BEKÂR SULTAN
Kopenhag'da Hüsken Caddesi denilen, adı tuhaf bir cadde
vardır. Niçin böyle anılır? Bu ad ne manaya gelir? Kimse
bilmez. Güya Almancadır. Ama almanca demekle Almanlara
haksızlık edilmiş olur. Çünkü Almanca’da Hüsken değil,
küçük evler manasına, gelen Haüschen sözü vardır. Eski
zamanlarda evler ahşap dükkânlardan pek farklı değildi.
Bugün panayır yerlerine kurulan barakalara benzerdi. Gerçi
biraz daha büyüktüler, pencereleri de vardır, ama cam, o
devirde bütün evlerde kullanılabilecek kadar ucuz
olmadığından, onun yerine boynuz yahut hayvan mesaneleri
kullanılırdı. Bu devir geçeli o kadar çok oldu ki, büyük
babalarımızın babaları bile ondan bahsederken eski zamanlar
tabirini kullanabilirler. Birçok yüz yıllar önceki bir devirdi bu.
O zamanlar Kopenhag'ın ticareti Bremen'le Lübeck'de
yaşayan zengin tüccarların elindeydi. Kendileri
memleketlerinde kalır, Kopenhag'a dükkân çıraklarını
gönderirlerdi. Bunlar" Küçük evler caddesi"ndeki tahta
barakalarda oturur, bira, baharat satarlardı. O zamanki Alman
biraları çok nefisti. Bremen, Prysinger, Emser gibi,
Braunschweig siyah birası gibi birçok çeşitleri vardı. Sonra
safran, anason, zencefil, bilhassa karabiber gibi baharat
çeşitleri sayılabilirdi. Bunlar arasında karabiber başta gelirdi.
Bu sebepten Danimarka'daki dükkân çıraklarına karabiberliler
adı verilirdi. O zamanlar bir tuhaf âdet de vardı. Çıraklar
memleketlerinden çıkarlarken Danimarka'lı kızlarla
evlenmeyeceklerine dair taahhüt altına girerlerdi. Birçoğu
bekâr olarak ihtiyarlar, küçücük evlerinin, yatak yapmak,
soba yakmak gibi çeşitli işlerini kendileri görürlerdi. Bazıları
da yaşlı bekâr hayatı sürer herkesten uzak yaşardı. Bunların
kendilerine mahsus tuhaf alışkanlıkları, düşünce tarzları vardı.
Onun için yaşı ilerlediği halde bekâr kalmış olan ihtiyarlara
"Karabiberli" adı verilirdi. Aşağıda okuyacağınız hikâyeyi
anlayabilmek için bütün bunların bilinmesi lâzımdır.
Bu çeşit bekârlarla herkes alay ederdi. Bunlar gecelik
takkelerini kulaklarına kadar geçirmeli, yatağa öyle
girmeliydiler.
Odun böl, odun böl durmadan
Ey zavallı bekâr sultan.
Çek takkeni gir yatağa
Takkedir yaraşan sana .
Onlar hakkında bu çeşit türküler söylenir, bekarlık
sultanlıktır, diyenlerle, onların giydikleri takkelerle, bilhassa
bunları herkes pek az tanıdığı için bugün de alay edilir. Evet,
insan takke kullanmayı asla aklından geçirmemeli. Niçin mi
diyeceksiniz? Dinleyin: eski zamanlarda küçük evler caddesi
kaldırımsızdı. Her tarafı delik deşik olmuş, nerdeyse kullanıla
kullanıla bir hendek haline gelmişti. Sokak öyle dar, evler
karşılıklı o kadar birbirine doğru eğilmişlerdi ki yaz aylarında
bir evden öbür eve sokağın üstünden geçecek şekilde ip
gerilir, hava biber, safran, zencefil kokardı. Gençler dükkân
tezgâhlarının arkasında çok sayıda bulunmazlardı. Hayır,
bunların çoğu yaşlı adamlardı. Zannettiğimiz gibi peruka
yahut gecelik takkesi, pantolon, ta yukarıya kadar iliklenen
uzun ceket yahut pardösü de giymezlerdi. Hayır, ancak büyük
babalarımızın babaları böyle giyinirler, resimleri de böyle
yapılırdı. Ama karabiberlilerin resimlerini yaptırmaya güçleri
yetmezdi ki. Bugün böyle bir resim olsa da onlardan birini
dükkânında, tezgâhın arkasında nasıl durduğunu yahut
bayram günlerinde kiliseye ne kıyafetle gittiğini
görebilseydik, bizim için büyük bir nimet olurdu. Şapkaları
geniş kenarlı, fevkalâde yüksekti. Dükkân çıraklarının en
gençleri de onları çoğu zaman bir kuş tüyü ile süslerlerdi.
Yün gömlek, beyaz, devrik bir keten yakanın altında kalır,
mintanların yakası ta yukarıya kadar ilikli dururdu. Palto
gevşek bir şekilde aşağıya doğru sarkar, pantolonun paçaları
da geniş burunlu ayakkabılarına kadar inerdi. Çünkü o zaman
çorap giymezlerdi. Kuşaklarına bıçak, kaşık sokar, hatta
savunma âleti olarak bir de kama bulundururlardı ve her
zaman, sık sık ona iltica etmek zorluğu da hâsıl olurdu.
İşte küçük evler sokağının en yaşlı karabiberlilerinden olan
ihtiyar Anton, bayram günlerinde bu kıyafetle dolaşırdı.
Yalnız ötekilerinden farklı olarak yüksek şapka değil, takke
giyer, hem de işlemeli tam bir gecelik takkesi kullanırdı. Buna
öyle alışmıştı ki hiçbir zaman başından çıkarmazdı. Daima bu
çeşit iki takkesi bulunurdu. Zayıf, değnek gibi bir adamdı.
Her ressam, böylelerinin resmini yapabilir. Ağzının,
gözlerinin etrafı kırışıklarla doluydu. Parmakları uzun,
kemikli, kaşları ağarmış, sıktı. Sol gözünün üstüne bir demet
saç düşerdi. Bu saç güzel durmazdı ama onun için fevkalâde
tipikti. Herkesin onu Bremen’li saymasına rağmen oralı da
değildi. Yalnız efendisi Bremen'de otururdu. Kendisi asıl
Thüringen'de Wartburg'un hemen aşağısındaki Eisenach
şehrinde doğmuştu. İhtiyar Anton oradan çok bahsetmezdi.
Fakat en çok hatırladığı yer orasıydı.
Küçük evler sokağındaki dükkân çırakları çokluk bir araya
gelmez, herkes kendi dükkânında otururdu. Akşamları
dükkânlar vaktinde kapanır, o zaman da her taraf karanlık
içinde kalırdı. Yalnız çatı arasındaki küçük odaların
pencerelerini örten bağa camlardan dışarıya donuk bir ışık
sızardı. İçerde, umumiyetle elindeki Almanca ilâhi kitabıyla
yatağına oturmuş bir adam, akşam duasını eder, kimi zaman
da aynı adam gece geç vakitlere kadar sokaklarda dolaşır, şu
veya bu işle meşgul olurdu. Ama bu gezintilerin eğlenceli
geçmesi pek kolay değildir. Yabancı olarak yabancı bir
memlekette yaşamak zorunda olmak acı bir şey. Bir mesele
yüzünden karşılaşmayınca kimse kimseyle ilgilenmez.
Çoğu zaman dışarıda zifiri gece karanlığı hüküm sürer,
yağmur bardaktan boşanırcasına yağarken buraları korkunç ve
tenha olurdu. O zamanlar fener pek kullanılmazdı. Yalnız bir
tek fener vardı, o da sokağın bir ucunda duvara yapılmış
Meryem ana resminin hemen altında sallanırdı. İnsan bir
şeyle meşgul olmazsa böyle akşamlar uzar, içe hüzün verir.
Mal boşaltıp yerleştirmek, kese kâğıdından külah yapmak,
terazi kefelerini parlatmak her gün yapılması gereken işlerden
değildir. O zaman da insan başka bir işle meşgul olur. İhtiyar
Anton da böyle yapardı. Çamaşırlarını kendi onarır, hatta
pabuçlarını kendi tamir ederdi. Nihayet yatağa girince de
âdeti olduğu gibi gecelik takkesini başından çıkarmaz, yalnız
onu kulaklarına kadar geçirmekle yetinirdi. Sonra ışığın iyice
sönüp sönmediğine bakmak için takkeyi tekrar tepesine doğru
çeker, etrafı koklar, mumun fitilini parmakları arasında ezer,
sonra tekrar yatardı. Çok geçmeden yatakta öteki tarafına
döner, takkeyi tekrar aşağıya indirirdi. Ama çoğu da
birdenbire aşağıda küçük ocaktaki ateşi hatırlar, kömürün
iyice bitip bitmediğini, kalanları gereği gibi söndürüp
söndürmediğini düşünürdü. Belki de küçük bir kıvılcım
kalmış, ateşi parlatmış, bir zarar yapmış olabilirdi. Bunun
üzerine yatağından kalkar, merdivenlerden inerdi.. Buna
merdiven demek caiz değildir pek. Çünkü yapı
merdivenlerine benzer. Ocağın önüne gelince ateşin tamamen
sönmüş olduğunu görür, yeniden yatağına dönerdi. Ama çoğu
yarı yola varmadan kapı arkasındaki demir kolun yerine
konup konmadığından şüphelenir, pencere kepenklerinin
sürgülenip sürgülenmediğini düşünürdü. O zaman incecik
bacaklarıyla tekrar aşağıya inmek zorunda kalır, üşür,
soğuktan çeneleri birbirine çarpardı. Arkasından odasına çıkıp
yatağına sokulunca soğuk bütün şiddetiyle kendini duyururdu.
Çünkü soğuğun âdetidir, kendini asıl ayrılıp gideceği zaman
duyurur. Sonra yorganı başından yukarı çeker, takkesini iyice
gözlerinin üstüne indirir, düşüncelerini, günlük ticaret
hayatının güçlüklerinden uzaklaştırmaya çalışırdı. Ama gene
de tam rahata kavuşamazdı. Çünkü eski hatıraları uyanır,
yavaş yavaş perdelerini açmaya başlardı. Kimi zaman bu
perdeler toplu iğnelerle tutturulmuştur, değince insanın eline
batar, ah diye bağırtır bizi. Çünkü etimizi kanatınca canımız
yanmıştır, gözlerimizden yaşlar boşanabilirdi. Çoğu, ihtiyar
Anton da böyle hatıralara dalar, yanaklarının üstüne pırıl pırıl
incilere benzeyen sıcak gözyaşları dökülürdü. Bunlar ya yatak
çarşaflarına yahut da döşemenin üstüne düşer, o zaman da bir
ıstırap teline dokunulmuş gibi ses verirlerdi. Damlalar bazen
buhar haline gelir yahut parlak bir alev ışığında korlaşırlardı.
O zaman bu alev parıltısında Anton'un asla kalbinden
çıkmayan bir hayat manzarası belirirdi. Gerçi gözlerini
gecelik takkesinin kenarlarıyla kurulayınca, bu manzara ile
gözyaşları kaybolur, ama bunların kaynağı olduğu gibi
kalırdı. Çünkü kaynak kalbindeydi. Gördüğü hayaller, gerçek
hayatta olduğu gibi birbirini kovalamazdı. Çoğu bunlardan en
acıları gözünün önünde canlanır, yahut ıstırap verecek kadar
sevinçli, parıltılı olanlarını yaşar, ama bilhassa bunlar
hayaline gölgelerini salardı..
Danimarka'nın kayın ormanları çok güzeldir, diye
anlatırlar. Ama Wartburg bölgesindeki kayın ormanları
Anton'un gözleri önünde daha güzel canlanır. Sarmaşıklarla
örtülü kayalar, yarlar üstünde yükselen mağrur bir şatoyu
saran ihtiyar meşeler, gözlerine daha heybetli, daha muhteşem
görünürdü. Oradaki elma ağaçlarının çiçekleri,
Danimarka'dakilerden çok daha hoş kokar. Anton bu güzel
kokuları duyunca gözünden bir damla yaş yuvarlanır, parıldar,
ses verirdi. Bu parıltının ışığında biri oğlan, biri kız, iki çocuk
görünür, beraber oynarlardı. Oğlanın kırmızı tırnakları,
kıvırcık sarı saçları, insana güven veren minik gözleri vardı.
Zengin tüccarın oğlu, küçük Anton'un ta kendisiydi. Küçük
kız ise elâ gözlü, siyah saçlı, zeki görünüşlü, neşeli bir
çocuktu. Belediye başkanının kızı Molly’di bu. İkisi birlikte
bir elma ile oynar, onu ellerinde sallar, içindeki çekirdeklerin
çıkardığı sesi dinlerlerdi. Sonra da ikiye bölerek paylaşır,
çekirdeklerini de aralarında taksim eder, son çekirdeği bırakıp
ötekilerin hepsini yerlerdi, küçük Molly'ye göre bu son
çekirdeğin toprağa ekilmesi lazımdı.
"Bir gün gelmeli de görmelisin, bu çekirdekten ne
yetiştiğini... Şimdi aklına, hayaline bile gelmez. Koca bir
elma ağacı gelişecek ondan. Ama hemencecik değil."
Böyle der, arkasından beraberce çekirdeği bir çiçek
saksısına dikerlerdi. Bu sırada her ikisi de büyük gayret
gösterir, oğlan parmaklarıyla toprağa bir delik açar, küçük kız
çekirdeği içine bırakır, sonra ikisi birlikte deliği toprakla
doldururlardı.
Küçük Molly "ama yarın kök saldı mı salmadı mı diye
toprağı eşelemeğe kalkma, derdi, doğru olmaz bu. Bir kere
ben ektiğim çiçeklere böyle yaptım, acaba büyüyorlar mı diye
yokladım. O zaman tabii anlamıyordum böyle şeylerden,
çiçekler hemen kurudu."
Çiçek saksısı Anton'un yanında kalırdı. Bütün kış süresince
her sabah saksıya bakar, ama kara topraktan başka bir şey
görmezdi. Sonra ilkbahar gelip güneş etrafı tekrar ısıtmaya
başlayınca saksının içinden iki yeşil yapracık belirirdi. O
zaman Anton "bunun biri Molly, biri ben, derdi. Ne güzel de
gelişiyorlar doğrusu."
Çok geçmeden üçüncü bir yaprak daha meydana çıkınca,
acaba bu da kim diye sorarlardı. Sonra tekrar bir yaprak, bir
yaprak daha belirir, gün günden, haftalar ilerledikçe bitkicik
gelişir, nihayet tam bir ağaç şeklini alırdı. Şimdi bütün
bunların hepsi bir tek gözyaşı damlasında yankılanıyor, onu
da Anton siliyor, yok ediyordu. Ama aynı kaynaktan, ihtiyar
Anton'un kalbinden tekrar belirip canlanması mümkündü.
Eisenach'a yakın dolaylarda bir sıra kayalık dağlar uzanır.
Bunların arasında yuvarlak, koni şeklinde olan biri vardır ki,
ötekileri aşar. Üzerinde ne ağaç, ne çalı, ne de ot bulunur. Adı
Venüs dağıdır. Burada putperestlik devrinin tanrıçalarından
Bayan Venüs oturur. Eskiden Bayan Holle adını taşırmış.
Bunu Eisenach'da eskiden beri herkes, çocuklar bile bilir,
bugün de bilir. Bayan Holle, eski şövalyelerden ve
Wartburg'daki muganniler çevresinden asil ozan Tannhaüser'i
burada kendine bağlamıştı.
Çoğu zaman küçük Molly ile Anton bu dağa çıkarlardı. Bir
keresinde Molly "acaba bir kere deneyip Bayan Holle, Bayan
Holle, aç kapıyı, ben Tannhaüser'im demeye cesaret edebilir
misin?" diye sormuş, fakat Anton buna cesaret edememişti.
Bununla beraber Molly buna cesaret etmiş ama ancak yüksek
sesle iki kere Bayan Holle, Bayan Holle diyebilmiş, arkasını
anlaşılamayacak şekilde, rüzgâra doğru mırıldanınca Anton
hiçbir şey söylemediğini sanmıştı. Bu esnada öyle neşeli, hoş
bir görünüşü vardı ki, Anton başka kızlarla birlikte ona ara
sıra bahçede rastladığı zaman bu kadar hoş bir hali olduğunu
hatırlardı. O zaman kızlar, Anton'u, bilhassa kendini
öptürmemek için çırpındığından ötürü öpmeye çalışırlar, o
karşı gelir, önüne geleni hırpalar, aralarından ancak Molly
onu öpmeye cesaret edebilirdi.
O zaman Molly arkadaşlarına "ben onu öpmeye izinliyim,
diye böbürlenir, kolunu Anton'un boynuna dolardı. Bu
hareketinde bütün övünmesi, kendini beğenmesi belirirdi.
Anton bundan memnun olur, hiç sesini çıkarmazdı. Ne tatlı,
ne hoş kızdı bu Molly. Venüs dağındaki Bayan Holle'nin de
onun gibi güzel olduğu söylenirdi ama onunki kötü insanların
baştan çıkarıcı güzelliği idi. Buna karşılık asıl en yüksek
güzelliğin de Eisenach'ın tanrısal koruyucusu azize Elisabeth'i
süsleyen güzellik olduğuna inanılırdı. Bu kadın Thüringen'li
sofu bir prensesti. Yaptığı iyilikler masallaşmış, şimdi birçok
yerler onun iyi işleriyle ün, değer kazanmışlardır. Hâlâ
kilisede onun resmi asılı durur. Etrafı gümüş lâmbanın
çevrelenmiştir. Ama bu resim Molly'ye asla benzemiyordu.
İki çocuğun diktiği elma ağacı yıllar geçtikçe büyüdü. Bir
ara o kadar irileşti ki onu bahçenin dışındaki açıklık, taze
havalı bir yere taşımak zorunda kaldılar. Buraya geceleri çiğ
düşüyor, sıcak güneş ışığı görüyor, böylece ağaç da kışın sert
soğuğuna dayanabilmek gücünü ediniyordu. Kış aylarının
ağır baskısını atlatıp da baharın çiçek açınca sanki sevincini
açığa vururdu, bir kere sonbahar iki elma vermişti, bunlardan
biri Molly, öteki Anton içindi. Ama elmanın bundan kötüsü
de düşünülemezdi.
Ağaç neşeyle yükselip gelişirken Molly de onunla
yarışırcasına büyüdü. Bir elma çiçeği kadar tazeydi. Ama aynı
ağaç bu çiçeği uzun zaman seyredemedi. Her şey değişir bu
dünyada, hiçbir şey olduğunca kalmaz. Molly'nin babası eski
vatanını bıraktı, Molly de onunla birlikte uzaklara, çok
uzaklara gitti. Bugün buharlı vapurlarla oraya birkaç saatte
varılabiliyor. Ama o zamanlar tam bir gün bir gece seyahat
etmek lâzımdı. Eisenach'dan doğuya doğru yola çıkmak,
Thüringen'in en son hududunda bugün Weimar diye anılan
şehre ulaşmak gerekirdi.
Ayrılık günü Molly ağlıyor, Anton ağlıyordu. Fakat bütün
bu gözyaşları şimdi bir tek damlada toplanmış, sevincin
kırmızı, muhteşem ışığında parıldıyordu. Molly onu
Weimar'da gördüğü en muhteşem şeylerden daha fazla
sevdiğini itiraf etmişti.
Bir yıl geçmiş, iki yıl, üç yıl geçmiş, bütün bu zaman içinde
ondan iki mektup almıştı. Molly bunlardan birini bir yük
arabacısıyla, ikincisini de bir yolcu ile göndermişti. Bunların
geride bıraktıkları mesafe uzun, zordu. Yol birçok kıvrımlar
yapıyor, dolaşıyor, birçok köylerden, şehirlerden geçiyordu.
Molly ile Anton, Tristan'la İzolde hikâyesini birkaç kere
beraber dinlemişler, Tristan adı ona bu gencin yaslı bir hayat
sürerek büyüdüğünü hatırlatmasına rağmen, kaç kere Molly
ile kendisini onların yerinde düşünmüştü. Ama hikâye
Anton'un hayatına hiç uymuyordu. Kendisi de hiçbir zaman
Tristan gibi düşünemez. "Sevgilisinin kendisini unuttuğu"
kanısına ısınamazdı. Zaten İzolde de gönlü ile bağlandığı
sevgilisini unutmamıştı ki. İkisi birlikte ölüp aynı kilisenin iki
yanına gömüldükleri zaman mezarlarından iki söğüt ağacı
çıkmış, bunların çiçeklenen dalları kilise saçaklarını aşarak
damın üstünde yine birbirleriyle birleşmişlerdi. Bu hayal
Anton'a çok hoş geliyordu. Buna rağmen ne kadar
hüzünlüydü. Molly ile onun hikâyesi böyle acıklı olamazdı.
Onun için bunu her hatırlayışta ıslık çalmaya başlar, eski ozan
Walter von der Vogelweide'nin şarkılarından birini, "Kırlarda
söğütler altında..." şarkısını mırıldanırdı. Bilhassa şarkının,
"Ormanda sessiz vadi içinde
Bir bülbül şakırdı geceye,
Tattara lalla."
diye devam eden kısmı çok hoş yankılar yapardı.
Bu şarkı durmadan dilinin ucuna gelirdi. Ay ışıklı gecelerde
Weimar'a gidip Molly'yi ziyaret etmek İçin derin bir hendeğe
benzeyen yoldan atını sürerken hep bu şarkıyı söyler yahut
ıslıkla onu mırıldanırdı. Oraya habersiz gitmek ister, öyle de
yapardı.
Kendisini dostça karşılarlar, gelişi şerefine dolu bir tahta
tas şarap sunarlardı. Kibar, neşeli insanlar etrafını alır, rahat
bir oda, temiz bir yatak emrine hazır tutulur, buna rağmen
yine düşünüp hayal ettiğinden çok farklı şeylerle karşılaşırdı...
O zaman kendi kendini anlamaz, başkalarını da anlamazdı.
Ama biz hepsini anlayabiliriz. İnsan bir evde, bir aile
arasındadır, ama olduğu yerde oturup kalmaz. Bir posta
arabasında olduğu gibi şuradan, buradan konuşurlar, yine
orada olduğu gibi birbiriyle tanışılır, tanışanlar sıkıntı
vermeye başlayınca birbirlerinden ayrılmak isterler, en yakın
komşumuz bize bir cellat gibi görünür.
Molly ona "ben doğru sözlü bir kızım diyordu, bunu sana
bizzat söylemek isterim. Çocukken birbirimizle sokakta
oynadığımız günden beri içerde de, dışarıda da birçok şeyler
değişti, başka kılığa girdi. Alışkanlık olsun, irademiz olsun
kalbimize tesir edemez. Anton, benim hakkımda kötü bir
hatıra saklamanı istemiyorum. Buradan uzaklara gideceğim
şu dakikada, inan bana, hakkında daima iyi bir hatıra
saklayacağımı bil. Ama seni şimdi tanımış olduğum şekilde,
hiçbir zaman sevmedim. Bu hakikate de alışman lâzımdır.
Hoşça kal Anton."
Anton ona aynı dilekte bulunur, gözlerinden bir damla yaş
gelmezdi. Ama Molly'ye karşı beslediği aşkın kalbinden
silindiğini de hissederdi. Öpmek için dudaklarımızı
dokundurunca ateşte kızıllaşmış bir demir çubuğu kadar
donmuş bir demir de derimizi sıyırır, bize aynı duyguyu verir.
Anton da, bu şekilde, aşkı da, kini de aynı kuvvetle içinde
yaşardı.
Tekrar Eisenach'a dönmek için bütün bir gün çekmezdi
artık, ama bindiği at ölmüş bulunurdu.
"Bu da bir şey mi sanki diye bağırırdı o zaman, ben kendim
mahvolmuşum bir kere... Bana onu hatırlatabilecek her şeyi
de mahvetmek istiyorum! Seni de Bayan Holle, bayan Venüs,
putperest kadın seni de! Elma ağacını devireceğim, köklerini
söküp çıkaracağım! Bir daha çiçeklenmemesi, onun da yemiş
vermemesi lâzım!"
Ama o zaman ağaç değil, kendi mahvolur, bütün kuvveti
tükenip biter, yatakta ateşler içinde yanardı. Acaba tekrar
nasıl kendine gelebilirdi? O zaman bir ilaç aklına gelir,
ilâçların en acısı, ona ancak o yardım edebilir, bitkin
vücudunu, sarsılmış ruhunu tekrar yerine getirebilirdi. Bu da
bir eski hatıraydı: Anton'un babası yakın zamanlara kadar
zengin bir tüccardı. Fakat zor zamanlar, ağır imtihan günleri
kapılarını çalmış, felâket etrafı kavuruyor, bir zaman o kadar
refah görmüş olan evlerine büyük dalgalar halinde yoksulluk
doluyordu. Babası fakir düşmüş, sıkıntılarla, acılarla beli
bükülmüştü. Bu vaziyette Anton'un aşk endişelerini, Molly'ye
karşı duyduğu kinleri unutarak başka şeyler düşünmesi
lazımdı. Evde anasının babasının yerini o alacak, her şeyi
yoluna o koyacak, her yere erip yetecek, herkese o yardım
edecekti. Evi, yurdu koyup gurbete çıkması, ekmeğini
kazanması lâzım geliyordu.
Bremen'e geldi. Orada zaruret nedir tattı, sıkıntılı günler
gördü. Bu sıkıntılar insanı sertleştirir yahut yumuşatır, ama
çoğu zaman lüzumundan fazla yumuşatır. Oradaki hayat,
insanlar, çocukluğunda tasarladıklarından ne kadar farklı idi.
Şimdi eski ozanların şarkıları onun için ne ifade edebilirdi.
Hepsi boş seslerden, tekerlemelerden ibaret kalmıştı. Böyle
düşünmesine rağmen kimi zaman da bu şarkılar onu ta
ruhundan sarsıyor, içini yumuşatıyordu.
Sonra "en iyi şey tanrının tecelli eden iradesidir, diyordu
kendi kendine, sevgili tanrının, Molly'nin kalbini bana
bağışlamamış olması hakkımda iyi oldu. Şimdi talihim
böylesine ters dönünce başıma neler gelecekti. Benden yüz
çevirirdi, çünkü beni bekleyen kötü günleri seziyor yahut
talihin benden yüz çevirdiğini biliyordu. İşin böyle olması
tanrının lütfudur. Hakkımda hayırlısı budur. Ne olursa
mutlaka tanrının rızasıyla olur. Molly'nin elinde bir şey yoktu.
Ben ona düşman olmuştum."
Yıllar böylece geçiyordu. Anton'un babası ölmüştü. Baba
evinde yabancılar oturuyordu. Buna rağmen Anton'un bu evi
tekrar görmesi mukadderdi. Zengin efendisi onu ticaret için
seyahatlere yolluyordu. Bir keresinde yolu doğduğu şehir olan
Eisenach'a uğradı. Eski Wartburg, yalçın kayalıkların
yücesinde, taşlaşmış bir keşiş ve bir kadın târiki dünyanın
resmiyle birlikte değişmeden olduğu gibi kalmıştı. Muazzam
meşeler eski yapıya, çocukluğundan beri tanıdığı manzarayı
veriyordu. Çıplak Venüs dağı, koyu kurşuni rengiyle vadinin
içinden pek az beliriyor. Şimdi de "Bayan Holle! Bayan
Holle! Bayan Holle! Aç dağı bana, açmazsan vatanımda kalır,
bir yere gitmem!" diye bağırmak istiyordu. Sonra böyle bir
şey düşünmenin günah olduğunu hatırladı, bir ihtiram
duygusu içinde haç çıkardı. Bu sırada yanı başındaki çalılıkta
küçük bir kuş şakımaya başlamıştı. Eski ozan şarkısını bir
daha hatırladı:
"Ormanda sessiz vadi içinde
Bir bülbül şakırdı geceye.
Tattara lalla"
Çocukluğunu geçirdiği, gözyaşlarıyla kavuştuğu bu şehirde
birçok hatıraları tekrar canlandı. Baba evleri eskisi gibi
duruyordu, ama bahçe kısmen bozulmuştu. Bu eski bahçenin
köşesinden bir patika geçerdi. Kökünden söküp çıkaramadığı
elma ağacı halâ orada, bahçenin dışında, yolun öteki
yakasında duruyordu. Eskisi gibi güneşle aydınlıktı, eskisi
gibi çiğlerle ıslaktı. Üstünde bol bol yemişler, dalları yere
kadar eğiyordu.
"Gelişiyor, dedi kendi kendine, daha gelişebilir de."
Bununla beraber büyük dallarından biri çılgın eller
tarafından kırılmıştı, çünkü ağaç yol üstündeydi.
"Çiçeklerini yolar, bir teşekkür etmezler, yemişlerini çalar,
dallarını kırarlar. Burada, bir ağaçtan da, insandan bahseder
gibi bahsetmek mümkün olsa şöyle denilebilir: onun bu hale
gelmesi ezelden mukadder miydi? Bu ağacın hikâyesi ne
güzel başlamış, ama sonra ne kadar değişmişti. Terk edilmiş,
unutulmuş. Bahçede bir bahçe ağacıyken kır yolunda bir
tarlaya atılmıştı. Şimdi bir koruyanı kalmamış, önüne gelen
sarsıp sallar, dallarını kırıp yolar. Gerçi bunlarla kurumaz,
ama yıl yıldan çiçekleri azalır, yemiş vermekten kesilir. En
sonunda da... Evet, en sonunda da, hikâye biter."
Anton ağacın altında bunları düşünür, yabancı bir
memlekette, evinin adacığında yapayalnız nice geceler
bunları hatırlar, Bremen'li tüccar zengin efendisinin
evlenmemek şartıyla kendisini gönderdiği Kopenhag'daki
küçük evler sokağında bu hatıraları yaşardı.
"Evlenmek mi? Vay vay vay"! diye yüksek sesle tuhaf
tuhaf gülerdi.
Kış erken gelmiş, donlar sert başlamıştı. Dışarıda şiddetli
bir rüzgâr karları savuruyor, kimse dört duvar arasından dışarı
çıkamıyordu. Onun için karşıki komşuları, Anton'un iki gün
arka arkaya dükkânını açmadığını, kendisinin de ortalarda
görünmediğini fark etmediler. Böyle bir havada mecbur
olmadan kim dışarıya çıkardı ki?
Karanlık, neşesiz günler gelmişti. Pencereler camla örtülü
olmayan dükkânın içi, gündüzleri yarı aydınlık, geceleri zifiri
karanlıktı. İhtiyar Anton iki gün arka arkaya yatağından
çıkmamıştı. Çıkmaya da gücü yetmiyordu. Dışarıdaki sert
havayı daha başlamadan çok evvel vücudunda hissetmişti.
İhtiyar bekâr sultan oracıkta kimsesiz yatıyor, yerinden
kımıldamıyordu. Ancak yanı başındaki testiye uzanabilecek
kadar kuvveti vardı. Onda da su kalmamıştı Ne ateşi vardı, ne
de hastaydı, onu bu şekilde kötürümleştiren sadece
ihtiyarlıktı. Yattığı yer hemen hemen her zaman gece
karanlığı içindeydi. Göremediği zamanlar bir küçük örümcek,
yatağının üstünde durmadan, rahatça ağlarını örüyor, sanki
ihtiyar gözlerini kapadığı zaman ona matem tülleri
hazırlıyordu
Ah ne yavaş, ne geçmez zamandı bu! Artık ıstırabı da,
gözyaşları da kalmamıştı. Molly düşüncelerinde yaşamıyordu.
İçinde bir duygu, ona artık ne bu dünyanın, ne de hayat
gürültüsünün kendisiyle bir ilgisi kalmadığını, hepsinin dışına
çıkmış olduğunu söylüyordu. Onu düşünen bir kimse de
yoktu ki. Bir an açlık hissi duyar gibi oldu, susamıştı da, evet
susuzluğunu duymuştu. Ama kimse gelip de ona su vermedi.
Vereceği de yoktu. Azize Elisabeth gibi eriyip bitmek zorunda
kalanları hatırladı. Vatanının, çocukluğunun azizesi bu asil
kadın ve Thüringen prensesi nasıl en fakir mahallelere kadar
gider, hastalara teselli götürür, hepsinin kalplerine inşirah
dağıtırdı. Şimdi onun iyi amelleri Anton'un ruhu önünden
parıltılar içinde geçiyordu. Bir zaman bu kadının ıstırap
çekenlere giderek söylediği teselli sözlerini hatırladı.
Hastaların yaralarını yıkadığını, kocasının kızmasına rağmen
açlara yemek götürdüğünü düşündü. Ona ait bir hikâye de
aklına gelmişti: bir gün bu azize içinde şarapla yiyecek
bulunan bir sepetle fakirlere giderken ansızın karşısına onu
adım adım takip eden kocası çıkmış, hiddetle sepetin içinde
ne götürdüğünü sormuştu. Bunun üzerine Elisabeth korku ile
gül götürüyorum, bahçeden topladım, diye cevap verince
kocası inanmayarak sepetin üstündeki örtüyü kaldırmış,
içinde şarap, ekmek gibi yiyecek olarak ne varsa hepsinin gül
haline geldiğini görmüştü. Sofu kadıncağız o gün bu mucize
sayesinde kurtulmuştu.
Bu kadın Anton'un kalbinde bu kadar yer etmişti, şimdi
bile hayali donuk gözlerinin önünde bütün gerçekliğiyle
canlanıyor, Danimarka'daki fakir dükkân barakasında,
yatağının önünde onu görüyordu. Başından takkesini çıkardı,
azizenin tatlı gözlerine baktı. Etrafında her şey değişmiş,
parıltılara, güllere bürünmüştü. Bütün oda gül kokularıyla
doldu. Birdenbire tatlı bir elma kokusu da duydu.
Çiçeklenmiş bir elma ağacı dallarını onun üstüne yayıyordu.
Bu, Molly ile beraber küçük bir çekirdekten yetiştirdikleri
ağaçtı.
Ağaç yapraklarını hararetle yanan alnına dökmüş, onu
serinletiyordu. Her yaprak solgun dudakları üstüne düştükçe
şarapla ekmek yediğini sanıyor, içinde kuvvet duyuyordu. Bir
ara o kadar hafiflik hissetti ki uykusu geldiğine candan
sevindi.
Kendi kendine yavaşça "işte artık uyuyorum dedi. Uyku
insana rahatlık verir. Yarın iyileşmiş olarak tekrar ayağa
kalkarım. Ne hoş şey bu, ne hoş. Aşk toprağına diktiğim elma
ağacını şimdi bütün ihtişamı içinde görüyorum."
Ertesi gün, dükkânını kapadığının üçüncü günü kar fırtınası
durmuştu. Karşıki komşuları, hâlâ ortalarda gözükmeyen
ihtiyar Anton'u aradılar. O ise eski takkesini elleri arasına
sıkıştırmış, kollarını uzatmış, ölü olarak yatağında yatıyordu.
Kendisini tabuta koydukları zaman bu eski takkeyi başına
giydirmediler. Çünkü henüz giyilmemiş, temiz beyaz bir
takkesi daha vardı.
Şimdi döktüğü o gözyaşları ne olmuştu? O inciler
neredeydi? Şüphesiz Anton'un gecelik takkesindeydi bunlar.
Gözyaşlarının halis olanları çamaşırda akıp gitmez. Takke
onları korudu. Ve unutulup gittiler. Evet, o eski hayallerle
bekâr sultanın gecelik takkesinde kalmışlardı. Kendin için
aynı şeyleri arzulama, sakın! Çünkü bu hayaller senin alnını
da hararetlendirir, nabzın sıklaşır, düşler görmeye başlarsın.
Hem bu düşler sana gerçekmiş gibi görünür. Bu takkeyi yarım
asır sonra ilk defa bir belediye başkanı giydi ve dediğimiz
halleri yaşadı.
Bir gün karısı, on bir çocuğu ile odasında rahat rahat
oturuyordu. Takkeyi giyer giymez bedbaht bir aşk düşü
görmeye başladı. Düşünde iflâs etti, açlık çekti.
"Hay Allah cezasını versin, diye bağırdı, bu takke insanın
beynini kaynatıyor." Hemen takkeyi başından çıkardı. O anda
yere birbiri ardından iki inci yuvarlandı. İkisi de pırıl pırıldı,
tuhaf bir ses çıkardılar. Belediye başkanı, "ben hayal
görüyorum, dedi, romatizmam depreşti."
Bunlar yarım asır önce Eisenach'lı ihtiyar Anton'un
döktüğü gözyaşlarıydı.
Daha sonraları bu takkeyi kim başına geçirdiyse mutlaka
hayaller gördü, düşlere daldı, kendi hayat hikâyesi Anton'un
hikâyesi haline geldi. Böylece bir masal, arkasından birçok
masallar meydana çıktı. Bunları da başkası anlatsın. Biz
burada yalnız birincisini anlattık. Hikâyemizi şu sözlerle
bitiriyoruz: sakın bekâr sultanın takkesini arzulayayım deme!
Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız