Üç neşeli insan Villeneuve'e varıp yemeklerini yerlerken
henüz akşam olmamıştı. Müller piposunu yakmış, bir
şezlonga uzanmış, küçük bir şekerleme yapıyordu. Genç
nişanlılar da kol kola şehre gitmişlerdi. Üstünü çalılar
kaplamış kayaların altından geçen kara yolundan, derin,
mavimtırak yeşil göl boyunca yürüyorlardı. Sert yüzlü
Chillon, kül rengi duvarlarını, kara kulelerinin gölgelerini,
duru suyun içine salmıştı. Üç akasya ağacıyla küçük ada daha
yakındı onlara şimdi, gölün üstünde bir çiçek demetine
benziyordu.
"Orası çok sevimli bir yer olmalı." dedi Babette. İçinde
oraya gitmek için gene büyük bir istek duymuştu. Bu isteği
hemen yerine geldi. Gölün kıyısında bir sandal duruyordu,
onu bağlı tutan ipi çözmek de işten değildi. Etrafta müsaade
almak için kimseler görünmüyordu. Bu sebepten sandalı
öylece aldılar. Rudi çok iyi kürek çekerdi.
Kürekler, balık yüzgeçleri gibi, hiçbir katılık göstermeyen
sulara daldılar. O kadar uysal, ama o kadar da kuvvetliydi su,
taşıma için bir sırt, ama baştan başa bir ağızdı yutmak için de.
Tatlı tatlı gülümser, şefkatin, hikmetin ta kendisi, buna
rağmen içlere ürküntü salar, her şeyi parçalayacak kadar
kuvvetlidir. Dümen suyu, sandalın arkasında köpürüp
sıçrıyordu. Birkaç dakika sonra ikisi de adaya varmışlardı.
Karaya çıktılar. Burada ancak ikisinin dans etmesine yetecek
bir yerden başka meydanlık yoktu.
Rudi Babette'i üç defa döndürdükten sonra dalları yere
kadar inen akasyaların altındaki küçük sıranın üstüne
oturdular. Birbirlerinin gözlerinin içine bakıyor, birbirlerinin
ellerini tutuyor, çevrelerinde ne varsa batan güneşin
ışıklarıyla parıldıyor. Dağlardaki çam ormanları çiçeklenen
fundalıklar gibi pembe leylak manzarası almış, ağaçların bitip
çıplak kayaların belirdiği yerlerde, kayalar şeffafmış gibi
yanıyor, gökteki bulutlar da som altına dönmüşlerdi, pırıl
pırıl, bütün göl parıltılı, taze bir gül yaprağına benzemişti.
Gölgeler Savoy'un karla örtülü dağlarına kadar yükseldikleri
zaman lâcivert bir renk alıyor, ama en dıştaki kenarları bir lâv
kızıllığıyla yanıyordu. Dağlar kor ateş yığınları halinde arzın
böğründen fışkırarak yaratılırken böyleydi muhakkak. Onların
o yaradılış anındaki sönmemiş hallerinden bir manzaraydı bu,
Rudi ile Babette'in bu zamana kadar hiç görmedikleri bir Alp
yanışı. Karlarla örülü "Güneyi hatırla" tepesi, tıpkı ufuktan
yükselen dolunaya benziyordu.
"Bu kadar çok güzellik, bu kadar bol saadet!" diye
bağırdılar ikisi de. "Dünya bundan daha fazlasını veremez!
diyordu Rudi. "Böyle bir akşam saati, bütün bir ömür gibi!
Saadeti kaç kere, şimdi olduğu gibi duymuş, bu anda her şey
ansızın bitse bile, ne mesut bir ömür geçirmiş olurdum, diye
düşünüyorum. Bu dünya her şeye rağmen ne kadar
mutluluklarla dolu! Bir gün bitiyor, ama yenisi başlıyor, bana
bu yeni gün eskisinden daha güzel gibi geliyor. Aziz Tanrı
hudutsuz derecede iyi, Babette!"
"Öyle mesudum ki!" diye cevap verdi kız.
Rudi, heyecanla: "Yeryüzü bana bundan fazlasını
veremez!" diye atıldı.
Savoy dağlarından, İsviçre dağlarından aşağıya doğru çan
sesleri yankılanıyor. Lâcivert Jura dağları altın parıltıları
içinde batıya doğru yüceliyor.
Babette tatlı, yumuşak bir sesle: "Tanrı sana en güzeli, en
eşsiz olanı ihsan etsin!" dedi. "İhsan edecek!" diye cevap
verdi Rudi, "Yarın ona kavuşuyorum. Tamamen benimsin
yarın artık, Babette, benim aziz, eşsiz karıcığım olacaksın
yarın!"
O anda "Sandal!" diye haykırdı Babette.
Onları geri götürecek olan sandal kıyıdan çözülmüş,
adadan uzaklaşıyordu.
"Şimdi yakalarım ben onu!" dedi Rudi, hemen sırtından
ceketini attı, acele çizmelerini çıkardı, göle atıldı. Kuvvetli
kuvvetli sandala doğru yüzmeye başlamıştı.
Buzullardan gelen mavi, yeşil, buzlu su soğuktu, derindi.
Rudi derin suya baktı, yalnız bir an, bir tek an bakabildi. Bir
altın yüzük yuvarlanıyor, parlıyor, oynuyor gibi geldi ona.
Kaybettiği nişan yüzüğünü hatırladı. Yüzük büyüyor,
kıvılcımlar saçan bir çember gibi genişliyor, içinde aydınlık
bir buzul parlıyordu. Çevresinde sonsuz derin uçurumlar
açılmış, su çan seslerine benzer sesler çıkararak, süt mavisi
alevlerle parıldayarak damla damla dökülüyordu. Bizim
birçok sözler harcayarak uzun uzun anlattığımız şeyleri bir
anda görüyordu o. Bir zamanlar buzulların yarıkları içine
yuvarlanmış genç avcıların, genç kızların, erkeklerin,
kadınların hepsi canlanmış, gülümseyerek, gözleri açık
karşısında duruyorlardı. Onların altındaki derinliklerde yere
gömülü köylerden çan sesleri yankılanıyor. Köy cemaati
kilisenin kubbesi altında diz çökmüş. Org boruları buzdandı,
dağdan akan sular çalıyordu orgu. Pırıl pırıl, duru suyun
dibinde buz kızı oturmuş. Yukarıya, Rudi'ye doğru süzüldü,
onu ayaklarından öptü. O zaman Rudi'nin bütün vücudunu bir
ölüm ürperişi sarstı, sanki bir elektrik akımına kapılmış gibi
geldi ona. Duyduğu buzdu, ateşti aynı anda. İnsan kısa bir an
için ona değince, bunları birbirinden ayırt edemez.
"Benim, benim o!" diye sesler geliyordu içinden, dışarıdan.
"Sen küçükken öpmüştüm seni! Dudaklarından öpmüştüm!
Şimdi ayaklarını, topuklarını öpüyorum! Bütününle benimsin
artık!"
Ve pırıl pırıl mavi suda kayboldu.
Her şey sessizdi. Çan sesleri kesilmiş, son yankılar kırmızı
bulutların parıltılarıyla kaybolmuştu.
"Benimsin sen!" Derinlikler böyle yankılıyordu. "Sen
benimsin!" gökler, sonsuzlukların ötesinden böyle
yankılanıyordu.
Bir aşktan bir aşka uçmak, yeryüzünden göklere uçmak
güzel şey.
Bir tel kopmuştu çalgıdan, bir matem nağmesi
yankılanıyordu, ölümün buzlu öpüşü, ölümlüyü yenmiş.
Hayat dramının başlayabilmesi için Prolog sona ermiş,
ahenksizlik ahengin içinde erimişti.
Buna acıklı bir hikâye mi diyorsun?
Zavallı Babette! Onun için bir korku saatiydi. Sandal
kıyıdan gittikçe uzaklaşıyor, iki nişanlının adada olduğunu
kimse bilmiyordu. Hava gittikçe kararmış, bulutlar alçalıyor,
karanlık. Babette yalnız, ümitsiz inliyordu tek başına. Başının
üstünde fırtına başlamıştı. Jura dağları şimşeklerle
aydınlanıyor, İsviçre’nin, Savoy'un üstünde şimşekler çakıyor,
her taraftan şimşekler şimşekleri, gök gürültüleri gök
gürültülerini kovalıyor; bunlar durmadan dakikalarca sürüyor.
Az sonra şimşek ışıkları güneşin parıltılarıyla yarışmaya
başladı. Her bağ kütüğü, öğle ışığı altındaymış gibi
görülebiliyordu. Ama çok geçmeden gene karanlık üste
geliyor, yıldırımlar havada boğum boğum, yahut zikzaklar
yaparak gölün içine düşüyor, gök gürültüleri, yaptıkları
yankılarlar daha kuvvetli işitilirken her tarafı
aydınlatıyorlardı. Kıyıda sandalı karaya çekmişlerdi. Canlı
olan ne varsa hepsi bir sığınak arıyordu şimdi. İşte nihayet
yağmur da başlamıştı.
"Bu iğrenç havada Rudi ile Babette nerede kaldı Allah
aşkına!" diyordu Müller.
Babette elleri birbirine kenetli, başını göğsü üstüne
indirmiş, acıdan, bağırmaktan, inlemekten sesi kısılmış,
oracıkta oturuyor.
"Ta derinlerde, derin suyun içinde o, diyordu kendi
kendine, bir buzulun altında gibi."
Rudi ona annesinin ölümünü, kendinin nasıl kurtulduğunu,
buzulun yarığı içinden onu bir ölü gibi nasıl çekip
çıkardıklarını anlatmıştı. Şimdi onları hatırlıyordu.
"Buz kızı onu gene kendine aldı!"
Bir şimşek ışığı, güneşin parıltısı gibi gözlerini
kamaştırarak ak karı aydınlattı. Babette yerinden sıçramıştı.
Aynı anda göl, parıltıları ta uzaklara kadar varan bir buzul
gibi yükseldi. Ortasında buz kızı ayakta duruyor, muhteşem
mavimtırak bir renkle solgun, ışıklar saçarak, ayaklarının
ucunda Rudi'nin ölüsü yatıyor. "Benim o!" diye haykırdı
Babette. Etraf yeniden karardı, karanlıklaştı, çağıldayan
sularla örtüldü. "İğrenç! diye inledi Babette. Tam baht
günümüz yaklaşırken neden öldü o? Allah’ım, aklımı aydınlat
benim, kalbimi aydınlat! Senin yollarını anlayamıyorum,
karanlıklar içinde etrafımı yokluyorum ellerimle, karanlık
senin hikmetlerini, senin iyiliklerini gizliyor."
Tanrı da onun kalbini aydınlattı. Bir düşünce şimşeği, bir
marifet ışığı, dün gece gördüğü düş, gerçekmiş gibi, o kadar
canlı, içini sarstı baştan başa. Düşte söylediği sözleri hatırladı:
kendisi için, Rudi için en iyi şeyi dilemişti.
"Vay bana, diyordu şimdi, kalbimde günahın tohumları mı
vardı benim? Gördüğüm düş yarınki hayatım mıydı? Benim
kurtulmam için, onun tellerinin kopması mı lâzımdı?"
Gece karanlığının içinde inleyerek oturuyordu. Gecenin
derin sessizliği içinde hâlâ Rudi'nin sözleri, onun son sözleri
kulaklarında yankılandı. "Yeryüzü bana bundan daha fazlasını
veremez!" Bu sözler bir neşe bolluğu içinde yankılanıyordu,
acının akışı içinde tekrarlanıyordu içinde.
***
O günlerin üstünden birkaç yıl geçti. Göl gülümsüyor,
kıyılar gülümsüyor. Bağ hevenklerinde olgun salkımlar
gelişiyor. Buhar gemileri flâmalarını dalgalandıra
dalgalandıra hızla önümüzden geçip gidiyorlar. Çifte yelkenli
kotralar, su aynasının üstünde gergin yelkenleriyle kelebekler
gibi. Chillon'a giden demiryolu açıldı, Rhone vadisinin ta
içlerine kadar varıyor. Her istasyonda trenden yabancılar
iniyor; ellerinde ciltlenmiş seyahat kılavuzlarıyla geliyorlar,
oralarda görülmeye değer neler olduğunu onlardan okuyorlar.
Chillon'u geziyor, şehrin dışında, gölün içindeki üç akasyalı
küçük adayı görüyor, seyahat kılavuzunda 1856 yılında bir
akşam birbirleriyle nişanlı iki gencin bu adaya geldiklerini,
delikanlının öldüğünü, ertesi sabah gölün kıyışında anlı şanlı
kızın acı acı bağırışları duyulduğunu okuyorlar.
Ama seyahat kılavuzunda Babette'in babasının yanında
geçirdiği sakin günlere dair bir şey yazmıyor. Babası şimdi
içinde yabancılar oturan değirmende değil, istasyonun
yanındaki güzel, küçük eve yerleşmiş. Bu evin
pencerelerinden kimi akşamlar kestane ağaçlarının üstünden,
bir zaman Rudi'nin başıboş dolaştığı karlı dağlar görülür.
Babette buradan akşamın Alp kızıllıklarını seyreder. Orada,
yukarılarda güneşin çocukları kümelenir, bir kasırganın
paltosunu yırtarak alıp götürdüğü yolcunun şarkısını söylerler.
Fırtına, adamı değil, paltosunu götürmüş.
Dağın karı üstünde gül rengi bir parıltı bu. İçinde "Tanrıdan
bize ne gelirse hayırdır!" düşüncesi yaşayan her kalpteki gül
rengi parıltıdır. Ama elbette bir zaman gördüğü düşte
açıklandığı gibi, her zaman açıklanmaz bu bize.
Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız