ÇOCUK BOŞBOĞAZLIĞI
Büyük tüccarın evinde büyük bir çocuklar toplantısı vardı.
Zengin çocukları, kibar ailelerin çocukları bir araya gelmişler,
eğleniyorlardı. Büyük tüccar iyi durumda, bilgili bir adamdı.
Üniversitede okumuştu. Önceleri, namuslu, çalışkan bir
hayvan tüccarı olan babası, oğlunun okuması için ısrar
etmişti. Baba bu işten para sahibi olmuş, büyük tüccar da bu
sayede ilerlemişti. Anlayışlı bir adamdı büyük tüccar, hatta iyi
kalpliydi. Ama kalbinin iyiliğinden pek söz edilmez, daha
ziyade parasının çokluğu konuşulurdu.
Evine ruh asilliğinden yahut doğuştan kibar yahut her iki
bakımdan da asil oldukları halde bununla övünmeye lüzum
görmeyen kibar insanlar gelip giderdi. İşte çocuklar bu evde
toplanmışlar, konuşuyorlardı. Onlar içlerinden geldiği gibi
konuşurlar, bilirsiniz. Bu küçükler kalabalığının içinde çok
sevimli, ama çok da kibirli bir kız vardı. Onun kibirli
olmasına hizmetçiler pohpohlamalarıyla, öpüşleriyle sebep
olmuşlardı, annesi, babası değil. Onlar böyle bir şey
yapmayacak derecede akıllı insanlardı. Babası
asilzadelerdendi. Bu da, kızın da bildiği gibi, insana korku
verecek derecede büyük bir mevkiydi.
"Ben bir saray kızıyım." derdi. Ama pekâlâ bir bodrum kızı
da olabilirdi. Çünkü ne birini, ne de ötekini, sonra da iyice
yana açmalılar. Bunu söyleyerek kendisi de sivri dirsekli
küçücük, sevimli kollarını yanlarına yapıştırır, bu durumda ne
şekilde hareket edileceğini gösterirdi. Bu küçük kollar öyle
sevimli, küçük kız da öyle tatlıydı ki.
Ama büyük tüccarın küçük kızı çok darılmıştı. Babasının
adı "e" ile bittiği için böbürlene böbürlene: "Benim babam
sana da, bana da yüz taler vererek çikolata alamaz ki. Senin
baban alabilir mi?" dedi.
Bir yazarın küçük kızı, hemen sözünü keserek: "Ama dedi,
benim babam senin babanı da bütün babaları da gazeteye
yazabilir. Bütün insanlar ondan korkuyor, öyle söyledi annem,
çünkü gazetede benim babamın sözü geçiyor."
Küçük kız bunu söylerken çalım sata sata yürüyen gerçek
bir prensesmiş gibi başını havaya kaldırdı.
Ama bu sırada, yarı açık kapının arkasında fakir bir çocuk,
aralıktan içeriye bakıyordu. Bu çocuğun içeriye girmesine
bile izin yoktu, çünkü çok fakir insanların çocuğuydu. Aşçı
kadının ateşteki kebap şişlerini çevirdiği için kapının
arkasında durarak içerde güle sevine oynayan süslü çocuklara
bakabilmek iznini alabilmişti. Bu da onun için az şey değildi.
Acaba şu kimin çocuğu, diye kendi kendine düşünüyor,
içerde konuşulanları dinliyordu. Evde anasının babasının
keselerinde bir taler bile yoktu, yazı yazmak bir yana, her gün
bir gazete almaları bile imkânsızdı. Bütün bunlardan daha
kötüsü babasının adı da, kendi adı da "en" ile bitiyordu.
Demek ki onun da dünyada bir şey olmasına imkân yoktu. Bu
da çok üzücü bir şey. Ama sandığına göre "doğmuştu",
gerçekten doğmuştu, bunun başka türlü olması kabil değil ki.
O akşam büyük tüccarın evinde bunlar oluyordu
***
O günün üstünden yıllar geçti, yıllar geçerken de çocuklar
büyüdü.
Şehirde muhteşem bir ev vardı, içi pırıl pırıl kıymetli
eşyalarla dolu. Herkes, şehrin dışından gelenler bile, bu evi
görmek, bu evi görüp hayran olmak isterlerdi. Yukarda
söylediğimiz çocuklardan hangisinin, bu evin sahibi olduğunu
zannediyorsun? Ama bunu keşfetmek çok kolay, diyeceksin.
Hayır, hiç de kolay değil! Bu ev o fakir çocuğun eviydi.
Adının sonu "en" ile bitmesine rağmen — çünkü
Tornwaldsen'di adı — bir şeyler olabilmişti.
Öteki üç çocuk ne olmuşlardı acaba? Doğuştan, para
bakımından yahut ruhça asil olan bu çocuklardan hiçbiri,
anılmaya değebilecek bir iş başaramadı. Biri ötekinden farklı
değildi. Ama gene de iyi, çalışkan insanlar oldular, içlerinde
iyi kabiliyetler gizliydi.
O günkü düşüncelerine, söylediklerine gelince: bunlar da
yalnız bir çocuk boşboğazlığından ibaretti.
Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız