Şimdi kuzeyde, Jütland'daki vahşi bataklığın üst
kesimindeyiz. Kuzey denizinin çağıltısını, dalgaların nasıl
yuvarlandığını duyabiliriz buradan, çok yakın bize. Ama
önümüzde büyük bir kum tepesi yükseliyor. Onu çoktan beri
gördüğümüz halde, hâlâ ona doğru yol alıyoruz. Derin kumun
üstünde yavaş yavaş ilerliyoruz. Yukarıda kum tepesinin
üstünde büyük, eski bir yapı var. Bu Börglum manastırıdır. En
büyük kanadı bugün de hâlâ kilise olarak kullanılıyor.
Yukarıya akşam, geç vakit vardık. Ama hava aydınlık.
Aydınlık geceler mevsimi şimdi. Buradan uzaklara, çok
uzaklara bakabilir insan. Tarlalar, bataklıklar üstünden Alborg
körfezine kadar görünür. Kırlıklar, çayırlıklar üstünden tam
karşıya rastlayan lâcivert bataklığın üstünden uzaklar görünür.
Artık yukardayız, ahırlar, ambarlar arasında şangırdayarak
ilerliyoruz. Yolu döndük, tam büyük kapının altından geçiyor,
şatonun avlusuna giriyoruz. Duvarlar boyunca bir sıra
muhteşem ıhlamur ağaçları sıralanmış burada. Güneşten,
rüzgârdan korunuyor, korundukları için de gelişiyorlar. Dallar
hemen hemen pencereleri örtmüş. Taş merdivenlerden yukarı
çıktık, kalın kirişlerden yapılmış tavanlar altında uzanan
dehlizlerden aşağı iniyoruz. Rüzgâr burada öyle güzel
uğulduyor ki, dışarıda mı, içerde mi esiyor, gerçekten
kestiremiyor insan. Onun için korkanlara yahut birilerini
korkutmak istedikleri zaman bundan bahsederler. Çok şeyden
bahsedilir zaten, çok şey görülür bu dünyada. Anlatıldığına
göre bu sırada ihtiyar piskoposluk danışmanları sessiz sessiz
önümüzden yürüyor, kiliseye giriyorlarmış. Rüzgârın durup
dinlenme bilmeyen uğultularına rağmen içerde söylenen
ilâhileri işitmek kabil. O zaman insan o kadar tuhaf oluyor ki.
Eski zamanları düşünüyor, kendini eski zamanların içinde
bulacak kadar düşünüp kalıyor.
***
Kıyıda bir gemi karaya oturmuş, piskoposun adamları
orada, denizin koruduğu bahtsızları onlar korumuyor. Deniz,
parçalanan kafataslarından dökülen kızıl kanları yıkayıp
arıtıyor. Kıyıdaki çiftlik piskoposun malı, buraya çok şeyler
sürüklenip gelmiş. Deniz, manastır mahzenleri için nefis
şaraplarla dolu fıçıları, varilleri yuvarlayıp getiriyor. Bira ile
bal rakısı doluydu burada zaten. Mutfakta da bol bol av eti,
sucuklar, jambon var. Dışarıdaki göllerin içinde yağlı çapak
balıkları, nefis sazanlar yüzüyor. Börglum piskoposu kudretli
bir adam, birçok arazisi var, daha fazlasını da elde etmek ister.
Herkesin Oluf Glob'un önünde baş eğmesi gerek. Piskoposun
Typ'deki zengin yeğeni de ölmüş. "Kişiye en kötü oyunu
akrabası oynar." derler ya, dul karısı bu atasözünün doğru
olduğunu anlayacak.
Kocası kiliseye ait emlâk dışında, bütün memlekete
hükmederdi. Oğlu yabancı memleketlerde bulunuyor şimdi.
Yabancı âdetleri öğrensin diye, onu daha çocukken dışarıya
yollamışlardı. Kendi de bunu istiyordu. Yıllardan beri ondan
bir haber alınmadı. Belki de çoktan ölmüş, mezarında yatıyor.
Şimdi annesinin hükmettiği memlekete hâkim olmak için
hiçbir zaman dönmeyecek belki de.
"Ne? Bir kadın mı hâkim olacak burada" diye bağırdı
piskopos. Bir celp yolladı, kadını mahkeme huzuruna çağırdı.
Ama bunun ne faydası vardı ona? Kadın şimdiye kadar hiçbir
zaman kanundan ayrılmamıştı, kuvveti de doğruluğundan
geliyordu.
Börglum piskoposu Oluf, ne düşünüyorsun? Parlak
parşömen üzerine bu yazdığın nedir? Mühürledin, bağladın
onu, içinde ne var? Onu, şövalyelerine, uşaklarına vererek
memleket dışına, çok uzaklara, papanın şehrine göndermenin
sebebi nedir?
Yaprakların döküldüğü günler şimdi, gemilerin kazaya
uğradığı günler, buz gibi kış yaklaşıyor.
İki kere geldi, nihayet şövalyelerle uşakları da hoş geldin
diyerek karşıladı onu. Memlekete papanın gönderdiği bir
mektupla dönüyorlardı. Dindar piskoposu tahkir etmeye
cesaret eden dul kadının mahkûmluk kâğıdıydı bu. "Lanet
onun üstüne olsun! Bütün yakınlarının üstüne olsun!
Kiliseden, cemaatin arasından dışarı atılacak o. Kimse ona
yardım elini uzatmasın, dostları, akrabaları, vebadan, çiçekten
korkar gibi korksun ondan!"
Börglum piskoposu: "Bükülmeyen eli kırmak gerektir"
diyordu.
Hepsi kadını bıraktılar, ama o Tanrısını bırakmıyordu.
Onun silâhı, koruyucusu Tanrıydı.
Hizmetçilerden bir teki, yalnız bir ihtiyar kadın sadık
kalmıştı ona. Şimdi sabanın arkasında onunla beraber
yürüyor. Toprağı papa tarafından lanete uğradı ama ektiği
buğday gelişiyor gene, büyüyor.
"Seni cehennemlik seni! diyordu Börglum piskoposu,
istediğimi yapacağım! Şimdi senin üstüne papa elini koyacak,
hüküm giymek için mahkeme karşısına çıkacaksın!"
Kadın elinde kalan bir çift öküzünü arabasına koşuyor,
hizmetçi kadınla birlikte biniyor arabaya, kır yollarından
Danimarka’ya doğru yola çıkıyorlar, Yabancı bir dil
konuşulan, yabancı âdetleri olan bir milletin bulunduğu bir
memlekete yabancı olarak giriyor. Uzak bir yer burası, yeşil
tepeler üstlerinde bağlar büyüyen dağlar halinde yükselmiş,
burada seyyah tüccarlar caddelerde dolaşıyor. Yabancı
derebeylerinin hücumuna uğramaktan korktukları için
arabalarından korka korka bakıyorlar etrafa. İki fukara,
zavallı kadın da iki öküzün çektiği fakir arabaları içinde,
güvensiz, çukur yoldan, sık ormanlar içinden, endişesiz
ilerliyorlar. Artık Franken'deler. Fakir sürgün vardı buraya
artık. Şimdi peşinden on iki armalı bir saray oğlanı yürüyen
muhteşem bir şövalyeye rastlıyor. Şövalye duruyor, bu garip
göçü görüyor, kadınlardan ne maksatla seyahat ettiklerini,
hangi memleketten geldiklerini soruyor. Kadın Typ'deki
oğlunu anıyor, derdini yoksulluğunu anlatıyor. Derdi,
yoksulluğu hemen sona eriyor. Çünkü Tanrının takdiri böyle,
yabancı şövalye kadının oğludur. Elini uzatıyor, kolları
arasına alıyor onu. Yıllardan beri yapmadığı şeyi yapıyor:
ağlıyor anne. Eskiden ancak dudaklarını ısırır, dudaklarından
sıcak kan damlardı yalnız.
Yaprakların döküldüğü mevsim şimdi, gemilerin kazaya
uğradığı mevsim. Deniz, piskoposun mahzenleri için karaya
şarap fıçıları sürüklüyor. Alevli kor ateş üstünde, içine domuz
yağı tıkılmış av etleri kızartılıyor. Kışın yaklaştığı bu
sıralarda, kapalı kapıların ardı sıcacık, rahatçacık. Ama bir
haber dolaşıyor etrafta: Typ'li Jens Glop, anasıyla beraber
memlekete dönmüş! Jens Glop haklı olduğu hakkını
savunuyor, memleketin yasasına, kanunlarına uymuş,
piskoposu kilise mahkemesi önüne çağırıyor.
"Bunun çok yardımı olur ona" diye düşünüyordu piskopos.
"Şövalye Jens bu nafile boğuşmaları bırak!"
Bir yıl geçti. Gene yaprakların döküldüğü mevsim,
gemilerin kazaya uğradığı mevsim. Buz gibi kış da geliyor
şimdi. Beyaz arı oğulları, kendileri de eriyinceye kadar,
insanların yüzünü sokuyor. Kapıların önüne çıkıp içeri
girenler "Bugün hava serin" diyorlar, Jens Glob düşüncelere
dalmış, kendini kaybetmiş âdeta, ocakta geniş elbisesini kaza
ile yakıyor, bir delik açılıyor, fark etmiyor.
"Börglum piskoposu seni! Seni alt edeceğim ben, her şeye
rağmen! Papanın koltuğu altına sığınmışsın, kanunla ele
geçiremiyorum seni. Ama Jens Glob ele geçirecek seni,
elbette!"
Bunu söyleyerek Salling'deki kaynı Oluf Hase'ye bir
mektup yazdı. Ondan Noel günü Hvidberg kilisesindeki sabah
ayininde bulunmasını rica etti. Piskopos ayin duasını orada
okuyacaktı. Börglum'dan Thyland'a gitmesinin sebebi, buydu,
Jens Glob bunu biliyordu.
Çayırlar, bataklıklar bir buz, kar örtüsü altında; atlar,
süvariler, bütün bir kafile, papazları uşakları ile birlikte
seyahat eden piskoposu götürüyorlardı. En kısa yoldan,
rüzgârın gamlı gamlı uğuldadığı seyrek sazlar arasından
gidiyorlardı.
Tilki postu giymiş çalgıcı, pirinçten yapılmış borunu üfle!
Bu güzel havada iyi ses verir o. Sonra atlarıyla kırlardan,
sazlıklar içinden, sıcak yaz günlerinin dede kuşaklarındaki
sıcak bahçelerden geçiyor, durmadan güneye doğru
Hvidberg'deki kiliseye gidiyorlardı.
Rüzgâr, borusunu daha hızlı öttürmeye başladı. Rüzgâr bir
fırtına öttürüyor, hava kötü. Gittikçe de korkunçlaşıyor,
azıyor. Bu kötü havada kiliseye doğru ilerliyorlar. Kilise
sağlam duruyor ama fırtına, tarlalar, sazlıklar üstünden,
körfezleri, denizleri aşarak uğuldayıp duruyor.
Börglum piskoposu kiliseye vardı. Ata ne kadar sert
binerse binsin Bay Oluf Hase için güç bir iş başlıyor.
Adamlarını yanına almış, koyun ötesinde, Jens Globe'a
yardıma geldi. Piskopos, sen şimdi en yüce mahkemenin
önüne çağırılacaksın. Tanrı evi mahkeme salonu oldu.
Mihrabın önündeki masa da mahkeme masası. Ağır pirinç
şamdanlardaki bütün ışıkları yaktılar. Fırtına iddianameyi,
mahkeme hükmünü okuyor. Havada uğulduyor, kırlarda,
sazlıklarda, yuvarlanan dalgalar üstünde esiyor. Bu kadar kötü
bir havada, koyun bir sahilinden öbürüne hiçbir sal geçmez.
Oluf Hase Ottesund'da adamlarıyla vedalaşıyor; onlara
atlar, zırhlı elbiseler armağan ediyor; evlerine gitmeleri için
izin tanımıyor hiçbirine, karısına selâm yolluyor. Kendi
hayatını tek başına çağıldayan sulara emanet etmek niyetinde,
ama önce Hvidberg'deki kilisede Jens Glob yardımsız
kalıyorsa bunun kabahatinin onda olmadığını kendisine temin
etmeleri gerek. Sadık saray oğlanları onu bırakmıyor, derin
suların üstünde de peşinden geliyorlar. Bunlardan on tanesi
dalgalara av oldu. Ancak Oluf Hase'nin kendisiyle iki uşağı
karşı kıyıya ulaşabildiler. Buradan da atla daha dört mil
yolları var.
Vakit gece yarısını geçti, Noel sabahı başlıyor. Rüzgâr
dinmiş, kiliseyi aydınlatmışlar, pırıl pırıl ışıklar pencere
camlarından kırlara, çayırlara yayılıyor. Sabah ayini biteli çok
oldu. Kilisenin içi sessiz. Şamdanlarda eriyen mumların,
taşların üstüne damlayışları duyuluyor. Oluf Hase şimdi geldi.
Jens Glob kilisenin ön sahanlığında onu günaydın diyerek
selâmladı. "Şimdi diye devam ediyor, piskoposla boy
ölçüşmek zamanı geldi."
"Ne yapacaksın" diye bağırıyor Oluf, o zaman ne sen, ne de
piskopos kiliseden canlı çıkamazsınız!"'
Bunu söyleyerek kılıcını kınından sıyırıyor, durmadan
vuruyor, o kadar vuruyor ki, Jens Glob'un acele kendisiyle
Oluf Hase arasına sürdüğü kilise kapısının tahta bölmesi bile
parça parça oluyor.
"Dur sevgili kaynım, önce benim yaptıklarımı dinle,
piskoposu da, bütün maiyetindekileri de öldürdüm. Artık bu
işe dair tek kelime söyleyecek halde değiller. Ben de şimdiden
sonra anneme yapılan bu haksızlık hakkında hiçbir şey
söylemeyeceğim."
Mihrabın üstündeki ışıkların fitilleri öyle kırmızı bir ışık
veriyorlardı ki. Ama döşemenin üstü daha kırmızı
aydınlanmış. Piskopos, kafatası ikiye bölünmüş, kan içinde
yatıyor yerde, maiyetinde gelenlerin hepsi onun gibi
öldürülmüş yatıyorlar. Kutsal Noel sabahı sessiz, sükûn
içinde.
Ama bayramın üçüncü gününün akşamı, Börglum
manastırının çanları ölüler için çalınıyor, öldürülen
piskoposla, boğazlanan adamları çiçekler sarılı şamdanlarla
beraber kara bir sayvanın altına konulmuş. Bir vakitlerin
kudretli hâkimi, işlemeli bir mantoya sarılı, ölü. Artık
kudretsiz kalan eline piskopos asasını vermişler. Günlük
kokuları etrafta, keşişler ilâhiler okuyor. Bir şikâyet gibi bu
ilâhiler, memleketin her yerinden duyulabilen, rüzgârın
taşıdığı, rüzgârların birlikte şakıdığı bir gazap, mahkûmluk
kararı gibi yankılanıyor. Rüzgâr gerçi diniyor, dinleniyor, ama
ölmüyor hiçbir zaman, yeniden çıkıyor, şarkılarını söylüyor,
bizim yaşadığımız zamana kadar şakıyor, Börglum
piskoposunu, onun katı yürekli soyunu şakıyor. Şarkıları
karanlık gecenin içinde yankılanmakta, geçilmesi güç, kumlu
yolu arabalarıyla aşarak Börlum manastırının önünden geçen
korkak köylüler, geceleyin manastır odasında sesleri dinleyen
uykusuzlar, kaim duvarlara rağmen bu şarkıları duyuyorlar.
Kiliseye giden, duvarla örülü kapısı çoktandır kapalı, uzun,
yankılarla dolu koridorlarda onun için gidip gelmeler var
şimdi. Tabii hurafelere inananların gözlerinde bir şey ifade
etmiyor bu. Bunlar hâlâ kapıya bakıyorlar.
Kapı açılıyor, pirinçten yapılmış saltanat şamdanlarında
ışıklar parıldıyor. Günlük kokuları yayılıyor etrafa, kilise eski
çağlara mahsus bir ihtişamla ışıldıyor. Keşişler, ölen piskopos
için ayin ilâhileri söylüyorlar. Piskopos gümüş işlemeli
kaftanına bürünmüş, kudretsiz kalan elinde piskopos asasıyla
yatıyor orada, kibirli, solgun alnında kanlı bir yara, ateş gibi
parıldıyor. Yaranın saçtığı bu ışık dünya düşüncesi, kötü
dünya zevkleridir.
Siz eski günlerin iğrenç hatıraları! Mezara inin! Gece
karanlığına inin! Unutuluşa gömülün!
***
Dalgalı denizin üstünde çınlayan rüzgâr sağanağını dinle!
Birçok cana mal olacak bir fırtına başladı dışarıda. Deniz,
zamanın yenileşmesiyle manasını değiştirmedi. Bu gece
yalnız yutmaya yarayan bir ağızdır o, yarın belki de tıpkı
şimdi gömdüğümüz eski zamanlarda olduğu gibi, aynasında
kendimizi seyredeceğimiz parlak bir göz haline gelecek.
Şimdi sabah.
Yeni zaman güneş gibi odamızın içine doğuyor. Rüzgâr
hâlâ esmekte. Eski zamanlarda olduğu gibi bir deniz
kazasından bahsediliyor.
Bu gece aşağıda, pencerelerimizden görebildiğimiz çatıları
kırmızı küçük balıkçı köyü Löcken'de bir gemi karaya oturdu.
Kıyıdan uzak değil karaya vurduğu yer. Kazaya uğrayan gemi
ile kara arasında bir köprü kurdular, gemidekilerin hepsi
kurtarıldı. Kıyıya çıktılar, yataklarına kavuştular. Bugün
Börglum manastırına davetli hepsi. Güzelce oturulabilen dost
yüzlü odalarda ağırlanacak, güler yüzle karşılanacaklar.
Onlara kendi memleketlerinin diliyle hoş geldiniz denilecek.
Piyanodan vatanlarının melodileri geliyor. Bunlar daha
bitmeden kendi içlerinde başka bir tel ses veriyor. Sedasız bir
ses bu, ama gene de yankılardan zengin. Kanatlanıp uçuyor.
Yabancı memleketlerde deniz kazasına uğramış olanlara kadar
gidiyor, onların kurtulduğunu haber veriyor. Böylece içlerinde
bir hafiflik, sonra da o akşam manastır odalarında yapılacak
eğlencelere, dansa katılmak isteği kabarıyor içlerinde.
Yeni zaman, kutlu ol sen! Ey yaz, temiz hava içinde şehre
doğru yürüyüşün durmasın! Gün ışıkların kalpleri,
düşünceleri aydınlatsın! Katı yürekli, merhametsiz çağların
karanlık masalları, senin parıltılı derinliklerinde önümüzden
geçip gidiyorlar.
Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız