Kasım 27, 2024

Andersen Masalları (BUZ KIZI) (IV)

Wallis kantonunda en iyi avcı kimdir? Ama dağ keçileri
biliyordu bunu. Onlar "Rudi'den sakın kendini!"
diyebilirlerdi. "Ya, en güzel avcı kimdir? Kızlar: "O da
Rudi'dir ezelden." diyorlardı ama "Rudi'den sakın kendini"
diye eklemiyorlardı. Hatta en ciddî anneler bile söylemezdi
bunu. Çünkü Rudi kızlar kadar onları da dostça selâmlıyordu.
Cesurdu, neşeliydi, yanakları esmer, dişleri aktı, kömür karası
gözleri pırıl pırıldı Rudi'nin. Güzel adamdı, hem de ancak
yirmi yaşında. Yüzdüğü zaman buzlu su soğuk gelmezdi ona,
suyun içinde bir balık gibi dönerdi. Hiç kimse onun kadar
dağlara tırmanamazdı. Kayaların yüzüne bir sümüklü böcek
gibi yapışırdı. Özlü bir adamdı Rudi, etleri sinirleri çelik gibi
sert, çelik gibi sımsıkıydı. Sıçraması bunu ispat eder. Evvela
erkek kedi öğretmişti ona sıçramayı, sonra da dağ keçileri.
Güvenilecek bir kılavuzdu. Kılavuz olarak da büyük bir
servet toplayabilirdi. Amcasının öğrettiği fıçıcılık sanatına
kabiliyeti yoktu. Onu en çok sevindiren, en çok hasret
duyduğu şey dağ keçisi avlamaktı. Bu da daha az para
getirmiyordu hani. Rudi iyi bir partiydi, böyle söylüyordu
herkes. Yalnız gözü içtimai durumu kendinden yüksek
olanlarda olmasaydı. Genç kızların düşüne girecek kadar iyi
dans ederdi. Kimileri onu uyanıkken de düşlerinde görürlerdi.
Öğretmenin kızı Anette, sevdiği bir kız arkadaşına: "Dans
ederken öptü o beni" demişti. Ama bunu söylememeliydi, en
sevdiği arkadaşına bile söylememeliydi. Çünkü böyle şeyleri
saklamak kolay değildir, çünkü delik bir çuvaldaki kuma
benzer, böyle şeyler, akar, durmaz. Çok geçmeden herkes
Rudi'nin başka bakımdan da ne kadar iyi, ne kadar yiğit
olduğunu öğrenmişti, demek dansta kızları öpüyordu.
Ama Rudi buna rağmen asıl en çok severek öpeceği kızı
bile öpmemişti.
İhtiyar bir avcı: "Dikkatli olun ona karşı, diyordu. Annette'i
öptü o, A dan başlamış, şimdi bütün alfabeyi sonuna kadar
öpecektir."
Dedikoducu kız kardeşlerin şimdiye kadar onun için
söyleyebildikleri, bu dans öpücüğü hikâyesinden ibaretti.
Ama Anette'i gerçekten öpmüştü, gene de kalbinin sevgili
çiçeği o değildi asla.
Aşağıda Bex'in yakınlarında, büyük ceviz ağaçlarının
arasında, küçük, hızlı akan bir dağ suyunun hemen hemen
üstünde zengin Müller oturuyordu. Küçük kuleleri olan,
büyük, üç katlı bir yapıydı.
Müller'in oturduğu ev, çam tahtalarıyla örtülü, üstüne
kurşun levhalar çakılıydı. Bu yüzden gün ışığında da, ay
aydınlığında da parıldar, ta uzaklardan görünürdü. Kulelerin
en büyüğü üstünde, bir elmayı delen parlak bir ok, fırıldak
vazifesini görürdü. Bununla Guillom Tell'in attığı oka işaret
edilmiş oluyordu. Değirmen daha dış görünüşü ile sahibinin
varlıklı olduğunu gösteriyor, güzeldi, muhteşemdi. Onu gören
ressam, hemen resmini yapmak için ihtiyarsız fırçasına sarılır.
Ama Müller'in kızı, resmini yaptırmaya bırakmıyordu
kimseyi, kendini tasvir etmelerine müsaade etmiyordu. Bunu
kimse iddia etmese Rudi iddia ediyordu. Kızın resmi kalbinde
yaşamasına rağmen, gözleri kalbinde parıldıyor, alev alev
yanıyordu. Bu yangın da bütün öteki kızgınlıklar gibi birden
parlamıştı. Ama hepsinden hoş Müller'in kızı sevimli
Babette'in bu yangından hiç haberi olmamasıydı. Rudi ile
ikisi bütün ömürlerinde iki kelime konuşmamışlardı
aralarında.
Müller zengindi, bu yüzden Babette, birçoklarının kendileri
için hayal edemeyecekleri kadar yükseklerdeydi. Ama Rudi,
hiçbir şey varılamayacak kadar yükseklerde değildir, diye
düşünüyordu. Kişi tırmanmalı, düşeceğim diye evhama
kapılmazsa düşmez! Bu hikmeti daha evlerindeyken
öğrenmişti.
Bir gün, tesadüf bu ya, Rudi'nin Bex'de işi çıktı. Oraya
kadar gitmek önemsiz bir yolculuk sayılmaz, çünkü o zaman
henüz oraya tren yoktu. Rhone buzulundan başlayarak
Simplon etekleri boyunca, birçok değişik dağlar arasında
bulunan, içinden de büyük Rhone nehri akan, geniş Wallis
vadisi uzanır. Nehir sık sık taşar, her şeyi, yolları, tarlaları su
altında bırakır. Vâdi Sion'la St. Maurice şehirleri arasında
kıvrılır, bir dirsek yapar, Mauris'in altında öyle darlaşır ki,
yalnız kendi yatağı ile dar bir yola yer kalır. Aynı zamanda
dağın üstünde, sınırı burada biten Wallis kantonunun
nöbetçisi olarak bir eski kule vardır. Taş köprünün üstünden,
karşı yakadaki Zollhaus'a bakar. Wadt kantonunun başladığı
yerdir burası, kantondaki en yakın şehir de Bex'dir. Burada
ileriye doğru her adım attıkça toprağın verimi, bolluğu artar,
ceviz, kestane ağaçlarından bir bahçe içinde yürür insan.
Şurada, burada serviler, narlar göze çarpar. Her yer güney
sıcaklığı içindedir. İnsan kendini İtalya'ya inmiş sanır.
Rudi Bex'e varmıştı. İşini bitirdi, şehri dolaştı ama değil
Babette'i, Müller'in çocuklarından hiçbirini göremedi. İş
istediği gibi gitmiyordu.
Akşam olmuştu. Hava yabani kekik, çiçeklenen
ıhlamurların yaydığı kokularla ağırlaşmış, nefti dağların
üstüne pırıl pırıl, gök mavisi tüller dökülmüş. Her yerde derin
bir sessizlik. Ama bu uyku sessizliği değil, ölüm sessizliği de
değil, hayır, sanki bütün tabiat soluğunu tutmuş. Bu ihtişamlı
sessizlik, mavi göğün derinliklerinde resmi çekilebilsin diye.
Şurada burada, tarlalar boyunca, ağaçlar arasında sessiz
vadiden geçen telgraf tellerini tutan yüksek direkler
görünüyor. Bunlardan birine bir şey dayanmış, o kadar
hareketsiz ki, insan kurumuş bir ağaç gövdesi sanır. Ama bu,
Rudi idi. O anda bütün çevresi gibi o da sessiz duruyordu,
ölmüş de değildi. Ama çoğu zaman telgraf tellerinden, bunlar
herhangi bir titreyiş göstermeden yahut herhangi bir ses
çıkarmadan büyük dünya olayları, kimi insanlar için büyük
önemi olan hayati anlar nasıl geçip giderse, Rudi'nin içinden
de şimdi aynı şekilde büyük, muazzam, hayatın bahtı saydığı,
onu bundan sonra da tek başına meşgul edecek düşünceler
geçiyordu. Gözleri yapraklar arasındaki bir noktaya,
Müller'lerin Babette'in oturduğu oturma odasından gelen ışığa
yönelmişti. Rudi'yi oradaki sarsılma bilmez, sakin haliyle
görenler, bir dağkeçisine nişan alıyor sanır yahut da o an için
kendisini, kayalardan kopmuş bir kaya parçası gibi
dakikalarca aynı halde kalan, sonra bir taş yuvarlanınca
durduğu yerden sıçrayarak hızla uzaklaşan bir dağ keçisine
benzetebilirlerdi. Rudi de şimdi aynı şeyi yapıyordu.
Ruhundan bir düşünce geçmişti.
"Hiç bir zaman cesareti kırılmamalı insanın!" diye bağırdı.
"Değirmene onları ziyarete gitmeli. Müller'e tün aydın!
Babette'e tün aydın! İnsan evhama kapılmazsa düşmez! Eğer
Babette'in kocası olacaksam, beni hiç olmazsa bir kere
görmesi lâzım."
Ve gülüyordu Rudi, cesareti yerindeydi. Değirmene gitti.
Ne istediğini biliyordu, istediği Babette'ti.
Nehir, akçıl, sarı suları köpüre köpüre akıyor, söğütler,
ıhlamurlar bu çağıltılı akışın üstüne eğilmişler. Rudi hızla eve
doğru yürüdü, ama şu eski çocuk şarkısında denildiği gibi:
"Değirmen içinde
Tek can bile yoktu bugün
Yalnız bir kedi bakıyordu
Sokağa doğru içerden."
Ev kedisi merdivenin önünde durmuş, sırtını
kamburlaştırarak "Miyav" diyordu. Ama Rudi'nin bu dili
anlayacak hali yoktu şimdi. Kapıyı vurdu. Kimse duymadı.
Kimse de açmıyordu kapıyı. Kedi bir daha "Miyav" diye
seslendi. Eğer Rudi küçük olsaydı hayvanların dilinden anlar,
şimdi kedinin ona "Evde kimse yok" dediğini bilirdi. Demek
ki karşıya, değirmene geçmesi, oradan sorması gerekiyordu.
Orada gereken bilgiyi verdiler kendisine: evin efendisi
seyahatte bulunuyordu, uzağa İnterlaken şehrine gitmişti.
"înter lacus" göller arası demektir, Anette'in babası okul
öğretmeni, onlara böyle öğretmişti. Demek ki Müller o kadar
uzak bir yere seyahate çıkmış, Babette'i de beraber
götürmüştü. Büyük bir avcılar bayramı kutlanıyordu orada.
Bayram yarın başlayacak, bir hafta sürecekti. Bütün Alman
kantonlarında oturan İsviçreliler akın akın oraya koşuyorlardı.
Zavallı Rudi, şimdi böyle denebilirdi ona, Bex'e gelmek
için en uygun zamanı seçmemiş. Artık güzel güzel geri
dönebilirdi. O da öyle yaptı, yolunu St. Maurise, Sion
üzerinden kendi vadilerine, kendi dağlarına yöneltti. Bu
yüzden yılmış, gözü korkmuş değildi. Ertesi sabah gün
doğarken neşesi çoktan yerine gelmişti. Onu bir daha da uzun
zaman bırakmayacaktı.
"Babette Interlaken'de, diyordu kendi kendine, günlerce
uzak buradan. Ana yoldan gidilirse oraya kadar uzun sürer.
Ama dağlara tırmanırsam dünyada o kadar sürmez. Bir dağ
keçisi avcısı için de tam gidilecek yol, eskiden gitmiştim o
yolu, büyük babamla birlikte. Çocukluğumu geçirdiğim
vatanım da zaten o taraftadır. Bundan başka İnterlaken'da
avcılar bayramı da var. Ben bu bayramda birinci gelmeliyim,
kendisiyle tanıştıktan sonra Babette'in yanında da birinci ben
olmalıyım."
İçinde bayramlık elbiseleriyle küçük torbası, silâhı ve avcı
çantası omzunda, dağlara doğru tırmandı. Rudi, oldukça uzun
süren kısa yoldan gidiyordu. Ama avcılar bayramı daha
bugün başlamıştı. Bir haftadan fazla sürecek. Ona Müller'le
Babette'in de bütün bu zamanı İnterlakan'daki akrabalarının
yanında geçireceklerini söylemişlerdi. Gemmi üzerinden gitti.
Grindelwald'dan aşağı inecekti.
İnsana güç veren taze dağ havasına doğru, sevinç, ferah
içinde yürüyordu. Şurada bir kar tepesi, burada bir kar tepesi,
az sonra parıltılarını ta uzaklara kadar yollayan Alplerin, ak
zinciri. Rudi karla örtülü her dağı tanıyordu. Karla
pudralanmış taş parmaklarını yukarıya, mavi göklere uzatan
Schreckhorn'a doğru, dosdoğru yürüyordu.
Nihayet en yüksek sırtı aşmıştı. Çayırlar artık aşağıya,
kendi vatanının vadisine doğru meyilleşiyordu. Hava hafif,
kalbi hafifti. Dağlar, vadiler çiçeklerle, yeşilliklerle dolu,
kalbi gençlik düşünceleriyle doluydu. İnsan hiçbir zaman
ihtiyarlamaz, hiçbir zaman ölmez. Yaşamalı, hükmetmeli,
hayatın tadını çıkarmalı! Bir kuş gibi hür, bir kuş kadar hafifti
Rudi. Önünden kırlangıçlar uçuyor, çocukluğunda olduğu gibi
şakıyordu hepsi: "Bizlerle sizler, sizlerle bizler!" Her şey bir
uçuş, bir sevinçti. Aşağıda, üstüne intizamla serpiştirilmiş
esmer, tahta evleriyle atlas yeşili çayırlar. Lütschine dolana
dolana, mırıldanarak, çağlayarak akıyor. Derin yarıkları, cam
yeşili kanarlarıyla buzulu gördü, en üsttekiyle en alt buzullara
da gözü ilişmişti. Kilisede çalınan çanların sesi, yukarıya, ta
ona kadar geliyor, sanki vatanına yaklaşırken ona hoş geldin
diyorlardı. Kalbi daha hızlı atmaya başlamış, ferahlamıştı.
Babette bir an için içinden silindi. Kalbi o kadar genişlemiş,
hatıralarla o kadar doluydu.
Küçükken öteki çocuklarla birlikte bir hendek kıyısında
durup yolculara oyma tahtadan yapılmış evler sattığı yol
boyunca yürüyordu. Orada, yukarıdaki çamın arkasındaydı
büyük babasının evi, içinde yabancılar oturuyordu. Yolda
konuşan çocuklarla karşılaştı, şimdi onlar küçük
alışverişlerini onunla da yapmak istiyorlardı. Bunlardan biri
ona katmerli bir zakkum sattı. Rudi bu çiçeği uğur sayardı,
Babette'i hatırladı. Çok geçmeden iki Lütschine ırmağının
birleştiği vadi üstündeki köprüye varmıştı. Orman ağaçları
çoğalıyor, ceviz ağaçları yere gölgelerini seriyorlardı. Şimdi
İsviçrelilerle, Danimarkalıların kullandığı kırmızı zemin
üzerinde beyaz bir haç bulunan bir bayrağın dalgalandığını
görüyordu. İnterlakan onun önündeydi.
İnterlakan Rudi için, eşi olmayan muhteşem bir şehir,
bayramlıklarını giymiş bir İsviçre şehri. Öteki küçük şehirler
gibi bir sürü ağır, taş evlerden ibaret değildi. Kaba, yabancı,
yapmacıklı değildi. Hayır, burada sanki yukarı dağlardaki
tahta evler, aşağıya yeşil vadideki, ok hızıyla akan pırıl pırıl
nehre inmiş, bir cadde meydana getirmek için şurada biraz
içeriye, burada biraz dışarıya doğru, sıra ile dizilmişlerdi.
Bütün caddelerin en alımlısı olan bu cadde, Rudi'nin
çocukken son defa bulunduğu zamana kıyasla çok daha
bayındırlaşmıştı hiç şüphesiz. Büyük babasının oymalarla
işlediği büyük dolabını baştan başa dolduran o tahtadan
yapılmış sevimli evleri sanki tümü ile buralara oturtmuşlar,
onlar da o ihtiyar, asil kestaneler gibi büyümüşlerdi burada.
Her evin adı oteldi. Pencereler, cumbalar mükemmel tahta
oymalarla süslenmiş. Bunlar güzellikleri, incelikleriyle bütün
manzaraya tuhaf bir çekicilik veriyorlar. Her evin önünde
Makadam usulü caddeye kadar uzanan bir bahçe vardı. Evler
bu bahçeler boyunca, yolun yalnız bir tarafına dizilmişti.
Böyle olmasa hemen önlerindeki taze yeşillik kapanır,
görünmez. Bu yemyeşil alanda inekler dolaşıyor, çıngırakları
tıpkı yüksek Alplerin üstünde olduğu gibi sesler veriyor.
Çayır yüksek dağlarla çevrilmiş, dağlar da çayırın yanlarına
doğru açılmış, bu yüzden Yungjfrau denilen karla örtülü pırıl
pırıl dağ, bütün İsviçre’nin en güzel dağı, iyice
görülebiliyordu.
Süslü püslü, yabancı memleketlerden gelmiş ne kadar çok
Bay, Bayan, çeşitli kantonlardan gelmiş ne kadar çok köylü
kaynaşıyordu burada! Avcılar atış numaralarını şapkalarına
takmışlar. Her taraftan çalgı, şarkı, laterna, nefesli sazlar,
bağırışlar, gürültüler işitiliyor. Evler, köprüler mısralarla,
sembolik şekillerle süslenmiş. Bayraklar, bandıralar
dalgalanıyor, tüfekler birbiri ardından durmadan patlıyor.
Rudi'nin kulakları için en güzel musikiydi bu. Bütün bu olup
bitenler arasında Babette'i iyice unutmuştu artık. Halbuki
buraya yalnız onun için gelmişti.
Avcılar nişana atmak için yığılmışlardı. Çok geçmeden
Rudi de aralarına katıldı. En ustaları, en talihlileri de o idi.
Her zaman kara noktayı tam ortasından vuruyordu.
"Kim bu yabancı körpe avcı?" diye herkes onu sormaya
başlamıştı. "Fransızcayı Wallis kantonunda konuşulduğu gibi
konuşuyor. Ama bizim dilimizde, Almancada da meramını
gayetle iyi anlatıyor." Bir tanesi de: "Çocukluğunu burada,
Grindelwald bölgesinde geçirdiğini söylüyorlar." dedi.
Hayat kaynıyordu içinde delikanlının, gözleri pırıl pırıl
yanıyordu. Bakışları da yanılmıyordu, yumruğu da. Baht
kişiye cesaret verir derler, Rudi her zaman cesurdu. Burada
çok geçmeden etrafına birçok dostlar toplanmıştı. Onu hem
övgülerle ağırlıyor, hem sayıyorlardı. Babette'i hemen hemen
iyice unutmuştu. O sırada birdenbire ağır bir el omzuna
vurdu, kalın bir ses ona Fransızca: "Siz Wallis kantonundan
mısınız?" diyordu.
Rudi başını çevirince kırmızı, neşeli bir yüzle karşılaştı.
Şişman bir adamdı bu, Bex'li zengin Müller'di. Sevimli, güzel
Babette'i geniş gövdesiyle gizliyordu arkasında. Ama kız çok
geçmeden koyu, pırıl pırıl gözleriyle meydana çıkmıştı.
Zengin Müller için Rudi'nin sadece en iyi nişana atması, en
çok saygı görmesi, Wallis kantonundan olduğunu gösteren en
iyi delillerdi. Rudi gerçekten talihli insandı. Görmek için
buraya kadar geldiği halde dilediği yere varınca hemen hemen
unuttuğu insan, şimdi gelmiş onu arıyordu.
Bir memleketten olanlar vatandan uzak bir yerde karşı
karşıya gelince, birbirlerini tanır, birbirleriyle konuşurlar.
Rudi avcılar bayramında attığı nişanlarla görünüşe göre
birinci geliyordu. Aynı şekilde Müller de parasıyla, güzel
değirmeniyle Bex'de birinci idi. Bu sebepten iki hemşeri
birbirlerinin elini sıktılar. Halbuki o zamana kadar asla böyle
bir şey yapmamışlardı. Rudi'ye Babette de bütün iyi
yürekliliğiyle elini uzatmış, o da onun elini sıkmış,
bakışlarıyla da süzmüştü onu. O zaman kıpkırmızı olmuştu
Babette.
Müller geçtikleri uzun yoldan, gördükleri sayısız
şehirlerden bahsediyordu. Mükemmel bir seyahat
yapmışlardı. Vapura binmişler, trenle, posta arabasıyla
gelmişlerdi.
"Ben en kısa yoldan geldim" dedi Rudi. "Dağları aşarak
geldim. Hiçbir yol aşılmayacak kadar yüksekten geçmez."
"Ama insanın boynu da kırılabilir, diye cevap verdi Müller.
Bu kadar pervasız olduğunuza bakılırsa bir gün boynunuzu
kıracak gibi gözüküyorsunuz, bana öyle geliyor."
"İnsan düşeceğim diye evhama kapılmazsa düşmez” dedi
Rudi.
İnterlaken'de Müller'le Babette'in yanlarında konukladıkları
akrabaları, bir ara onlara da buyurmasını Rudi'den rica ettiler.
Öyle ya, o da kendileri gibi aynı kantondandı. Bu teklif
Rudi'nin plânlarına fevkalâde uyuyordu. Baht onunla
beraberdi, daima kendine güvenenlerle, onu hatırından
çıkarmayanlarla beraber olduğu gibi. "Tanrı gerçi bize
istediğimiz cevizleri verir, ama onları kendi kırmaz."
Rudi, Müller’in akrabaları yanında sanki ailedenmiş gibi
oturuyordu. En iyi avcının şerefine içilirken Babette'de
kadehini beraber tokuşturdu. Rudi kendisine gösterilen bu
iltifatlara teşekkür ediyordu.
Akşama doğru hepsi birlikte ihtiyar ceviz ağaçlarının altına
sıralanan muhteşem otellerin önündeki güzel caddeden
yukarıya doğru yürüdüler. Caddenin üstünde öyle bir
kalabalık vardı, öyle bir kalabalık, kaynaşma vardı ki! Rudi
Babette'e kolunu vermeyi teklif etmek zorunda kaldı. Burada
Waadt'lılara rastladığı için fevkalâde sevindiğini söylüyordu.
Waadt'la Wallis iki iyi komşu kantondu. Sevincini o kadar
riyasız, açık yürekle söyledi ki, buna karşılık Rudi'nin
mutlaka elini sıkmak gerekli gibi göründü Babette'e. Hemen
hemen iki eski tanıdık gibi yan yana yürüyorlardı. Bu küçük
harikulâde sevimli çocuk hoştu gerçekten. Yabancı bayanların
modaya aşırı derecede uygun, gülünç kıyafetleri üzerine
söyledikleri, onu Rudi'nin gözünde iyice sevimlileştiriyordu.
Ama gene de onlarla alay etmiyordu, asla! Çünkü bunlar
Babette'in de pekâlâ bildiği gibi namuslu, iyi kalpli, nazik
insanlar olabilirlerdi. Babette'in vaftiz anası da böyle kibar bir
İngiliz bayanıydı. On sekiz yıl önce tam Babette vaftiz
edilirken Bex'de bulunuyormuş. Babette'in şimdi göğsünde
taşıdığı kıymetli iğneyi o hediye etmiş. İki kere mektup
yazmış, bu yıl da otuz yaşlarındaki yaşlı kızlarıyla birlikte
gelecek, İnterlaken'de buluşacaklarmış. Babette'in kendisi on
sekiz yaşında ya, yaşlı kız demesinin sebebi buydu.
Küçük sevimli ağzı konuşmadan bir dakika bile
durmuyordu. Babette'in bütün söyledikleri, Rudi'ye fevkalâde
önemli şeyler gibi geliyor. Rudi de anlatmış olduğu şeyleri bir
daha anlatıyor, Bex'e kaç kere gittiğini, değirmeni ne kadar iyi
tanıdığını, Babette'i kaç kere gördüğünü, kendisinin ise onu
belki de hiç fark etmediğini söylüyordu. Değirmene son defa,
kendisine söyleyemeyeceği bir sürü düşünceler içinde gittiği
zaman o da, babası da uzak bir yere gitmişlerdi. Ama gene de
yolu uzatan duvardan atlayarak varılamayacak kadar uzakta
değillerdi.
İşte bunları söylüyordu Rudi, daha birçok şeyler de
anlatıyordu. Babette'i ne kadar sevdiğini, buraya avcılar
bayramı için değil, sırf onun için geldiğini de söyledi.
Babette hiçbir şey konuşmuyordu, Rudi neredeyse
tahammülünden fazla şeyler yüklemişti ona.
Böylece birlikte yürürlerken güneş yüksek dağların
arkasında batmıştı.
Jungfrau yakın dağların nefti tacıyla çevreli, ihtişam,
parıltılar içinde yükseliyordu. Birçokları ayakta durmuş o
tarafa bakıyorlar, Rudi ile Babette'de bu yüce güzelliğe
bakmaktan kendilerini alamamışlardı.
"Hiçbir yer burası kadar güzel değil!" dedi Babette.
Rudi: "Hiçbir yer!" diye cevap verdi. Bunu söylerken de
Babette'i süzüyordu.
"Yarın gitmeye mecburum," diye kısaca ilâve etti. Babette
de "Bizi Bex'de ziyaret et, babam çok memnun olacaktır
bundan" dedi.

Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız

Editörün Son Yazıları

probiyotik

Elimden Gelen Bu

probiyotik

Duvar

probiyotik

Üçüncü Şahsın Şiiri

probiyotik

Yalnızlığa Övgü

Editörlerin Son Yazıları

kaptanfilozof06

Yine Depremler Gündemde

probiyotik

Elimden Gelen Bu

bubble30

SİZE BİR İPUCU OLSUN O ZAMAN

Nielawore

"MAHALLEMDEKİ AKŞAMLAR"

Bizden haberdar olmak için mail listemize kayıt olun