Kasım 24, 2024

Andersen Masalları (BU DA BİR ŞEY)

BU DA BİR ŞEY

 


Beş erkek kardeşten en büyüğü "ben bir şey olmak
istiyorum, dedi, dünyaya faydam dokunmadı benim. İşim ne
kadar mütevazı olursa olsun yalnız yaptığım şey iyi olmalı, o
zaman bir şey yapmış sayılırım. Meselâ tuğla yapabilirsem,
bir şey yaptım demektir. İnsanlar tuğlasız edemez."
Kardeşlerden ikincisi "ama bu da pek değersiz bir iş, dedi,
senin bu yapmak istediğin, hiçbir şey yapmamakla eşit.
Tuğlacılık, makine ile de yapılabilecek bir el işçiliğinden
ibaret. Hayır, insan tuğlacı olacağına duvarcı olsun daha iyi.
Duvarcılık gene bir şey, ben duvarcı olmak istiyorum. Çünkü
bu bir meslektir. İnsan duvarcı olunca loncalara kabul edilir,
hemşeri sayılır. Kendi bayrağı, kendi sığınağı olur. Evet, hatta
işim yolunda giderse çıraklar çalışır yanımda, bana da usta
derler, karım usta karısı diye çağırılır. Bu bir şeydir."
Üçüncü kardeş "hiçbir şey değildir bu, diye söze atıldı.
Duvarcı olursan belli başlı cemiyet sınıflarının dışında
kalırsın. Hâlbuki bir şehirde böyle nice meslekler var, hem
bunların hepsi ustalarınkinden üstün. Sen kendin çok değerli
bir adam olabilirsin, ama usta olarak cahil bir insan
sayılmaktan kurtulamazsın. Hayır, ben daha iyi meslekler
biliyorum.
Mimar olmak, sanatkârlık mesleğine girerek manevi
alanlara yükselmiş olanların saflarına katılmak istiyorum. Hiç
şüphesiz işe küçükten başlamak lâzımdır. Evet, sana
açıkçasını söyleyeyim, önce dülger çırağı olarak işe
başlayacağım. Şimdi ipek şapka giyiyorum, buna alıştım, ama
o zaman kasket giyeceğim. O basit ustalara bira, konyak
taşımaya koşacağım. Bana sen diye hitap edecekler,
katlanacağım. Bu hoş bir şey değil elbette. Ama bütün bu
olup bitenlerin bir karnaval oyunundan ibaret olduğunu kendi
kendime hayal edeceğim. Yarın, yani kendim de usta olunca,
hürriyetime kavuşur, artık başkaları benim için ne söylerse
söylesin, aldırış etmem. Sonra akademiye devam eder, resim
çizmesini öğrenir, mimar adını kazanırım. Bu az şey değil,
büyük şey! Hatta “sayın, asaletli" unvanlarına kadar yükselir,
belki bunları da aşabilirim. Ve tabii benden önceki seleflerim
gibi ben de durmadan binalar yaparım. Bu, insanın bel
bağlayabileceği bir iştir. Her zaman için bir şey sayılır."
Dördüncü kardeş "ben senin bir şey dediğin bu şeye hiç
değer vermiyorum. Başkalarının dümen suyundan gitmeye
niyetim yok benim, kimsenin kopyası olmak istemem. Ben bir
dâhi olmak istiyorum, hepinizin topundan daha kuvvetli bir
adam! Yeni bir mimarlık üslûbu bulacak, memleketin
iklimine, yapı malzemesine, milletin özelliklerine,
yaşadığımız çağın gelişimine en uygun yapı tarzı hakkında
fikirler vereceğim. Kurduğum binalara da, dehamı ispat
edecek, özel bir şekilde inşa edilmiş yeni bir kat ilâve
edeceğim.”
Beşinci kardeş ama diye söze başladı, eğer iklim, yapı
malzemesi bir şeye yaramazsa, o zaman senin yaptığın binalar
da daha kötü olur. Çünkü mimarlıkta malzemenin tesiri çok
mühimdir. Milliyet kavrayışına gelince, bu da kolaylıkla o
kadar genişleyebilir ki, sahtekârlık halini alabilir. Yaşadığımız
çağın gelişimi de ifrata vardırılırsa dizginler elden çıkabilir.
Çoğu zaman gençleri zaptetmek kabil oluyor mu? Ben
içinizden hiçbirinin bir şey başaramayacağını yahut hiç
olmazsa zannettiğiniz derecede bir şeyler başaramayacağınızı
görüyorum. Ama siz nasıl isterseniz öyle hareket edin. Ben
size benzemeyecek, sizin tam dışınızda kalacağım. Sadece
sizin yapmayı düşündüğünüz şeyler hakkında kendi
düşüncelerimi söylemekle yetineceğim. Her şeye mutlaka
aksi bir şey engel olur. İşte ben ortaya atacağım fikirlerle
bunu gidermeye çalışacağım."
Gerçekten de öyle yaptı. Herkes bu beşinci kardeş
hakkında "bir tahtası eksik. Gerçi iyi bir kafası var, ama hiçbir
şey yaptığı yok" diyordu. Fakat o da asıl bu yüzden bir
kıymetti.
Bakın anlattığımız küçük bir hikâyedir ama yine de bitmek
bilmiyor. Dünya durdukça da sürüp gidecek.
Ama bu beş kardeş hiçbir şey olamadılar mı demek
istiyorsunuz? Böyle olsa gerçekten kötü olurdu. Şimdi
dinleyin, size onlar hakkında da tam bir masal anlatacağım.
Tuğlacılık yapan en büyük kardeş, yapılan her tuğla ile
birlikte bir bakır mangırın önüne yuvarlandığını, fakat
mangırlar üstüste konunca bir taler haline geldiğini; insan,
elinde talerler olduğu zaman ekmekçinin, kasabın yahut
terzinin kapısını çalarsa, kapı kanatlarının ardına kadar
açıldığını, istediği şeyi eline geçirdiğini fark etmişti. Bu
paraları onun önüne yuvarlayan, yaptığı tuğlalardı. Gerçi
bazıları kırılıp parçalanıyor yahut ortalarından ayrılıyordu
ama onları da ayrı kullanmak mümkündü.
Köylerinde Margrit ana adında fakir bir kadıncağız vardı.
Bu kadın kendine bir evceğiz yapmayı fevkalâde istiyordu.
Bütün kırık tuğlaları topladı. Bu arada ona birkaç tane de
kırılmamış tuğla verdiler. Çünkü büyük kardeş, yalnız
tuğlacılık yapmasına rağmen iyi kalpli bir insandı da. İhtiyar
kadın evini kendi yapıyordu. Dar bir evdi bu yaptığı,
pencerelerinden biri eğri, kapısı lüzumundan fazla alçaktı,
sapla örtülü olan damı da çok daha iyi olabilirdi. Ama her
şeye rağmen içinde oturanları koruyor, ev de şiddeti bentlere
çarparak kırılan denizden ta uzaklara kadar görülebiliyordu.
Tuzlu deniz suları, bütün eve sıçrar, ihtiyar kadın uzun
zamandan beri ölmüş, burayı terk etmiş olmasına rağmen bina
olduğu gibi duruyordu. Ona bu tesiri veren yapı tuğlalarıydı.
Duvar örmesini ağabeysinden farklı bir şekilde öğrenmiş
olan ikinci kardeşi de aynı işi yapıyordu. Mesleğinde usta
payesine yükseldikten sonra defteri kapadı, üstelik bir de usta
şarkısı tutturdu:
"Gezerim gençliğim çiçeklenirken,
Çok çekmişim ömür boyunca.
Kollarım güçlü, sevinçli şarkılarım,
Koşarım dostlarım çağırınca.
Yurduma dönerim gelince günü,
Çünkü sevdiğim oradadır.
Yaşasın çalışmayı bilen her usta!
Kurar yuvasını geçirmez gününü!"
Söylediği gibi de yaptı. Şehre dönüp usta olunca birbiri
üstüne evler kurmaya başladı. Koca bir cadde meydana
getirdi. Bunlar birer birer meydana çıkıp güzellikleriyle göz
alarak şehri süsleyince, kurduğu evler de ona kendi malı
olacak küçük bir ev yaptılar. Ama evler ona nasıl ev
yapabilir? diyeceksiniz. Doğru, bu soruyu onlara sorarsanız
cevap vermeyeceklerdir. Ama insanlara sorarsanız: "Evet,
onun evini bu cadde kurdu" diye cevap verirler. Bu ev küçük,
tabanı kerpiçten bir evdi. Üstünde nişanlısıyla beraber dans
etmeye başlayınca taban parladı cilâlandı. Duvardaki her
taştan bir çiçek belirmiş, ona çiçekli kâğıtlar kaplanmış gibi
bir manzara vermişti. Bu şekilde çok sevimli bir evdi bu.
İçinde de mesut bir çift yaşıyordu. Dışarıda bağlı olduğu
loncanın bayrağı dalgalanıyor, ustalarla çıraklar hurra diye
bağrışıyorlardı. Evet, bu da bir şeydi. Ama sonra bir gün geldi
öldü. Bu da bir şey oldu.
Şimdi üçüncü kardeşleri, mimara gelelim: önce dülger
çırağı olmuş, her yerde kasketle dolaşmış ustalarına hizmet
eder görünmüş, ama akademiyi de bitirerek mimarlığa kadar
yükselmiş, asaletlû, utufetlü unvanlarını kazanmış, birçok
evlerle birlikte duvarcı ustası olan kardeşinin kurduğu
caddede ona bir ev yapmıştı. Şimdi bu cadde de onun adıyla
anılıyordu. Aynı caddedeki en güzel ev de onundu. Bu da bir
şeydi, gerçekten bir şey olmuş, ustalık isminin başına ve
sonuna sıralanacak birçok adlar kazanmıştı, çocukları kibar
insanlardan sayıldığı gibi ölünce karısı da yüksek aileden bir
dul olarak anıldı. Bu da bir şeydi tabii. Adı caddenin
köşesinde daima yazılı duruyor, halkın ağzında cadde adı
olarak yaşıyordu. Bu da ayrıca bir şeydi.
Nihayet dördüncü kardeş, dâhiye gelince: yeniliklerle,
fevkalâdeliklerle birlikte yepyeni bir kat keşfetmek isteyen bu
kardeş, keşfettiği kat yıkıldığı için birlikte aşağıya
yuvarlanmış, kalıbı, dinlendirmişti. Ama kendisine bayraklı,
çalgılı, muhteşem bir cenaze merasimi yaptılar, gazetelerle
kaldırımları çiçeklerle süslediler. Mezarının başucunda üç
nutuk söylendi. Bunlardan her biri daima öbüründen uzundu.
Eğer bunları işitebilmiş olsaydı, çok, pek çok sevinirdi.
Çünkü kendisinden bahse girmesine bakılırdı. Mezarının
üstüne bir anıt yaptılar. Gerçi bu anıt da bir kattan ibaretti,
ama gene de bir şeydi.
Artık o da öteki üç kardeş gibi ölmüştü. Ama hepsini tenkit
eden sonuncu kardeş hâlâ yaşıyor. Onun yaşaması lâzımdı,
çünkü son sözü o söyleyecekti. Son sözü söylemek de onun
için çok önemliydi. İyi bir kafası olduğu söylenirdi. Ama
nihayet saati gelince o da göçtü, cennetin kapısına vardı.
Buraya daima ikişer ikişer girildiği için o da yanında başka
bir ruhla geldi. Bu ruh bent üstündeki evi yapan ihtiyar
Margrit ana idi. O da cennete girmek istiyordu.
Büyük tenkitçi kendi kendine "belki de zıddı belirsin diye,
bu acınacak ruhla aynı zamanda buraya gelmek zorunda
bırakıldım, dedi, kadına dönerek de: söyleyin bakalım analık,
kimsiniz, siz de içeriye mi girmek istiyorsunuz?" diye sordu.
İhtiyar kadın elinden geldiği kadar yere doğru eğildi, çünkü
ona bu şekilde hitabeden ruhun bizzat aziz Petrus olduğunu
sanmıştı. "Ben ailesi olmayan, fakir, sade bir kadınım. Bendin
üstündeki evde otururdum. Adım ihtiyar Margrit'tir" dedi.
Öteki:
"Dünyada iken ne yaptınız, neler meydana getirdiniz?" diye
sorunca ihtiyar kadın:
"Maalesef dünyada iken, bana buranın kapısını açabilecek
hiçbir şey yapmadım. Buraya kadar gelebilmem için bana
müsaade verilmesi de doğrudan doğruya tanrının lütfu
eseridir." Bunun üzerine tenkitçi bir şey söylemiş olmak için
"dünyayı ne şekilde terk etmiştiniz?" diye sordu. Çünkü
ayakta durarak beklemek zorunda olduğu için canı
sıkılıyordu. Kadın evet diye cevap verdi, ama dünyayı ne
şekilde terk ettiğimi bilmiyorum. Son yıllarda bitik, yoksul bir
haldeydim. Dışarıda hüküm süren dona, soğuğa karşı
koyacak, yataktan kalkabilecek halde değildim. O sene sert
bir kış yaşanıyordu. Ama çok şükür tanrıya, hepsine
dayandım. Son günlerde rüzgâr iyice kalmıştı. Bununla
beraber tabiatıyla zatı devletlerinin de bildikleri gibi acı bir
soğuk vardı. Gözle fark edilebildiğine göre, yerdeki buz
sahilden denize doğru da ilerlemiş olduğu için şehirdeki halk
buraya gelmiş, paten kaymak, dans etmek için toplanmışlardı.
Galiba buna paten kayma diyorlar. Aklımda öyle kalmış. Her
tarafta çalgı çalınıyordu. Birçok lokaller, dinlenme yerleri de
açılmıştı. Bütün bu gürültü fakir kulübemin içinde bana kadar
geliyordu. Ancak akşama doğru, ay çıktıktan sonra etrafa
hafif bir ışık yayıldığı zaman yattığım yerin önüne açılan
pencereden sahili görebildim. Tam gökle denizin birleştiği
yerde birdenbire tuhaf, beyaz bir bulut belirdi. Yattığım
yerden ona bakıyor, bilhassa içinde gittikçe büyüyen karanlık
noktayı seyrediyordum. O anda bunun manasını anlamıştım.
Böyle bir işaret nadir görülmekle beraber yaşlı, tecrübeli bir
insan olduğum için, anladım ve ürperdim. Hayatımda daha
önceleri iki defa aynı şeyin yükseldiğini görmüş, med-cezirle
birlikte müthiş bir fırtınanın başlayacağını, şimdi dışarıda
içerek, oynayarak eğlenen zavallı halkı birdenbire şaşkınlığa
uğratacağını anlamıştım. Genç, ihtiyar bütün şehir halkı
dışarıdaydı. Benim şimdi gördüğüm tehlikeyi onlara kim
haber verecekti? Kimse bunun farkında değildi ki. İçimi
müthiş bir korku kapladı, ama bu korku bana çoktandır
duymadığım bir hayat, canlılık da veriyordu. Yataktan
kalkmaya muvaffak oldum. Pencereye kadar sürüklendim,
ama daha ileriye gitmeye gücüm yetmedi. Ancak pencereyi
açabildim. Dışarıda buz üstünde kayıp sıçrayanları
görebiliyor, meydana dikilen küçük bayrağı fark
edebiliyordum. Oğlan çocuklarının hurra diye bağrışlarını,
genç kızların, delikanlıların şarkıları bana kadar geliyordu
Hepsi neşe içindeydiler, ama beyaz bulut, ortasındaki kara
yumru ile birlikte gittikçe yukarıya doğru yükseliyordu. O
zaman, avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım. Fakat
kimse sesimi duymuyordu, çünkü çok uzaktaydım. Az sonra
fırtına başlayınca buzlar parçalanacak, dışarıda bu insanların
hepsi, tek can kurtulmadan, suyun dibine inecekti. Onlar
benim sesimi işitemiyorlardı. Ben de dışarı çıkarak onların
yanına gidecek halde değildim. Bir yolunu bulabilseydim,
onları sahile getirebilseydim. O anda yüce tanrı bana yattığım
yatağı ateşlemek, böylece bu kadar halkı feci bir şekilde
ölüme terk etmek yerine kendi evimi yakmak fikrini ilham
etti. Çok şükür ateş yakabildim. Çıkan kızıl alevleri
görüyordum. Kendimi kapıdan dışarıya attım. Ama oracıkta
yere uzanmışım. Çünkü daha fazla ayakta duracak halde
değildim. Ben evden çıktığım sırada alevler de artmış,
yukarıya doğru yükseliyor, pencerelerden dışarı çıkarak evin
çatısını aşıyordu. Buz üstündekiler yangını hemen fark ettiler,
hepsi de mümkün olduğu kadar hızla koşarak, bir zavallı
kötürüm diye bildikleri beni kurtarmaya geldiler. Onlar benim
yanmak tehlikesi içinde olduğumu sanıyorlardı. Başka bir
tarafa koşan tek kişi de yoktu. Hepsinin geldiklerini duyuyor,
aynı zamanda havadaki fırtınayı, top seslerini andıran gök
gürültülerini de işitiyordum. Su yükselmeye başlamış,
üstündeki buzları patlatıp kırmıştı. Bununla beraber halk,
vücudumu aşarak üzerine kıvılcımlar uçuşan bende kadar
gelebilmişti. Böylece hepsini kurtarmış, emniyet altına almış
oluyordum. Yalnız o sırada hükmeden soğuğa, duyduğum
korkuya dayanamamış olmalıyım ki şimdi buraya, cennetin
kapısı önüne gelmiş bulunuyorum. Bu kapının benim gibi
fakir bir yaratığa da açılması gerekir. Çünkü aşağıda bent
üstündeki evimi kaybetmiş bulunuyorum. Bununla beraber
ben bu durumun cennete girebilmem için müsaade sağlaması
da lâzım gelmez."
Bu sözlerden sonra cennetin kapısı açıldı, bir melek, ihtiyar
kadını içeriye aldı. Dışarıda bulunduğu sırada yatağını
dolduran saman saplarından birini kaybetmişti. Bu sap, bir
vakitler yatakta üzerinde yattığı ve tehlikeye düşmüş
kalabalığı kurtarmak için ateşlediği saptı. Şimdi gittikçe
büyüyen, en güzel şekline giren som altın haline gelmişti.
Melek "bak bunu şu fakir kadın getirdi, dedi tenkitçiye.
Fakat sen ne getirdin? Ama ben biliyorum, sen dünyada hiçbir
iş başarmış değilsin. Bir tuğla bile yapmadın orada. Onun için
tekrar dünyaya geri dönebilir, hiç olmazsa duvarda
kullanılabilecek bir taş getirebilirdin. Gerçi bunu yapsan da
bir kıymeti olmaz, ama gene de iyi niyetle yapılınca bu da bir
şey sayılır. Fakat geri dönemeyeceğin gibi benim de buna
hiçbir yardımım dokunmayacak."
Bunun üzerine bentteki evin sahibi olan fakir kadının ruhu,
melekten kapı önündeki ruh için rica etti "Onun kardeşi,
diyordu, benim fakir evimi kurabilmem için gerekli bütün
tuğlaları, tuğla kırıklarını yapan, bana hediye eden adamdır.
Benim gibi zavallı bir kadın için çok büyük bir şeydi bu.
Acaba bütün o bana verdiği döküntü ve kırıklar bir duvar taşı
olarak onun hesabına yazılmaz mı? Bu onun için gerçekten
bir marifet eseri olurdu. Onun da buna ihtiyacı var. Burası
marifetin vatanıdır da."
Melek adama: "Dünyada iken acizler acizi adını verdiğin,
yaptığın işi de kalp hulûsiyle aşağının aşağısı saydığın bu
kardeşin, sana kendisini cennete iletecek olan mangırı hediye
ediyor, dedi. Artık geri çevrilmeyeceksin, sana dışarıda
beklemek müsaadesi verilecek. Burada dünyadaki hayatını
yüceltmenin yollan üstünde düşünmelisin. Ama başaracağın
iyi işlerle hiç olmazsa bir şey meydana getirmeden bu
kapıdan içeri giremeyeceksin."
Bunun üzerine büyük tenkitçi kendi kendine:
"Ben bunu daha güzel ifade edebilirdim," diye düşündü.
Ama açıkça bir şey söylemedi. Bu da onun için bir şeydi.
 

Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız

Editörün Son Yazıları

probiyotik

Çile

probiyotik

Yattığım Kaya

probiyotik

Kaldırımlar

probiyotik

Islak Gül

Editörlerin Son Yazıları

kaptanfilozof06

Hindistan'da İlginç Olay

probiyotik

Çile

bubble30

İÇİNDEKİ CEVHERİ KORUYANLAR

Nielawore

"HALİME TERCÜMANDIM"

Bizden haberdar olmak için mail listemize kayıt olun