklerimiz
bana bahsettikleri yüce dağlar mı?" diye sordu.
Annesi: "Onlar yağmur bulutları, altımızda yol alıyorlar."
diye cevap verdi.
Helga: "Ya şu en yükseklere çıkan beyaz bulutlar ne?" diye
sorunca annesi:
"Senin o gördüklerin ebedî karlarla örtülü dağlardır" diye
cevap verdi. Bunları konuşarak Alpler üzerinden aşağıya,
mavimtırak Akdeniz’e doğru uçtular.
***
Kuğu kılığındaki Nil kızı vatanının kıvrımlar yaparak
uzanan sarımtırak, beyaz sahillerini havadan görünce sevinç
içinde "Afrika! Mısır kıyıları!" diye bağırdı.
Leylekler de yolculuklarının amacı olan memleketi
görmüşler, uçuşlarını hızlandırmışlardı.
Ana leylek: "Burnuma Nil çamuru, ıslak kurbağa kokusu
geliyor, dedi. Karnımın içi adamakıllı gıdıklanmaya başladı.
Ama az sonra damak kaşıntınız kalmayacak. Hint turnalarını,
kara leylekleri, telli turnaları da göreceksiniz. Onlar da
aileden sayılır hepsi, ama bizim kadar güzel olmaktan çok
uzak onlar. Kibarlık taslar dururlar, en çok kara leylekler
öyledir. Mısırlılar onları şımartmış, hatta karınlarını güzel
kokulu otlarla tıka basa doldurur, buna da "tahnit etmek" adını
verirler. Ben doğrusu karnımı canlı kurbağalarla doldurtmayı
tercih ederim. Öyle sanıyorum ki sizin arzunuz da bu, tabii bu
arzunuz da yerine gelmeli. Kişi ölü olarak devlete hizmet
edecek yerde, canlı olarak karnında bir şeyler bulunsun, daha
iyidir. Bilmem ben böyle düşünüyorum. Zannedersem en
doğrusu da bu, hem de her zaman için."
Nil kıyısındaki muhteşem sarayda divanhanelere pars derisi
örtülü yumuşak şilteler serilmiş, üzerine haşmetlû kralı
uzatmışlar, leyleklerin geleceğinden bahsediyorlardı. Kral ne
ölü ne de diri bir halde, kuzeyden gelecek Lotus çiçeğini
ümitle bekliyordu. Etrafını akrabalarıyla hizmetçiler almıştı.
Bu sırada leyleklerle beraber gelmiş olan iki muhteşem ak
kuğu divanhaneden içeriye uçtular. Bunlar göz kamaştıran
beyaz kuğu elbiselerini üzerlerinden atınca iki çiğ damlası
kadar birbirine benzeyen iki güzel kadın meydana çıktı. Yüzü
solgun, ölüm halindeki ihtiyar adamın önünde yerlere kadar
eğilerek uzun saçlarını omuzlarından arkaya attılar. Bu sırada
küçük Helga büyük babasına doğru eğilirken adamın
yanakları kızarıyor, gözleri parlamaya başlıyor,
kötürümleşmiş vücudunda yeni bir hayat başlıyordu. İhtiyar
adam birdenbire sağ salim, gençleşmiş bir halde ayağa
kalkmıştı. Şimdi kızı ile torunu, uzun, ağır bir düşten sonra
onu sevinçle, bir sabah selâmıyla ağırlar gibi, ihtiyarı
kollarına almışlardı.
***
Bütün saray neşe içindeydi. Leylek yuvasında da aynı
sevinç hüküm sürüyordu. Ama buradaki neşenin sebebi daha
ziyade bol yemekle kaynaşıp duran gerçek kurbağa
yığınlarıydı. Bu sırada bilginler iki prensesle şifa verici çiçek
sayesinde iyileşen kralın hikâyesini, bu olayın azametini saray
ve memleket için ne büyük bir mutluluk olduğunu çabucak,
ana hatlarıyla belirtirlerken, leylek yuvasındaki aile büyükleri
de hikâyeyi kendi tarzlarında aile efradına anlatıyorlardı. Ama
bunu ancak hepsinin karınları doyunca yapıyorlardı. Çünkü
karınları aç olduğu zaman hikâye dinlemekten başka yapacak
çok işleri vardı.
Ana leylek kocasına yavaşça: "Haydi bakalım diye
fısıldadı. Sen de bir şeyler olursun artık."
Baba leylek: "Haydi oradan, dedi, ben ne olabilirim ki? Ne
yaptım ki? Hiç..."
"Senin yaptığın, bütün yapılanların topundan fazla. Bizim
oğlanlarla sen olmasaydın prenseslerin bir daha Mısır'ı
görmeleri asla mümkün olmaz, ihtiyar da dünyada
iyileşemezdi. Sen bir şeyler olacaksın, diyorum sana. Mutlaka
sana doktorluk payesi verilecek, o zaman da bundan sonraki
çocuklarımız doğuştan doktor olacaklar. Tabii onların
çocukları da bunu daha ileri götürecek, daha çok
ilerleyecekler. Şunu da söyleyeyim ki sen şimdiden Mısırlı bir
doktora benzemeye başladın. Hiç olmazsa ben seni öyle
görüyorum,"
Bilginlerle bilgeler, kendi deyimleriyle bütün bu olaylara
hâkim olan ana fikri, "her şeyi doğuran aşktır" fikrini işliyor,
bunun da çeşitli açıklamalarını yapıyorlardı. Bu
açıklamalardan birine göre sıralı gün ışığı Mısırlı prensesti.
Bataklıklar kralına o inmiş ve onun kucaklamasıyla..."
Söylenenleri çatıdan duyarak bu konuda gereken
açıklamaları yapmak zorunda olan baba leylek, "Söylenenleri
kelimesi kelimesine tekrarlayamıyorum, dedi, dedikleri şeyler
öyle karma karışık, o kadar anlaşılması güç, öylesine
bilginceydi ki, bunları söyler söylemez hepsine unvanlar,
hediyeler veriliyordu. Aşçıbaşı bile ihtimal aslında pişirdiği
çorbanın iyiliğinden ötürü nişan kazandı.
Ana leylek: "Sen ne kazandın? diye sordu. Onların en
mühim kimseyi unutmamaları gerekirdi, o mühim kimse de
sensin. Bütün bu işte bilginlerin yaptığı, gagalarını
takırdatmaktan ibaret kaldı. Ama yakında herhalde sana da bir
paye vereceklerdir."
Gece geç vakit olup da tekrar saadetine kavuşan evde
herkes uykuya daldığı zaman bir kişi henüz gözünü
kırpmamıştı. Bu da yuvasında tek ayak üstünde durarak
nöbetçi uykusu uyumasına rağmen, baba leylek değildi.
Hayır, Küçük Helga'ydı bu uyumayan. Tahtaboştan dışarıya
sarkmış, pırıl pırıl gökte buradakilerin aynı olmalarına
rağmen kuzey memleketlerinde olduğundan daha güzel
parlayan yıldızları seyrediyordu. Yaban batağındaki korsan
karısını, analığının o tatlı bakışlarını, zavallı kurbağa çocuk
için döktüğü gözyaşlarını hatırladı. Şimdi bütün bunlar, Nil
kıyısındaki bu nefis bahar havasında, yıldızların muhteşem
parıltısı içinde gözünün önüne geliyordu. Putperest kadının
kalbindeki sevgiyi, onun zavallı bir yaratığa, insan kılığındaki
kötü bir hayvana, insanın, görünce ve dokunurken iğrendiği
bir hayvana karşı gösterdiği sevgiyi düşündü. Parıldayan
yıldızlara bakıyor, bir zamanlar papazla ormanlar, bataklıklar
üstünden uçarken ölü papazın alnından etrafa saçılan parıltıyı
hatırlıyordu. Sesler duydu. Onunla birlikte at üstünde gider,
teessür, heyecan içinde adamın arkasında otururken işittiği
sözleri hatırladı. Kaynağı aşktı bu sözlerin, bütün nesilleri
saran en yüce aşktı.
Evet, o zaman neler vermiş, neler kazanmış, nelere
erişmişti. Küçük Helga gecelerini, gündüzlerini dolduran
bütün bu saadeti kavrıyor, onu temaşa ederken kendisine bir
hediye vereni unutup da acele ile yalnız verilene bütün o
muhteşem hediyelere dönen bir çocuk haline giriyordu. Aynı
şekilde gittikçe artan, bundan sonra da gelmesi mümkün,
hatta gelecek olan saadetini düşündü. Şimdiye kadar daima
daha büyük sevinçlere, daha yüce saadetlere, mucizelerle
yükselmişti. Ama bir gün gelmiş, bu saadetler içinde
kendisini öylesine unutmuştu ki artık onları vereni de
unutmuştu. Birtakım mağrur hayallere kapılmasının sebebi,
ona gençliğinin verdiği cesaretti. Şimdi bu hayalleri
düşünürken gözleri parlıyordu. O anda aşağıdan, avludan
gelen kuvvetli bir gürültü ile sarsıldı. Avluda iki muazzam
deve kuşunun çark vurarak acele acele döndüklerini gördü.
Hayatında şimdiye kadar böylesine hantal, bu kadar kocaman,
ağır kuş görmemişti. Sanki kanatları kesikti bu kuşun, onu
birileri zarara uğratmıştı. Kuşa başından geçenleri sordu.
Hayatında ilk defa, Mısırlıların deve kuşu hakkında
anlattıkları masalı dinleyecekti.
Bir zamanlar bu kuş cinsi çok güzeldi, kanatlan uzun,
kuvvetliydi. Bir akşam ormandaki muazzam kuşlar ona şöyle
dediler: "Kardeş, yarın sabah inşallah nehre uçalım, su içelim,
ister misin?" Deve kuşu, "İsterim" diye cevap verdi. Ertesi
sabah gün ağarırken uçmaya başladılar. Önce yükseklere,
tanrı gözü olan güneşe doğru gittikçe yükselerek uçtular.
Deve kuşu hepsinin önünde gururla ışığa doğru yükseliyordu.
Kuvveti verene değil, kendi kuvvetine güveniyor, ağzından
"İnşallah" sözü çıkmıyordu. O anda mahşer meleği, etrafa
alevler saçanın yüzündeki örtüyü kaldırınca deve kuşunun
kanatları birden yandı, sefil bir halde aşağı, yeryüzüne indi.
Kendisi gibi mensup olduğu kuş cinsi de bir daha kendini
toparlayamadı. O günden beri deve kuşu korkusundan kaçar,
daracık bir yerde çark vurur durur. Bu da biz insanlara ne
düşünsek, hangi işe başlayacak olsak önce "inşallah" demek
gerektiğini hatırlatır.
Helga düşüncelere dalmış aşağıda çark vurup duran deve
kuşuna bakıyor, onun nasıl korku içinde olduğunu, beyaz ay
ışığı parlayan duvara kendi muazzam gölgesi vurdukça
hayvanın duyduğu basit sevinci seyrediyordu. Ruhuna da,
kalbine de ciddî düşünceler, derin köklerini salmaya
başlamıştı. Artık zengin, mesut bir hayata kavuşmuştu.
Bundan sonra ne olacaktı acaba? Neler görecekti? En doğrusu
"inşallah" demesiydi.
* * *
İlkbaharın ilk günleri gelip de leylekler yeniden kuzeye
doğru göçe başlayınca, küçük Helga altın bileziğini aldı, içine
kendi adını kazıdıktan sonra baba leyleğe işaret ederek onu
yanına çağırdı. Altın halkayı boynuna takarak bunu korsan
karısına götürmesini rica etti. Bununla üvey kızının hayatta,
mesut olduğunu, kendisini hâlâ sevgi ile hatırladığını
anlatmak istiyordu.
Baba leylek bileziği boynunda hissedince: "Bunu, taşımak
biraz güç olacak" diye düşündü, ama bize verilen şerefi, altını
sokağa atamayız. Oraya, kuzeye varınca hepsi leyleklerin
saadet getirdiğini tasdik etmek zorunda kalacaklar."
Ana leylek "sen altın, ben de yumurta yumurtluyorum,
dedi, ama sen bunu ömründe bir kere, ben ise her yıl
yapıyorum. Buna rağmen ne sen, ne de ben karşılığında
kimseden takdir gördüğümüz yok. İzzeti nefsime dokunan
bu."
Baba leylek ''Kişi başarılarını kendi bilir ya, analık" diye
cevap verdi.
"Ama bunu yafta gibi göğsüne takıp sokaklarda
dolaşamazsın ki.” diye cevap verdi ana leylek, ne karın
doyurur bu, ne de bize elverişli bir rüzgâr sağlar. Bunun
üzerine uçuşlarına başladılar.
Bu sırada demirhindi dalları içinde öten küçük bülbül de
kuzeye doğru havalanmak istiyordu. Küçük Helga onun
ötüşünü, oradaki yaban batağında sık sık dinlemişti. Bir
zaman onunla bir haber yollamak istemişti. Kuğu elbisesi
içinde uçtuğu sıralarda kuşların dilinden anlayacaktı. O
zaman ondan, o taşlarla dallardan yapılmış mezarın
bulunduğu Jütland yarım adasındaki kayın ormanına
gitmesini, bütün küçük kuşlardan bu mezarı korumaları ve
üzerinde tekrar tekrar şakımaları için rica etmesini dilemişti.
Bülbül uçup gitti, onunla birlikte zaman da geçip gitmişti.
***
Harman zamanıydı. Bir kartal, ehramlardan birinin üstüne
konmuş, kıymetli eşyalar yüklü bir deve katarıyla hızlı hızlı
soluyan Arap atlarına binmiş, pahalı elbiseler giyinen bir
takım silâhlı adamları seyrediyordu. Bunlar göz kamaştıran,
pembe burun delikleri durmadan açılıp kapanan, uzun sık
yeleleri, incecik bacaklarına kadar dökülen kır atlardı. Zengin
misafirler kral sarayına mensup ve prenseslerin olması
gerektiği kadar güzel bir Arap prensi ile birlikte, üstündeki
leylek yuvasının şimdi boş bulunduğu muhteşem binaya
alayla giriyorlardı. Bu yuvada oturanlar şimdilik kuzey
memleketlerinden birine gitmişlerdi, ama yakında oradan
dönmeleri lâzımdı. "Ve neşenin, sevincin en yüksek dereceyi
bulduğu bugünde döndüler. Her tarafta düğün neşesi vardı.
Güzel elbiseler giyinmiş, taktığı mücevherlerle pırıl pırıl göz
alan Helga bugün gelin oluyordu. Güveyi de gelen Arap
prensiydi. Sofrada şeref yerlerini onlar almış, anne ile büyük
baba arasına oturmuşlardı.
Ama Helga, nişanlısının kıvırcık sakallı esmer, erkek
yüzünü görmüyordu. Kendisine dikilen koyu renkli, ateşli
gözlerin de farkında değildi. Yalnız dışarıya, yukarıya,
parıltılarını üstlerine döken ve yıldızları pırıl pırıl kıvılcımlı
gökyüzüne doğru bakıyordu.
Bu sırada dışarıda kuvvetli kanat sesleri duyuldu. Leylekler
artık dönüyorlardı. Seyahatten çok yorgun, dinlenmeye çok
muhtaç olmasına rağmen ihtiyar çift hemen kapalı balkondan
aşağıya indi. Çünkü onlar da düğün olduğunu duymuşlardı.
Bu haber daha hududa gelir gelmez söylenmişti onlara, küçük
Helga bunu Hiyeroglifle sınır duvarlarına yazdırmıştı. Çünkü
leyleklerin ikisi de kendi hikâyesinde yer almış
bulunuyorlardı.
Baba leylek "Bu bizim için büyük bir takdir işareti
doğrusu" dedi.
"Büyük değil çok küçük diye cevap verdi ana leylek,
bundan daha kötüsü olamaz, bizi daha fena ağırlayamazlardı."
Helga onların gelmiş olduğunu fark edince yerinden
kalkarak sırtlarını okşamak için dışarıdaki balkona, onların
yanına gitti. Helga okşarken ihtiyar baba leylek boynunu
eğiyor, bu sırada en küçük yavruların da babalarının gördüğü
iltifatı seyrettikçe koltukları kabarıyordu.
Helga yukarıya gittikçe parıltısı artan bir yıldıza doğru
bakıyordu. Kendisiyle bu yıldız arasında gökten daha berrak
olmasına rağmen gözle görülebilen bir hayal hareket
etmekteydi Hayalet ona doğru iyice yaklaştı. Bu görünen, ölü
Hıristiyan papazıydı. Helga'nın düğününe o da gelmişti. Hem
de gökler ülkesinden gelmişti.
"Orada, yücedeki ihtişam, güzellik, dünyada bilinenlerin
hepsine üstün" diyordu.
Küçük Helga o zamana kadar asla yapmadığı şekilde, öyle
içten dua etti ki, gökler ülkesinden içeriye bir tek dakikacık
bakmasına, orada hükümran olan babaya yalnız bir an için
göz atmasına izin verildi.
O da Helga'yı ebedî ışığa, ebedî yüceliğe yükseltiyordu.
Helga'nın içinden sayısız düşünceler geçmeye, gözlerinden
yaşlar akmaya başlamıştı. Bu ışık ve ilâhî musiki onu yalnız
dışından değil, içinden de sarıyordu. Ve sözle anlatılmasına
imkân olmayan şeylerdi bunlar.
"Haydi artık dönelim, seni ararlar" dedi baba.
"Bir dakika daha, diye cevap verdi Helga, yalnız bir
dakikacık daha."
"Yere inmeye mecburuz, misafirler gidiyor."
"Son bir defa, ne olur."
Küçük Helga tekrar balkona inmişti. Ama dışarıda bütün
meşaleler sönmüş gelin odasındaki bütün ışıklar kaybolmuş,
leylekler çekilip gitmişti. Misafirlerden kimse yoktu
görünürlerde, Güveyi de ortada yoktu. Her şey bu kısacık
süren üç dakika içinde bir sabun köpüğü gibi uçup gitmişti.
Helga'nın içini bir korku kapladı. Boş divanhaneyi geçti,
yanındaki odaya girdi. Burada yabancı askerler uyuyorlardı.
Kendi odasına açılan yan kapıyı açtı. Ama kendini odanın
içinde sandığı bir sırada dışarıda, bahçede bulunuyordu.
Eskiden burası böyle değildi diye düşündü. Gökyüzünde
kırmızı ışıklar parlamaya başlamıştı. Sabah olmak üzereydi.
Gökyüzünde üç dakikacık, yeryüzünde bütün bir gecesi
geçip gitmişti.
O sırada gözü leyleklere ilişti. Yanına çağırarak leylek
diliyle konuştu onlarla. Baba leylek başını çeviriyor,
söylediklerine kulak veriyor ve yanına doğru geliyordu.
"Sen bizim dilimizi konuşuyorsun, dedi Helga'ya, ne
istiyorsun yabancı kadın, söyle, buraya niçin geldin?"
"Küçük Helga'yım, tanımıyor musun beni? Daha üç dakika
önce seninle şuracıkta, balkonda konuşuyorduk ya."
"Yanlışın var, diye cevap verdi leylek, rüya görmüşsün
sen."
"Hayır, hayır diye bağırdı Helga. Şimdi ona korsanla
şatosunu, yaban batağını, buraya yaptıkları seyahati
hatırlatıyordu.
Baba leylek, gözlerini kırpıştırarak: "Bu senin söylediğin
eski bir hikâye, dedi, büyük anamın anasının zamanında
duymuştum bunu. Doğru, burada, Mısır'da Danimarkalı bir
prenses varmış, ama yüzlerce yıl önce düğünü olduğu gece
ortadan kaybolup gitmiş. Bir daha da hiç görünmemiş. Bu
hikâyeyi bahçedeki şu anıttan da okuyabilirsin: Kuğularla
leyleklerin heykelleri var orada, en üstlerinde de ak
mermerden senin heykelin duruyor."
Her şey leyleğin dediği gibiydi. Küçük Helga bunu görüp
durumu kavrayınca hemen dizleri üstüne düştü.
Güneş doğuyordu. Bir zamanlar günün ilk ışıklarıyla
kurbağa kılığı nasıl üstünden düşer, güzel kız meydana
çıkarsa şimdi de gökten daha duru, daha aydın, gün ışığı gibi,
güzel bir hayal babaya doğru yükseliyordu.
Az önce ayakta durduğu yere bir vücut düştü.
Yerde solmuş bir lotus çiçeği duruyordu.

Baba leylek: "Hikâyenin bu bitişi yeni, dedi sonun böyle
geleceğini hiç ummazdım. Ama çok hoşuma gitti."
"Buna çocuklar ne diyecekler acaba?" diye sordu ana
leylek.
"Doğru, dedi babaları, gerçekten asıl mühim olan da bu."
 

Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız

Editörün Son Yazıları

probiyotik

Çile

probiyotik

Yattığım Kaya

probiyotik

Kaldırımlar

probiyotik

Islak Gül

Editörlerin Son Yazıları

kaptanfilozof06

Hindistan'da İlginç Olay

probiyotik

Çile

bubble30

İÇİNDEKİ CEVHERİ KORUYANLAR

Nielawore

"HALİME TERCÜMANDIM"

Bizden haberdar olmak için mail listemize kayıt olun