Odense çayındaki çandan "Tang-ting-tang-tinn" diye sesler
yankılanır. Nasıl bir sudur bu çay? Odense şehrinde çocuklar
bile bunu bilir. Bentlerden su değirmenine kadar, tahta
köprüler altından, bahçeler arasından akar. İçinde sarı renkli
su zambakları, esmer tüylü kamışlar, siyah ipeğe benzeyen
göl sazları büyür. Hepsi de büyümüş, çok yükselmişlerdir.
Kabukları birçok çatlaklar, yarıklarla dolu, eğri büğrü söğüt
ağaçları, keşiş batağı adı verilen tarafa doğru sarkar, ta
ilerlere, çamaşırlık denen yere, suyun ta içlerine doğru
uzanırlar. Tam bunların karşı tarafında sıra sıra bahçeler
vardır. Bunların hepsi bir başka türlü düzeltilmiştir. Kimisi
güzel çiçeklerle, ağaçlarla dolu, tertemiz, zarif bir mücevher
mahfazasını andırır. Kimisi de yalnız lâhana yetiştirir yahut
da çaya sarkan büyük leylak fidanlarıyla kaplı oldukları için
gözden gizli kalırlar. Çay bazı yerlerde o kadar derindir ki,
kürekle dibini bulmak mümkün olmaz. En derin yeri kızlar
manastırı önüne rastlar. Buraya "Çan Derini" adı verilir. Su
perisi de burada oturur. Gündüzleri güneş suyun içine
vurduğu zamanlarda uyur ama yıldızlı yahut ay ışıklı
gecelerde suyun yüzüne çıkar. Çok yaşlıdır kendisi, büyük
annenin anlattığına bakılırsa, onun büyük annesi de bu
periden bahsedildiğini duymuş. Yapyalnız, tek başına yaşar.
Kocaman, ihtiyar kilise çanından başka dertleşecek kimsesi
yoktur. Bu çan eskiden kilisenin kulesine asılıydı. Ama şimdi
ne bu kuleden, ne de Saint Albani adındaki kiliseden ortada
hiçbir iz kalmamıştır.
Kulenin henüz yıkılmadığı zamanlarda Çan "Tang-tingtang-ting" diye sesler çıkarır dururdu. Bir akşam güneş batar,
çan da bütün hızıyla sallanırken ansızın yerinden koptu,
aşağıya uçtu. Akşamın kırmızı ışıklarıyla kor gibi
parıldıyordu uçarken.
"Tang-ting-tang-ting, şimdi yatmaya gidiyorum" diye
şakıyordu çan, aynı zamanda Odense çayın; hem de en derin
yerine uçuyordu. Buraya bugün de "Çan Derini" denilmesinin
sebebi budur işte. Ama çan orada ne uyuyabildi, ne de
dinlenebildi. Su perisinin olduğu yerde daima sesler duyulur,
yankılar yapar. Bunların kimi zaman suyun içinden bile
işitildiği olur. O zaman birçokları bu sesi şehir halkından
birinin ölümünün yaklaştığına alâmet sayarlar. Ama çanın ses
vermesi bundan değildir. Hayır, artık yalnız olmayan su
perisiyle konuşur da onun için sesler çıkarır durur.
Öyleyse çan ona neler anlatır acaba? Çok yaşlıdır.
Söylendiğine göre daha büyük annenin annesi doğmadan
önce o vardı. Buna rağmen su perisinin yaşıyla kıyaslanacak
olursa bir çocuk sayılır. İhtiyar sessiz, yılan balığı derisinden
pantolonu, balık pullarından yapılmış, su zambaklarıyla
süslenmiş yeleği ile tuhaf bir adamdır bu su perisi. Saçlarına
kamışlar takar, sakalı ise ördekbaşı yeşilidir, pek de güzel
olduğu söylenemez hani.
Çanın bütün anlattıklarını tekrarlamaya kalkışsak aylar,
yıllar yetişmez. Çünkü durmadan söyler, çok defa da eski
anlattıklarını tekrarlar. Kimi zaman uzun, kimi zaman kısa
söyler, canı nasıl isterse... Eski zamanlardan, o güç, karanlık
zamanlardan söz açar.
Bir gün, diye anlatır, "Saint Albani" kilisesinin çan asılı
olan kulesine bir keşiş çıkmıştı. Genç, güzel bir adamdı bu
keşiş, ama görülmemiş derecede düşünceli bir hali vardı.
Kuledeki deliklerin birinden, o zamanlar henüz yatağı geniş
olan çaya doğru baktı. Bugün yerinde bataklık bulunan gölün
üstünden ilerilere doğru göz attı. Sonra bakışlarını çayırın
üstünden aşırarak karşısındaki "Rahibeler Tepesi" üstünde,
pencerelerinden ışık sızan rahibeler manastırına doğru baktı.
Onu çok iyi tanıyordu bu keşiş, kendisini düşünür, hatıraları
canlandıkça yüreği çarpardı. "Tang-ting-tang-ting."
İşte çan, su perisine böyle şeyler anlatıyordu.
Bir keresinde kuleye metropolitin aptal uşağı çıkmıştı. Ben
de madenden dökülmüş, ağır, sert bir çanım, sağa sola sallanır
dururum, böyle iken bu adamın kafasını parçalayabilirdim.
Gelince tam benim altıma oturdu, elindeki iki tahta parçasını
da yaylı bir sazmış gibi çalmaya, üstüne üstelik söylemeye
başladı. Fısıldamaya bile izinli değilken şimdi yüksek sesle
şarkı bile söyleyebilirim, diyordu, sarayda kilit altında
gizlenen sırlardan, her şeyden, her şeyden bahsedebilirim.
Orası soğuk, orası ıslak. Fareler canlı canlı yiyor herkesi
orada. Kimse bilmiyor bunu, kimseler duymuyor, hatta şu
anda bile. Çünkü çan yüksek sesle öyle çalıyor: "Tang-tingtang-ting."
Bir zamanlar Knut adında, papazların, metropolitlerin
önünde eğilen bir kral vardı. Ama çok ağır vergiler koyduğu,
ağır sözler sarf ettiği için millet silâha, sopaya sarıldı. Onu
yabani bir hayvan gibi kovmaya kalktı. O zaman kral bir
kiliseye sığınarak kapıları pencereleri kapadı, halk öfke ve
heyecan içinde kiliseyi muhasara etmişti. Saksağanlar,
kargalar, hatta alakargalar bile o sırada duydukları
bağırışlardan, yapılan gürültülerden ürkmüşler, kilise
kulesinden içeri, dışarı uçuşuyor, aşağıdaki kalabalığa, kilise
pencerelerinden içeriye bakıyor, gördükleri şeylerden yüksek
sesle bahsedip duruyorlardı. Kral Knut mihrabın önüne
yatmış dua ediyor, erkek kardeşleri Erik'le Benedikt de yalın
kılıçlarıyla ayakta nöbet tutuyorlardı. Ama kralın hizmetçisi
sahtekâr Blake, efendisine ihanet etti. Dışarıdakiler onun
nerede olduğunu öğrenince aralarından biri camdan içeriye
bir taş atarak kralı öldürdü. Vahşi kalabalık ve kuş sürüleri
bağırıyor, çığırıyor, ben de onlarla birlikte yankılanıyor, şarkı
söylüyor, bağırıyordum. Tang-ting-tang-ting.
Kilise çanı yükseğe asılmıştır. Etrafındaki geniş bir bölgeyi
görür. Kuşlar onun ziyaretine gelir, o da kuşların dilini anlar.
Rüzgâr sesler çıkararak kule deliklerinden, ses deliklerinden,
bütün deliklerden içeriye eser. Rüzgâr her şeyi bilir, havadan
kapar her haberi, havada canlı olan her şeyi sarmıştır,
insanların akciğerleri içine kadar girer, işitilebilen her sözü,
her şeyi, her iç çekişini işitir, bilir. Hava bilir, rüzgâr anlatır,
kilise çanı da onun dilinden anlar. Ve bütün dünyaya haykırır:
Tang-ting-tang-ting.
Ama bir gün geldi, bütün bunları dinleyip, bilmek bana
artık fazla gelmeye başladı. Artık duyduklarımı
yankılandırmaya tahammül edemez hale gelmiştim. Öyle
yorulmuş, ağırlaşmıştım ki, beni tayan direkler kırıldı, ben de
ışıldayan havaya doğru uçtum, çayın en derin, su perisinin
yapyalnız, tek başına oturduğu yere indim. Şimdi onun
yanında bildiklerimi, duyduklarımı yıllardan beri anlatıp
duruyorum: Tang-ting-tang-ting.
Büyük anne anlattı, Odense çayının çan derini denilen
yerinden bu sesler yankılanırmış.
Ama bizim okul öğretmeni: "Orada suyun içinde çınlayıp
duran çan diye bir şey yok, çünkü ses vermez çan orada,
diyor. Sonra su perisi de bulunmaz orada, çünkü peri diye bir
şey yoktur." Bütün kilise çanları neşe ile yankılanmaya
başlayınca da, yankılanan çanlar değildir aslında, havadır.
Böyle diyor o, sesi meydana getiren hava imiş. Bunu büyük
anne anlattığı gibi çan da aynı şeyi söyleyebilirdi. Bu noktada
ikisi de aynı fikirde, onun için de dedikleri mutlaka doğrudur.
Her ikisi de: "Kendini koru, kendini koru, dikkat et kendine."
demektedirler.
Hava her şeyi bilir. Çevremizde odur, içimizde o, yaptığı
işleri, bizim düşündüğümüz şeyleri o dile getirir. Hem
aşağıda, Odense çayının dibindeki çandan da daha uzun
konuşur. Daima, ebediyen, göklerin derinliğinden, yücelere,
uzaklara doğru, gökteki çanlar çalmaya başlayıncaya kadar
söyler: Tang-ting- tang-ting.
Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız