Rudi şimdi sekiz yaşındaydı. Dağın öte tarafında,
Rhonetal'da oturan amcası onu kendi yanına almak istiyordu.
Orada daha iyi tahsil görebilir, bir gün daha iyi ilerleyebilirdi.
Ana tarafından büyükbabası da doğru bulunduğu için bu
plâna itiraz etmemişti.
Rudi'nin gitmesi gerekiyordu. Ama yalnız büyük babasıyla
vedalaşmak zorunda değildi, önce ihtiyar köpek Ajola'ya
hoşçakal demesi gerekiyordu.
"Baban posta arabacısıydı, ben de posta köpeğiydim"
diyordu Ajola. "Onunla yukarı, aşağı çok seyahat ettik. Dağın
öte tarafındaki insanları, köpekleri de tanırım ben. Çok
konuşmak adetim değildi ama, şimdi artık birbirimizle uzun
uzun konuşamadığımız için, her zamankinden biraz fazla
söyleyeceğim. Çoktan beri içimde gizlediğim bir hikâyeyi
anlatacağım sana. Onu ben anlayamıyorum, sen de
anlayamazsın. Ama bunun da bir önemi yok. Çünkü dünyada
insan ve köpek talihlerinin tam doğrulukla taksim edilmemiş
olduğunu öğrenecek kadar bu hikâyeden bir şeyler anladım
ben. Herkes kucakta oturmak yahut süt emmek için yaratılmış
değildir. Ben buna alışmadım. Ama ben posta arabasında
küçük bir köpeğin seyahat ettiğini, bir insanın yerini aldığını
gördüm. Hanımı olan kibar kadının yanında bir süt şişesi
vardı. İçindeki sütü köpeğe içiriyordu. Ona şekerli çörek
veriyorlar, köpek bir kere bile bunları yemek istemiyor, yalnız
burnuyla içlerini koklayıp bırakıyor, bunları sonra kadın
kendi yiyordu. Ben o güneşin sıcağında arabanın yanında
koşuyordum. Bir köpek ne kadar aç olabilirse öyle açtı
karnım, kendi düşüncelerimi kemirip duruyordum. Bu doğru
bir şey değildi. Ama bundan başka, doğru olmayan daha ne
kadar çok şey var bu dünyada. Sen de kucakta oturabilir yahut
arabalarda seyahat edebilirdin. Ama bunu maalesef herkesin
kendi başına sağlamasına imkân yok Hiç olmazsa ben bunu
yapamadım; ne havlamakla ne de birine alık alık bakmakla."
Ajola'nın nutku buydu. Rudi köpeğin boynuna sarıldı, tam
ıslak kuyruğu üstünden öptü onu. Sonra kediyi kollarına aldı,
ama okşatmadı kendini kedi
"Sen bana göre çok kuvvetlisin, pençelerimi de sana karşı
kullanmak istemem. Sen yalnız, dağlara tırman, tırmanmayı
zaten ben öğrettim sana. Aşağı düşeceğim gibi bir hayal
kurma sakın, o zaman mutlaka sıkı durursun yerinde." Kedi
bu sözleri söyledikten sonra koşup gitti. Çünkü gözlerinde
kederin parıldadığını Rudi'ye göstermek istemiyordu.
Tavuklar döşemenin üstünde koşuşup duruyorlardı.
Bunlardan bir tanesi kuyruğunu kaybetmişti. Avcı rolüne
çıkmış bir yolcu, yırtıcı kuşlardan biri sandığı için, attığı
tüfekle hayvanın kuyruğunu uçurmuştu.
Tavuklardan biri: "Rudi dağın tepesine çıkmak istiyor"
dedi.
"Onun her zaman acelesi vardır, dedi öbür tavuk, ayrılış
sahnelerinden de hoşlanmam." Bunu söyleyerek ikisi de
uzaklaştılar.
Rudi keçilere de ötekiler gibi hoşça kalın dedi. Keçiler:
"Biz de! biz de! me!" diye kederli bir sesle bağırıştılar.
O bölgede oturan iki kişi, iki çevik, kuvvetli kılavuz da tam
o sırada dağa çıkmak istiyorlardı. Gemmi üzerinden geçen
yolu seçmişlerdi. Rudi yaya olarak onlara arkadaşlık
ediyordu. Küçük bir oğlan için yorucu bir yürüyüştü bu, ama
kuvvetliydi, yorulma bilmeyen bir cesareti de vardı.
Kırlangıçlar da bir müddet beraber uçtular onlarla.
"Bizlerle onlar! onlarla bizler!" diye şakıyorlardı. Yolları,
Grindelwald buzulunun bulunduğu kara yarıktan kaynayan,
birçok ırmaklara ayrılan güzel "Lütschine" nehri üzerinden
geçiyordu. Burada yere atılmış, altı oynayan ağaç gövdeleri
ile parçalanmış kaya blokları köprü vazifesini görüyordu.
Şimdi Erlen fundalığının üst yamaçlarına varmışlar, dağa
tırmanmaya başlamışlardı. Buzul hemen buranın yakınında
çözülmüştü. Burada doğrudan doğruya buzulun üstünden
geçerek buz kütlelerini aştılar yahut bunların çevrelerinden
dolandılar. Rudi bir yerde sürünüp tırmanırsa bir yerde
yürüyor, gözleri gördüğü şeylere hayranlıktan pırıl pırıl
parlıyordu. Demir çivili pabuçlarıyla yere öyle kuvvetli
basıyordu ki, arkasında kalan yollara sanki ayak izlerini
bırakmak istiyordu.
Yol, yukarıya, durmadan yukarıya yükseliyordu. Dik
kayalar arasına sıkışmış, vahşice yığılıp kalmış buz
kütlelerinden meydana gelen bir nehirdi sanki. Rudi bir an
için ona anlatılan şeyleri düşündü; Bir zaman anasıyla beraber
bu soğuk soluyan yarıklardan birinin içinde yatmış olduğunu
hatırladı. Ama hemen düşüncelerini başka konulara
yöneltiyordu. Bu hikâye onun için şimdiye kadar duyduğu
birçok hikâyelerden daha mühim değildi. Kimi zaman beraber
yürüdüğü adamlar, bu durmadan yukarıya doğru çıkışı küçük
oğlan için çok zor bulduklarını söylüyor, ona yardım için
ellerini uzatıyorlardı. Ama yorulmuyordu o. Kaygan buz
üstünde bir yaban keçisi gibi, sımsıkı ayakta duruyordu.
Şimdi kayalık bir yere varmışlardı. Kimi taşlar arasından,
kimi de cüce çamların altından yürüyor, tekrar yeşil çayırlara
çıkıyorlar, yol durmadan değişiyor, durmadan gözlerinin
önüne yenilikler seriyordu. Etraflarında çepeçevre karla
örtülü dağlar yükselmiş. Bu bölgedeki bütün çocuklar gibi o
da hepsinin adlarını biliyordu: Jungfrau, Mönch, Eiger
dağlarıydı bunlar.
Rudi daha önce bu kadar yükseklere çıkmamıştı hiç, böyle
engin bir kar denizi görmemişti. Deniz kar dalgalarıyla önüne
serili duruyor, rüzgâr bunlardan kimilerini, deniz
dalgalarındaki köpükleri uçurduğu gibi, üflemiş, yok etmiş.
Eğer böyle söylenebilirse, bir buzul öbürüne elini uzatıyordu.
Bunlardan her biri, kudreti, iradesi yakalamak ve gömmek
olan buz kızının billûr saraylarından biri idi. Güneş sıcaktı,
yakıyordu. Kar gözleri kamaştırıyor; arazi mavimtırak bir
ışıkla parlayan elmas kıvılcımlarıyla kaplıydı sanki.
En çoğu kelebekler, arılar olmak üzere, sayısız böcek
ölülerinden meydana gelen yığınlar vardı kar üstünde. Bunlar
cesaret edip fazla yükseklere çıkmışlar yahut da rüzgâr bu
soğuk bölgede ister istemez ölen böcekleri buralara kadar
getirmişti. Wetterhorn'nın çevresinde bir demet kara yüne
benzeyen korkunç kara bulutlar toplanmıştı. Bunlar gittikçe
kabararak, içlerinde gizlediği lodosun tesiriyle aşağıya doğru
iniyorlardı. Kuvvetleri, patladıkları zaman parçalamak,
korkutmak şeklinde belirecekti. Bütün bu yolculuğun
bıraktığı tesir, bu yüksek yerde geçirdiği gece, ertesi gün
gittikleri yol, suyun tasarlanamayacak kadar eski çağlardan
beri sert kaya yığınları içine oyduğu derin yarıklar, Rudi'nin
hafızasında derin izler bırakıyordu.
Kar denizinin öte yanında boş duran bırakılmış taş bir yapı,
onlara gecelemek için güvenli bir sığınak olmuştu. Burada
odun kömürü, çam dalları buldular. Çok geçmeden ateş
yanmış, eldeki imkân ölçüsünde iyi denilebilecek yatacak
yerler hazırlanmıştı. Adamlar ateşin etrafına oturdular,
pipolarını yaktılar, kendi hazırladıkları sıcak, baharlı içkiyi
içerek keyifleniyorlardı. Rudi de payını bol bol almıştı.
Konuşma, Alplerdeki esrarlı varlıklar, derin göllerde bulunan
dev büyüklüğündeki acayip yılanlar, gece görünen hayaletler,
uyuyanları havadan, muhteşem, pırıl pırıl Venedik'e kadar
götüren hayalet sürüleri, kara koyunlarını çayırlara süren
yabani çobanlar etrafında dolaşıyordu. Bunları görmeyenler
hiç olmazsa çan seslerini, sürünün korkunç böğürüşlerini
duymuşlardı. Rudi anlatılanları merakla dinliyor, ama
korkmuyordu. Korkmak elinden gelmezdi onun, dinlerken de
şamataya benzeyen birtakım boğuk sesler duyar gibi olmuştu.
Evet bu sesler gittikçe artıyor, gittikçe daha açık işitiliyordu.
Aynı sesi adamlar da duydular. Konuşmalarını kestiler,
dinlemeye başladılar. Rudi'ye uyumasını söylüyorlardı.
Fırtınalı korkunç bir rüzgârdı bu esen, lodos rüzgârıydı.
Dağlardan vadilere yuvarlanır, sertliğinden ağaçları kamışlar
gibi kırar, bitişik evleri nehrin bir kıyısından ötekine atar,
bizim satranç taşlarını oraya, buraya sürdüğümüz gibi...
Adamlar Rudi'ye tehlikenin geçtiğini, artık uyuyabileceğini
söyledikleri zaman bir saat geçmişti. Çok yorgundu, hemen
uyudu.
Ertesi sabah erkenden yola koyuldular. Güneş küçük
Rudi'ye bugün de yeni dağlar, yeni buzullar, kar tarlaları
gösteriyordu. Wallis kantonunun sınırını aşmışlar, dağ sırtının
öte yanına, Grindelwald'dan görünen tarafına varmışlardı.
Ama Rudi'nin yeni vatanından hâlâ uzaktaydılar. Yeni yeni
kaya yarıkları, çayırlar, ormanlar, kaya patikaları meydana
çıkıyor, başka evler, başka insanlar beliriyordu. Ama hepsinin
kılıkları bozuktu: yüzleri yağlı, çirkin, akçıl sarıydı. Boyunları
kaba, kalın, aşağı sarkan bir et topağından ibaretti hepsinin.
Bunlar Kretin denen aptallar, hastalardı. Çelimsiz, zavallı
kılıklarıyla sürünür gibi yürüyor, yaklaşan yabancılara aptal
bakışlarla dik dik bakıyorlardı!. Kadınlar hepsinden iğrençti.
Neydi bu gördükleri? Yeni vatanının insanları bunlar mıydı?
Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız