Kasım 24, 2024

Andersen Masalları (EKMEĞE BASAN KIZ)

EKMEĞE BASAN KIZ

 


Pabuçlarını kirletmemek için ekmeğe basıp da sonra başına
birçok kötü şeyler gelen kızdan söz edildiğini herhalde sen de
işittin. Bu kızın hikâyesi hem yazılmış hem de basılmıştır.
Bir zamanlar kibirli, kendini beğenmiş, fakir bir kız vardı.
Küçük yaştan beri kötü istidatlar göstermeye başlamıştı. Daha
küçücük bir kızken, sinekleri yakalayıp kanatlarını yolduktan
sonra onları sürüne sürüne yürütmekten hoşlanırdı. Mayıs
böcekleriyle gübre böceklerini yakalar, hepsini birer birer
iğnelere geçirdikten sonra, ayaklarının altına yeşil bir yaprak,
yahut bir kâğıt parçası tutar, zavallı hayvanlar buna
ayaklarıyla yapışır, iğneden kurtulmak için kıvranır, debelenir
dururlardı.
Küçük İnger "Şimdi mayıs böceği okumaya başlıyor, derdi,
bakın yaprağı nasıl çeviriyor."
Büyüdüğü zaman hülyaları iyileşecek yerde daha da
kötüleşmişti. Ama güzel kızdı, felâketi de buydu. Çünkü
güzel olmasaydı hayatta kendisine daha sert hareket ederler,
bu da onun hayrına olurdu.
Kendi annesi bile "Sana karşı gayet sert terbiye usulleri
uygulanmalı, derdi. Küçüklüğünde kucağımda oynarken çok
defa canımı acıtırdın. Büyüdüğün zaman da kalbimi
acıtacağından korkuyorum."
Maalesef acıttı da.
Onu bir köyde kibar arazi sahiplerinin yanına hizmete
vermişlerdi. Ona kendi çocukları gibi muamele ediyor, kendi
çocukları gibi giydiriyorlardı. Kibri de artmıştı
Hizmete başlamasının üstünden bir yıl geçince ev sahipleri
ona "Sevgili İnger, anneni, babanı ziyaret etsen çok münasip
olur." dediler.
O da ailesinin ziyaretine gitti, lâkin oraya yalnız kendini
göstermek için gitmişti. Ne kadar kibarlaşmış olduğunu
görmelerini istiyordu. Ama köyünden içeri girip kız, oğlan
çocuklarının meydandaki büyük su birikintisinin etrafına
toplanıp birbirleriyle gevezelik ettiklerini, annesinin
ormandan topladığı bir demet odunla bir taşın üstüne oturup
dinlendiğini görünce hemen geri döndü. Ormanda odun
toplayan bir kadının bu kadar şık giyinmiş bir kıza anne
olması utandırıyordu onu. Geri dönmekten üzülmemiş, sadece
kızmıştı.
Bunun üstünden altı ay geçti.
Evin hanımı ona yine "Sevgili İnger, dedi, nihayet bir gün
evine gidip ihtiyar anneni, babanı görmen lâzım. Büyük bir
buğday ekmeğin var ya, onu da götürebilirsin. Seni görünce
sevinirler."
İnger en iyi elbisesini, yeni pabuçlarını giydi, şık etekliğini
dizlerinden yukarı çekti, ayaklarını kirletmemek, şıklığını
bozmamak için çok dikkat ederek yürümeye başladı. Bu
hususta gerçekten titiz olduğu için kimse ona bir şey
diyemezdi. Ama epeyce bir kısmı su ile dolu, büyük bir çirkef
çukuru meydana getiren bataklığın üstündeki patikaya
gelince, üstüne basıp ayaklarını kirletmekten korumak için
elindeki ekmeği çamura attı. Fakat bir ayağını ekmeğe
basarak öbür ayağını havaya kaldırınca ekmekle beraber
çamura batmaya başlamıştı. Gittikçe daha derine, daha
aşağıya indi, nihayet gözden kayboldu. Ortada kara, köpüklü
çirkeften başka bir şey kalmamıştı.
Hikâye budur.
Nereye gitmişti acaba? Aşağıda bira yapmakla uğraşan,
bataklık cadısına gitmişti. Bataklık cadısı peri kızlarının
teyzesi olur. Peri kızlarını da herkes bilir, yeter derecede
şarkılarda ağırlanmış, resimleri yapılmıştır onların. Ama
bataklık cadısının yalnız yaz gelip de çayırlar tütmeye
başlayınca bira yapmaya başladığı bilinir. İnger de doğruca
onun bira yapımevine inmişti. Orada insan uzun müddet
tahammül edemez. Çamurdan bir delik bile, bataklık cadısının
bira yapımeviyle kıyaslanınca muhteşem bir bina sayılır.
Oradaki her fıçı öyle bir koku yayar ki, insanlar onu duyunca
hemen kendilerini kaybederler. Fıçılar ta yukarılara kadar
birbiri üstüne dizilmiştir; aralarında bir ezilmeye, sıkışmaya
sebep olabilecek küçücük boşluklar bile iğrenç yumaklar
haline getirilen kara kurbağalarla, yağlı salyangozlarla
doldurulmuş, böylece tehlike önlenmiştir. İşte küçük İnger
buraya inmişti. Bütün bu insanın içini bulandıran iğrenç
yaratıklar yığını öyle buz gibi soğuktu ki, İnger'in bütün
vücudunu bir titremedir aldı. Vakit geçtikçe donduğunu
hissediyordu. Hâlâ geçirdiği yorgunlukların farkında değildi,
bütün kuvvetiyle ekmeğe basıyor, ekmek de onu, kehribarın
bir kâğıt parçasını çekişi gibi, aşağıya doğru çekiyordu,
O sırada bataklık cadısı evdeydi, bira yapımevi de tam o
gün şeytanla büyük annesi tarafından geziliyordu. Şeytanin
büyük annesi de vakitlerini hiç boş geçirmeyen ihtiyar, zehir
gibi bir karıdır. El işini yanına almadan evden dışarı çıkmaz.
Burada da işini yanına almıştı. İnsanların pabuçları içine
sürmek için bir sürü ufak tefek diker dururdu. Bundan
maksadı da onların rahatlarını, huzurlarını kaçırmaktır. Yalan
örer, tığla manasız sözler işler. Bunların hepsi birden
yeryüzüne düşünce de insanların ahlâkı bozulur, zararlara
uğrarlar. İşte böyle, dikiş, örgü, tığ işleri bilen ihtiyar bir
büyük anneydi o.
İnger'in orada olduğunu fark edince gözlüklerini taktı, kızı
bir daha gözden geçirdi. "İstidatları olan bir kız bu, dedi,
burayı ziyaretimin hatırası olarak onu bana vermenizi rica
ederim. Torunumun bekleme odasında sütun kaidesi olarak
kullanılmaya çok uygun gelecek."
Kızı dediği gibi ona verdiler, küçük İnger cehenneme
böylece girdi. İnsanlar oraya her zaman doğrudan doğruya
gitmezler ama eğer istidatları varsa dolaşık yollardan aynı
yere inebilirler.
Bekleme odası fevkalâde uzundu. İleriye doğru bakınca
insanın başı döner, geriye bakınca da başı dönerdi. Burada
halsizlikten bitkin bir halde bir alay insan duruyor, mağfiret
kapılarının açılmasını bekliyorlardı. Çok bekleyeceklerdi
onlar. İri, semiz, iki yanlarında sallanan örümcekler, bin yıllık
ağlarıyla her birinin ayaklarım burgu gibi sarıp boğuyor,
bunları demir zincirler vurulmuş gibi bağlıyorlardı. Üstelik
her ruhta bir huzursuzluk, ıstırap veren bir huzursuzluk vardı.
Cimrinin biri, para kasasının anahtarını unutmuş, ondan başka
bir şey düşünemiyordu. Buradakilerin duyduğu bütün
ıstırapları, çektikleri bütün çekileri anlatmaya kalkışmak uzun
sürer. İnger için bir sütun kaidesi olarak orada durmak
korkunçtu. Sanki vücudunun alt kısmıyla üstüne bastığı
ekmeğe bağlanmış, yapıştırılmıştı.
Kendi kendine: "İnsan pabuçlarını kirletmemek isterse
başına bunlar gelir işte, diyordu. Ah nasıl herkes gözlerini
dikmiş bakıyor bana." Öyleydi gerçekten, herkes ona
bakıyordu. Gördükleri acı manzaradan hoşlandıkları da
gözlerinin parlamasından belliydi. Ayrıca ağızlarını hiç
kıpırdatmadan konuşuyorlardı aralarında. Bu halleri insanı
ürpertiyordu.
"Beni seyretmek onlar için bir zevk olmalı, diyordu küçük
İnger kendi kendine, yüzüm güzel, elbiselerim de öyle tabii.
Bunu söyleyerek gözlerini yana çevirdi. Çünkü ensesi katıydı,
başını bu yüzden başka tarafa döndüremiyordu. Ama bataklık
cadısının bira yapımevinde nasıl kirlenmişti üstü başı. İşte bu
aklına gelmezdi yalnız, sanki kocaman, bir tek çamur lekesi,
bütün elbisesini kaplamıştı. Saçlarına bir salyangoz asılıp
kalmış, durmadan ensesine vuruyor, elbisesinin her
kıvrımından bir kara kurbağa başını çıkarmış bakıyor, her biri
dar göğüslü bir Karlin köpeği gibi havlıyordu. Çok rahatsızlık
içindeydi, kendini teselli etmek için "Ama buradakilerin hepsi
pis, hepsi korkunç derecede çirkin!" diyordu İnger.
Gene de hepsinden kötüsü çektiği korkunç açlıktı. Acaba
biraz olsun eğilemez, ayağının altında duran ekmekten bir
parça olsun koparamaz mıydı? Hayır, sırtı katılaşmıştı,
kollarıyla elleri de kaskatıydı. Bütün vücudu bir sütuna
dönmüştü Yalnız gözlerini oynatabiliyor, hem onları arkasını
da görebilecek şekilde geriye doğru döndürebiliyordu. Bu da
ona iğrenç bir manzara veriyordu. Sonra sinekler gözlerinin
üstünde sürüklenerek ileri geri gezinip duruyorlardı. Göz
kapaklarını oynatsa da fayda ettiği yoktu, kaçmıyorlardı ki...
Çünkü kanatları koparılmıştı. Sürünerek yürümeye
mecburdular, onun için uçamıyorlardı. Ne kadar büyük bir
işkenceydi bu! Üstelik karnı da açtı. Evet, bunu en son fark
etmişti. Sanki bağırsakları birbirini yiyor, içi boşalıyor,
korkunç derecede bomboş bir hale geliyordu.
"Bu böyle sürüp giderse dayanamayacağım." dedi kendi
kendine. Ama dayanmaya mecburdu, işkence devam
ediyordu.
O sırada başının üstüne yakıcı bir gözyaşı damlası düştü;
yüzünden, göğsünün üstünden yuvarlanarak ta aşağıya,
ekmeğin üstüne ulaştı. Sonra bir damla daha, birçok gözyaşı
damlaları birbiri ardından döküldüler. Küçük İnger için kim
ağlıyordu acaba? Yeryüzünde bir annesi yok muydu onun?
Bir annenin kederle harap olarak, çocuğu için akıttığı
gözyaşları, daima ona erişir, ama kurtaramaz onu. Değdiği
yeri yakar ama yalnız çekilen işkenceyi arttırır. Sonra bu
dayanılmaz açlık, ayağının önündeki ekmeğe erişememenin
verdiği bu acı da çok büyüktü. Bir ara benliğinde ne varsa
hepsini yok etmiş gibi bir duygu geldi içine, her sesi emip
kendine çeken, bomboş bir kamıştı sanki kendini böyle
görüyordu. Yeryüzünde kendisi için bütün sözleri, verilen
bütün hükümleri duyuyordu. Bunların hepsi de kötü, acı
şeylerdi. Annesi sahiden kalbi derin bir ıstırap içinde, onun
için içten gözyaşları döküyor, "Kibir mutlaka cezasını görür
İnger, diyordu, senin felâketinin sebebi de bu. Anneni ne
kadar üzdün sen."
Annesiyle birlikte dünyadakilerin hepsi İnger'in işlediği
günahı biliyor, ekmeği ayağıyla çiğnediği için batağa batıp
kaybolduğunu söylüyorlardı. İnek çobanı anlatmıştı onlara, o
gün yüksekçe bir yerin üstünden bütün olup biteni görmüştü.
"Anneni ne kadar üzdün sen, diyordu annesi, ben bunun
böyle olacağını biliyordum."
İnger de kendi kendine: "Ah, keşke dünyaya hiç gelmemiş
olsaydım! dedi. Benim için bu çok daha iyi olurdu. Annemin
kederden harap olmasının hiçbir faydası yok şimdi."
Kendisine karşı ana - baba gibi muamele etmiş olan o iyi
yürekli insanlar, o yanlarında çalıştığı aile, şimdi onun için:
"Günahkâr bir çocuktu o, Tanrı lütuflarına saygı göstermesini
bilmiyor, aksine bunları ayağıyla çiğniyordu. Mağfiret
kapıları zor açılacaktır onun için." diyorlardı.
"Keşke beni cezalandırsalar, daha iyi zapt ve rapt altında
tutsalardı, diyordu İnger. Kötü arzular belirttiğim zaman, beni
bunlardan kurtarsalardı keşke."
Kötülüğün, işlediği günahların beyitlere geçtiğini de
duyuyordu. Söylenen türkülerden birinin başlığı şuydu:
"Pabuçlarını kirletmemek için ekmeğe basan kibirli kız". Bu
türkü de bütün memlekette söyleniyordu.
İnger: "İnsanın bu yüzden bu kadar şey işitmesi, bu kadar
acı çekmesi akla gelir miydi? diye düşünüyordu, başkaları da
işledikleri günahlar için benim kadar ceza görmeli ki. Evet...
Böyle olsa çok ceza çekenler olurdu. Ah ne kadar ıstırap
çekiyorum!"
Böylece kalbi de gittikçe katılaşıyordu.
Burada, şu insanlar arasında kusurlarımı düzeltmem lâzım
güya. Ama düzeltmeyeceğim kusurlarımı. Bakın, nasıl
gözlerini dikmiş, beni seyrediyorlar hepsi."
İçinden öfkeleniyor, bütün insanlara karşı kötü hisler
duyuyordu.
"Yukarda, dünyada olanlar buna rağmen aleyhimde
söyleyecek bir şeyler buluyorlar, ah ne kadar işkence
ediyorlar bana, ne kadar!"
Şimdi de kendi hikâyesinin çocuklara anlatıldığını
işitiyordu. Küçükler ona "Tanrısız İnger" adını takmışlardı.
"Öyle kötü bir kızmış ki o, diyorlardı aralarında, öyle çirkin
huyları varmış ki, adamakıllı işkence edilmeli ona."
Çocuklar ayrıca acı sözler söylüyorlardı onun için.
Buna rağmen günün birinde, duyduğu öfkeyle açlık,
bomboş kalan içini tırnaklayıp kazırken, birisi tarafından
adının anıldığını, başından geçen hikâyenin masum bir
çocuğa, bir küçük kıza anlatıldığını duydu. Kibirli, süs
düşkünü İnger'in hikâyesini dinleyince küçük kız ağlamaya
başlamıştı.
"Artık buraya, yukarıya bir daha dönmeyecek mi o?'" diye
sordu küçük kız, aldığı cevap da şuydu: “Hayır, bir daha
buraya dönmeyecek.”
"Ama af dilemek için, bir daha hiç böyle bir şey
yapmayacağını söylemek için gelirse?"
"Fakat asla affedilmek istemiyor ki o." Böyle cevap
verdiler küçük kıza.
Küçük kız o zaman "Keşke af dilese, ne kadar isterdim
bunu, dedi, fevkalâde üzülmüştü, eğer onu yukarıya
bıraksalar, bebek evimi sevinerek verirdim bunun için. Zavallı
İnger, çok korkunç hali onun."
Bu sözler İnger'in kalbine tesir etmiş, onu o kadar teselli
etmişti ki. Şimdi onun için ilk defa "Zavallı İnger!" diyen, bu
sözlerine kusurları hakkında tek bir söz eklemeyen birine
rastlamıştı. Masum küçük bir çocuk onun için ağlıyor,
ricalarda bulunuyordu şimdi. Bunu düşündükçe içinde öyle
garip bir hal oldu ki, kendi de o anda ağlayabilirdi. Ama
ağlayamıyordu. Bu da onun için bir işkenceydi.
Yukarda yıllar geçiyor, aşağıda ise hiçbir değişiklik
olmuyordu. İnger'in dünyadan duyduğu sesler gittikçe
azalmış, artık kendisinden pek bahsedilmez olmuştu. Bir gün
bir inilti duydu, bir ses "İnger! İnger!" diye inliyordu. "Beni
ne kadar üzdün sen, ben bunu daha önce söylemiştim sana."
Bu konuşan, ölen annesiydi.
Ara sıra, yanlarında kaldığı ailenin, kendi adını andığı
duyuluyordu. Evin hanımı, kendine mahsus tatlı haliyle "Ah,
seni bir kere daha görebilseydim İnger! diyordu. İnsan nereye
gideceğini bilmiyordu ki."
Ama İnger, bu iyi kalpli ev kadınının asla kendi bulunduğu
yere gelmeyeceğini artık biliyordu.
Böylece tekrar acı, uzun bir zaman daha geçti.
Bir gün İnger bir daha kendi adının anıldığını duydu.
Başının üstünde iki parlak yıldız parlıyordu Aynı zamanda
bunlar yeryüzünde kapanmış olan iki tatlı bakışlı gözdü.
Küçük kızın "Zavallı İnger" için acı acı ağladığı günlerin
üstünden çok yıllar geçmişti. Kız ihtiyar bir kadın olmuş,
şimdi de sevgili tanrı onu kendine almak üzereydi. Tam bu
sırada bütün ömrünün hesabını yapıyor, çocukluğuna doğru
başından geçenleri düşünüyordu. O zaman, küçücük bir
kızken, İnger'in hikâyesini duyunca acı acı ağladığını
hatırladı. İhtiyar kadının o zamana ait bu hatırası ölüm
saatinde, can gözlerinin önünde öyle canlanmıştı ki, yüksek
sesle dua etmeye başladı: "Tanrım, ben de İnger gibi çok defa
senin lütuflarına saygı göstermedim, ben de kibre düştüm,
kendimi beğendim. Ama sen, inayetinle beni çukura inmekten
alıkoydun. Aksine ayakta tuttun beni. Son saatimde de terk
etme beni!"
Bunun üzerine ihtiyar kadın gözlerini yumdu. Can gözü ise
gizli olan şeylere doğru açılmıştı. Son anında düşüncesi
tamamen İnger'le meşgul olduğu için kız gözünün önüne
gelmiş, ne kadar düşmüş olduğunu görünce de gözlerinden
yaşlar boşanmıştı. Şimdi tekrar bir çocuk olmuş, gök
ülkesinde zavallı İnger için ağlıyordu. Bu gözyaşları ile
dualar, İnger'in zincire vurulmuş, ıstırap çeken ruhunu saran,
oyuk, boş kabuğun içinde bir yankı gibi çınladı. Şimdi
birdenbire kendine gösterilen, o güne kadar asla hissetmediği
bir sevginin tesiri altında ezilmişti sanki. Onun için bir Tanrı
meleği ağlıyordu. Ne yapmıştı da bu imtiyazı hak etmişti
acaba? İşkence edilen ruhu, dünyada yapmış olduğu bütün
hareketleri içinden görüyor, bu zamana kadar asla elinden
gelmediği şekilde sarsıla sarsıla ağlıyordu. Bunun sebebi,
üstüne çöken kederdi, yastı. Atıfet kapılarının asla
açılmayacağını sandığı, bunu yüreği parçalanarak anladığı bir
sırada ansızın içinde bulunduğu cehennem uçurumuna bir ışık
indi. Kışın çocukların meydana kar yığarak yaptıkları kardan
adamı eriten güneş ışıklarından daha kuvvetle yaklaşıyordu
bu ışık. İnger'in taşlaşmış heykeli de, bir çocuğun sıcak
dudakları üstüne düşen kar parçaları nasıl eriyip su damlaları
haline gelirse, ondan daha hızla eriyor, buhar haline
geliyordu. O anda küçük bir kuş, şimşek kadar hızlı,
insanların bulunduğu dünyaya doğru uçtu, fakat çevresinde
gördüklerinden ürkmüş titriyordu. Kendi kendisinden, bütün
canlı yaratıklardan utanıyor, karanlık bir delikte kendine acele
bir sığınak arıyordu. Bu sığınağı yıkılmış bir duvarda buldu.
Şimdi orada oturmuş, bütün vücuduyla titreyerek köşeciğine
büzülmüştü. Hiçbir ses çıkarmıyordu, çünkü çıkaracak sesi
yoktu. Dışarıdaki güzelliklerle ihtişamı huzur içinde seyredip
duymaya başlamadan önce uzun zaman orada kaldı. Evet, onu
ihtişam çevreliyordu. Hava o kadar taze, ay öylesine parlak,
ağaçlar, çalılar o kadar tatlı kokuyordu ki! Sonra çok rahat,
keyifli bir yerdi durduğu yer, tüyleri çok temizdi, güzeldi.
Burada da bütün yaratılmış olanlar, her şeye rağmen aşka ve
ihtişama yükseltilmişlerdi. Kuşun içini duygulandıran, bütün
bu düşünceler bir şarkıda dile gelmek istiyor, ama kuş bunu
başaramıyordu. Elinden gelse ilkbaharda öten kumrular,
bülbüller gibi şakıyacaktı. Ama bir solucanın bile övgü
şarkılarını işiten aziz Tanrı, Davud peygamberin daha
sözlerini ve bestesini bulmadan kalbinde duyduğu ilâhileri
duyduğu gibi şükran nağmeleriyle çınlayan bu övgü şarkısını
da duydu.
Bu sözsüz besteler, haftalar geçtikçe kuşun kalbinde
büyüdüler, büyüdüler. İlk işleyeceği sevabın kanat vuruşuyla
belirecek hale geldiler. Ama sevapsız bunların meydana
çıkmasına imkân yoktu.
Şimdi Noel bayramları yaklaşıyordu. Köylünün biri duvara
çok yakın bir yere bir sırık dikmiş, gökte uçan kuşların da
neşeli bir bayram geçirmelerini, kurtarıcının hatırlandığı bu
mübarek günlerde sevinçli bir yem bulmalarını sağlamak için
sırığa dövülmemiş bir yulaf demeti bağlanmıştı.
Noel sabahı güneş doğdu, yulaf demetini de ışıklarıyla
aydınlattı. Bütün cıvıldayan kuşlar yem dağıtan bu sırığın
etrafında uçuşmaya başladılar. O sırada duvarın içinden bir
ses: cik! cik! diye ötmeye, gittikçe kuvvetlenen bir düşüncede
kendini ses halinde ifade etmeye başladı. Bu hafif cıvıltı bir
sevinç şarkısıydı; ayrıca içinde bir sevap işlemek düşüncesi
de uyanmış ve kuş deliğinden dışarı uçmuştu. Gökler
ülkesinde onun nasıl bir kuş olduğunu biliyorlardı.
Kış sert geçiyordu, sular derinlere kadar donmuş, kuşlar,
orman hayvanları ancak ölmeyecek kadar yem
bulabiliyorlardı. Küçük kuş, köy yolundan kırlara doğru
kanatlandı. Şimdi etrafta yem arıyor, kızak izleri üstünde,
şurada, burada bir yem tanesi, arabaların önünde bir ekmek
kırığı buluyor, fakat bunlardan ancak azını yiyor, ötekilerini
yanına çağırdığı serçelere yem olarak veriyordu. Köylere,
şehirlere uçmuş, etrafı araştırmış, ancak sevgili bir elin
kuşlara yem yanında birazcık da ekmek verdiği yerlerde
birkaç kırıntı vermekle yetinmiş, ötekilerini başkalarına
dağıtmıştı.
Kuşcağız, kışın sürüp gittiği aylar zarfında, o kadar çok
ekmek kırıntısı toplayıp dağıtmıştı ki, bunlar bir araya gelse
Küçük İnger'in pabuçlarını kirletmemek için ayağıyla
çiğnediği ekmek ağırlığında bir somun meydana getirirdi. Son
kırıntı tanesini de bulup başkalarına hediye ettiği an, kül rengi
kanatları bembeyaz oldu, havalandı.
O zaman havada beyaz kuşu gören çocuklar: "Bakın,
denizin üstünde beyaz bir deniz kırlangıcı uçuyor." dediler.
Kuş kimi zaman suya dalıyor, kimi zaman da aydın gök
ışığında uçuyordu. Öyle bir parıltı içindeydi ki, nereye
uçtuğunu fark etmek mümkün olmuyordu. O zaman onu
görenler, kuşun doğrudan doğruya güneşe yükseldiğini
söylediler.
 

Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız

Editörün Son Yazıları

probiyotik

Çile

probiyotik

Yattığım Kaya

probiyotik

Kaldırımlar

probiyotik

Islak Gül

Editörlerin Son Yazıları

kaptanfilozof06

Hindistan'da İlginç Olay

probiyotik

Çile

bubble30

İÇİNDEKİ CEVHERİ KORUYANLAR

Nielawore

"HALİME TERCÜMANDIM"

Bizden haberdar olmak için mail listemize kayıt olun