Kasım 24, 2024

Andersen Masalları (GÜZEL)

Heykeltıraş Alfred, onu tanırsın elbette, hepimiz onu
tanıyoruz. Sanat ve ilim mükâfatı alarak altın madalya
kazandı; İtalya'ya seyahat edip sonra memlekete döndü. O
zaman gençti henüz, şimdi de hâlâ gençtir ya, gene de o
zamana bakınca yarım ölçek daha yaşlandı.
Memlekete tekrar dönünce Seeland'daki küçük şehirlerin
birinde oturan akrabalarını ziyarete gitmişti. Bütün bu
yabancılar kimler olduğunu biliyordu. Zengin ailelerden biri,
onun şerefine büyük bir toplantı tertipledi; şehirde bir değer
yahut para sahibi kim varsa hepsi davet edilmişti. Büyük
gürültülerle ilân edilmemiş olmasa da gene bütün şehir bu
davetin önemli bir olay olduğunu biliyordu. Esnaf çırakları,
fakir tabakadan çocuklar, hatta bunların bir kısım anne ve
babaları da dışarıda durmuşlar, aşağı indirilen ışıklı perdeleri
seyrediyorlardı. Gece bekçisi bir davet yaptığını pekâlâ hayal
edebilirdi, o kadar çok adam birikmişti sokakta. Herkes
sevinç, neşe içindeydi. Evin içinde gerçekten cisimleşen neşe,
sevinç de Bay Alfred'di, heykeltıraştı.
Söylüyor, anlatıyor, herkes sevinerek hatta rikkatle onun
söylediklerini dinliyordu. Ama bunlar arasında yaşlı, dul bir
memur karısı başta geliyor, Bay Alfred ne söylerse hemen
içine çekip emen, üstüne henüz yazı yazılmamış, soluk bir
kâğıda benziyordu. Daha çok konuşmasını rica edip
duruyordu Alfred'in, Kaspar Hauser'in fevkalâde kabiliyetli,
ama fevkalâde de bilgisiz, kadın cinsinden bir örneği idi bu
kadın.
"Roma'yı görmek isterim elbette diyordu, yabancılarla dolu
hoş bir şehir olduğunu söylüyorlar. Bize biraz Roma'yı
anlatın; kapısından girilince şehir nasıl görünüyor?"
Genç heykeltıraş: "Bunu tasvir etmek kolay değil, diye
cevap verdi, büyük bir meydana çıkılıyor önce, ortasında dört
bin yıllık bir obelisk [Dikili taş.] var. Kadın: "Bir organist
[Org çalıcısı.] diye haykırdı, bundan önce obelisk sözünü hiç
duymamıştı. Oradakilerden bir kısmı gülümsemekten
kendilerini alamadılar. Heykeltıraşın dudakları da gülümser
gibi kıpırdamaya başlamıştı, ama tam kadının yanında deniz
mavisi iki iri gözle karşılaşınca hemen davrandı,
gülümsemesinin yerini samimî bir hayret ifadesi aldı.
Konuştuğu kadının kızına aitti bu gözler, böyle bir kızı olanın
bön olmasına imkân yoktu. Annesi her şeyi sorup tüketen bir
soru kaynağı, kız ise kaynağın güzellik perisiydi, ondan da
hiç ayrılmıyordu. Ne kadar güzeldi! Bir heykeltıraş için
konuşulacak bir varlık değil, seyredilecek bir konuydu. Zaten
o da konuşmuyor yahut pek az konuşuyordu.
Kadın: "Papanın büyük bir ailesi var mı" diye sordu.
Genç adam soru doğru şekliyle sorulmuş gibi "hayır diye
cevap verdi, büyük bir aileden değil kendisi."
"Ben bunu sormadım, diye cevap verdi kadın. Karısı,
çocukları var mı? Bunu öğrenmek istemiştim."
Heykeltıraş: "Papa evlenmeye izinli değildir." dedi.
"Sevmem böyle şeyi" diye cevap verdi kadın.
Şüphesiz daha zekice sorular sorabilir, daha zekice
konuşabilirdi. Ama böyle yapsaydı acaba kızı annesinin,
omzuna dayanıp, onu böyle nerdeyse içine dokunan bakışlarla
süzer miydi?
Bay Alfred durmadan anlatıyor. İtalya'daki renk
ihtişamından, orada gördüğü mavimtırak dağlardan, mavi
Akdeniz’den, mavi güney memleketlerinden söz açıyordu.
Bunlar öyle güzelliklerdi ki, ancak kuzey kadınlarının mavi
gözleri onlara üstün sayılabilir. Bunu imalı bir şekilde
söylemişti ama asıl anlaması gereken, bu imayı anlamazlıktan
geldi. Bu da güzeldi.
Kimi "İtalya" diye içini çekiyor, kimi de "Seyahat etmek ne
hoş, ne fevkalâde şey!" diyordu.
Dul kadın: "Bana büyük ikramiye çıkarsa kızımla beraber
seyahate çıkacağız, dedi, siz de bizim rehberimiz olursunuz
Bay Alfred, birkaç dostumuzu da alırız, üçümüz birlikte
gideriz." Bunları söyleyerek herkes neşeyle başını salladı.
Herkes kendisinin bu seyahate birlikte gidebileceğini
sanabilirdi. "İtalya'ya gideceğiz, ama orada eşkıya olmayan
yerleri seçeceğiz. En güzeli Roma'da kalmak, emniyetle
seyahat edilen büyük ana yollardan ayrılmamak tabii."
Kız bu sıralarda hafifçe iç geçirdi. Bir iç çekişine neler
sığdırılabilir, bir tek iç çekişte neler bulunabilir?
Konuşanların yalnız annesiyle Bay Alfred olmasına rağmen
kızın annesi için içini çekmediği anlaşılıyordu. Bay Alfred'i
de çeken, Magnet'lerin kızı idi. Asıl adı Karen Malene olsa da
onu Kala diye çağırırlardı. Kala iki adı da birleştiriyordu.
Bazıları güzel kız ama biraz uykucu, derlerdi onun için,
sabahları geç kalkmayı severdi.
Anne: "Çocukluğundan beri geç kalkmaya alışık, diyordu,
her zaman genç bir Venüs kadar güzeldi. Venüs'lerin de
kolayca uykuları gelir. Sabahları geç kalkarlar, ama gözlerinin
bu kadar parlak olmasının sebebi de budur."
Bu parlak gözlerde, bu pırıl pırıl su yüzlerinde, derinliği
sonsuz olan bu sakin sularda ne kuvvetler gizli değildi! Genç
adam bunu duyuyordu, o derinliklerde yerleşip kalmıştı.
Söylüyor, anlatıyor. Anne de ilk tanıştıkları anda olduğu gibi
saf sâf kayıtsızca bir sürü şeyler sorup duruyordu.
Bay Alfred bir şey anlatırken dinlemek bir zevk.
Napoli'den, Vezüv'ün patlamalarından bahsediyor, ayrıca sulu
boya resimlerini göstererek oraya ait birçok intibalarını
canlandırıyordu. Dul kadın şimdiye kadar buna dair hiçbir şey
duymamış, görmemişti.
"Allah korusun, diye haykırdı, bu ateş saçan bir dağ ayol,
kimseye zararı dokunmuyor mu bunun?"
Bay Alferd: "Bu yüzden birçok şehirler yerle yeksân oldu,
diye cevap verdi. Pompei, Herkulanum gibi."
"Ama oralardaki zavallı insanlara ne oldu? Bütün bunları
siz kendiniz de mi gördünüz?
"Hayır, bu resimlerdeki patlayışların hiçbirini görmedim.
Ama gördüğüm bir tanesi var, onu size kendi yaptığım
resimlerle gösterebilirim."
Kurşun kalemle yaptığı bir taslak çıkardı. Hâlâ gördüğü
renk renk resimlerin tesiri altında olan anne, kurşun kalemiyle
yapılan bu soluk taslağı görünce şaşarak: "Siz bu dağı ak ateş
saçarken gördünüz mü? diye haykırdı.
Bay Alfred'in dul anneye karşı beslediği saygı duygusu,
kısa bir an için sarsılmıştı. Ama Kala'nın etrafına yaydığı
parıltıyı fark edince, annenin renk duygusunu kaybettiğini
hemen anladı. Hepsi de bundan ibaretti zaten, anne en iyi, en
güzel şeyin sahbiydi, Kala onundu.
Alfred'le Kala nişanlandılar. Her şey tabii yoldan gelişti,
nişan da şehir gazetesinde yayınlanmıştı. Anne nişan ilânı
olan kısmı kesip çıkararak tanıdıklarına, dostlarına mektupla
göndermek için gazeteden otuz sayı ısmarlamıştı. Nişanlılar
da kaynana da mesuttular, ama kaynana kızının aynı şekilde
Thornvaldsen'lere varabileceğini söylüyordu.
"Siz de onun devamından başka bir şey değilsiniz zaten."
Bu söz Alfred'e mânalı bir şey gibi gelmişti.
Kala bir şey söylemiyor ama gözleri parıldıyor, dudakları
gülümsemelerle çevreleniyordu. Her hareketi güzel. Kendi de
çok güzeldi. Güzelliğinden bahsedilmekle doyulmuyordu
onun.
Alfred Kala ile kaynanasının büstlerini yapmaya
başlamıştı. Onun karşısında oturuyor, Alfred'in yumuşak
çamuru nasıl düzelterek şekillendiğini seyrediyorlardı.
Kaynana: "Bu basit işi sizin bizzat üzerinize almanıza,
çamuru el işçilerinizden birine kardırmamanıza biz sebep
olduk" diyordu.
Ama Alfred: "Aksine, diyordu, modeli mutlaka benim
almam lâzım."
"Siz her zaman fevkalâde naziksiniz" dedi anne. Kala da iş
bitince sessizce Alfred'in elini sıktı.
Alfred yaptığı bu iki büstte, yaratılmış şeylerdeki tabiat
güzelliğini, canlının ölüye, bitkinin taşa, hayvanın bitkiye,
insanın hayvana üstünlüğünü, ruhun, güzelliğin şekillerde
nasıl dillendiğini, heykeltıraşın varlıktaki en güzel şeyi
topraksı şekillerde nasıl canlandırdığını gösterdi.
Alfred'in düşünceleri onları bir fırtına gibi sararken Kala
ses çıkarmadan oturuyor, ama kaynana: "Sözlerinizi takip
edebilmek zor, diyordu. Gene de yavaş yavaş onları kavrıyor,
kafamın içini altüst de etseniz, dediklerinizi aklımda
tutuyorum."
Alfred'i kapıp kavrayan güzellikti. Onu hükmü altına almış,
içini baştanbaşa dolduruyordu. Kala'nın bütün endamında,
bakışlarında, dudaklarının uçlarında, hatta parmaklarının
kımıldanışlarında bile parıldayan o idi. Alfred onu dile
getiriyor, bir heykeltıraş olarak onu anlıyor, yalnız ondan
bahsediyor, onu düşünüyordu. İkisi kaynaşmış, bir varlık
haline gelmişlerdi. Bu yüzden kendisi fevkalâde çok
konuşuyordu. Ama o da çok konuşuyordu. Bunlar nişan günü
olmuştu. Ama arkasından, gelini takip eden kızlarla, düğün
hediyeleriyle, nikâh söyleviyle düğün günü gelip çatmıştı.
Kaynana düğün evinde masanın yukarı ucuna
Thornvaldsen'in büstünü oturtmuştu. Fikrince onun da misafir
olarak orada bulunması lâzımdı. Şarkılar söylendi, kadehler
tokuşturuldu, düğün neşeli, evlenen çift güzeldi. Şarkıların
birinde: "Pygmalion, galathea'sına kavuştu" diye birkaç söz
geçiyordu
Kaynana bunu duyunca: "İşte yine mitoloji bahsi, burada
da" dedi.
Ertesi gün genç evliler yerleşmek için Kopenhag'a hareket
ettiler. Kaynana, kaba işleri üstüne almak, yani ev işlerini
yapmak üzere onlarla beraber gitmişti. Kala'nın "cam bir
fanusun altında oturması" lâzımdı. Her şey yeni, pırıl pırıl,
güzeldi. Üçü beraber oturuyor. Alfred ise otururken aldığı
durumu daha iyi belirtmek için bir atasözü kullanmak
gerekirse "Kaz yuvasında başpapaz" gibi çalım satıyordu.
Şeklin büyüsüyle büyülenmişti Alfred, kabuğu görmüş,
ama çekirdeği görmemişti. Bu, evlilik hayatı için büyük, çok
büyük bir felâkettir. Kabuk bozulup da dıştaki ince altın
tabakası dökülünce insan dikkatsizce yaptığı seçimden
pişman olur. Büyük toplantıda bir yerimizin açılarak bir
rezalet olması hoş olmayan bir şeydir. Ama böyle bir
toplantıda insanın karısıyla kaynanasının manasız
gevezeliklerle herkese alay konusu olmaları, yaptığı
aptallıkların farkına varınca da hemen alaylı bir buluşla
durumu örtbas edebilmek için nefis güveninden mahrum
olmaları çok daha kötü bir şeydir.
Genç evliler sık sık el ele vererek bir yerde oturur, Alfred
bir söz söyler. Kala buna karşılık ortaya bir başka söz atar.
Ama her zaman aynı melodi, her zamanki birkaç çan sesinden
ibarettir söyledikleri. Bu sessizlik ancak Bayan dostlarından
biri olan Sophie'nin ortaya çıkması, çevrelerinde bir ruh
havası estirmesiyle dağılabilmişti.
Sophie hiç güzel değildi, ama göze batan bir kusuru da
yoktu. Gerçi bacakları biraz eğriydi, bu da ancak kız
arkadaşlarının keşfedebilecekleri derecedeydi. Çok makul bir
kızdı, ama dostları için tehlikeli olabilmek düşüncesi aklından
bile geçmiyordu. Cam fanusun altına taze bir hava getirmişti,
buraya taze hava lâzımdı da, herkes bunun farkındaydı. Ev
mutlaka havalandırılmalı. Onlar da bunu yapmak için gereken
yolu buldular. Kaynana ile genç evliler İtalya'ya gitmek için
seyahate çıktılar.


***


Ana kız, ertesi yıl Alfred'le birlikte döndükleri zaman "Bin
şükür Allah’a, diyorlardı aralarında, tekrar evimize kavuştuk."
Kaynana: "Seyahat etmek gerçekten bir zevk değilmiş,
diyordu, aslında can sıkıcı bir şey. Bunu söylediğim için özür
dilerim senden. Çocuklarım yanımda olduğu halde canım
sıkıldı durdu. Sonra seyahat etmek ne kadar pahalı şey,
korkunç pahalı! Bütün o resim galerilerini ziyaret etmek,
bütün o görülecek şeyleri görmek için oraya buraya
seğirtmek. Ama insan bunu da yapmasa memleketine
döndüğü zaman soranlara gereken tafsilatı nasıl verebilir?
İmkânsız şey! Buna rağmen gene görülmesi gereken en güzel
şeyi görmedin, diyorlar insana. Ama o sayısız Meryem
resimlerini göre göre sonunda adamakıllı bıkkınlık duyuyor
insan; kendisi de bir Meryem ana olup çıkıyor sonunda."
Kala: "Ya insanın önüne koydukları o yemekler." diye
atıldı.
Annesi: "Şöyle namuslu bir et çorbası bile içemiyor insan,
diye devam etti, yemek pişirme sanatı pek ileri değil orada."
Kala seyahatten yorulmuştu, daha kötüsü de bir türlü
yorgunluğunu dinlendiremiyordu. Sophie'nin evlerine
gelmesine sebep de bu oldu. Sophie geldi, kendilerine faydalı
oldu.
"Sophie'nin gerek ev işlerinden, gerekse sanattan anladığını
teslim etmeli, diyordu kaynana. Bundan başka çok saygı
değer, sadık, güvenilir bir insan olduğunu Kala hastalanıp
zayıflamaya başlayınca ispat etti."
Her şeyin kabuktan ibaret olduğu yerlerde kabuk dayanıklı
olmalıdır. Olmazsa her şey mahvolur, gerçekten de kabuk
mahvolup gitti. Kala ölmüştü.
Annesi: "Güzel kızdı diyordu, o solgun, yitik, eski çağ
kızlarından gerçekten çok ayrıydı. Tazeydi Kala, Zaman ona
henüz diş geçirememişti. Güzel deyince de böyle olmalıdır
zaten."
Alfred ağlıyor, annesi ağlıyordu. İkisi de karalar
giymişlerdi. Kara elbise anneye bilhassa yakışıyordu, o
yüzden en uzun, o kara giydi, en uzun o matem tuttu. Alfred
tekrar evlenip görünüşte hiç de güzel olmayan Sophie'yi
aldığı zaman hâlâ matem tutuyordu.
İfrattan hoşlanıyor, diyordu kaynana, en güzelden en
çirkine düştü. İlk karısını unutabiliyor. Erkeklerde anlayış
yoktur ki! Ama kocam başkaydı. Hem benden önce de öldü."
Alfred: "Pigmalion, Glathea'sına kavuştu" diyordu, evet bu
sözler bir düğün şarkısındaydı. Ben gerçekten hayatın
kollarıma bıraktığı en güzel heykele âşık olmuştum. Ama
Tanrının bize ihsan ettiği ruh akrabasını; bizimle beraber
duyan, bizimle beraber düşünen, düşünce bizi kaldırabilen
meleklerden birini şimdi buldum. Onu kazandım. Sophie sen
bana vücut güzelliğiyle ışıklar gibi pırıl pırıl gelmedin. Ama
lüzumundan daha güzelsin sen. Bu asıl mühim olan, her
zaman da mühim olan şeydir. Sen eserini yalnız toprakla,
çamurla yapan, bütün eseri, toprakta, çamurda şekillendiği,
hepimizin aramamız gereken bir özden ibaret olan
heykeltıraşa geldin. Onu yetiştirdin. Zavallı, zavallı Kala!
Dünyadaki hayatımız bir yolculuktan ibaret bizim. Belki,
yalnız karşılıklı sevgi ile birbirimize yoldaş olabildiğimiz o
yerde birbirimize ancak yarı yarıya yabancı olacağız.
"Pek sevgi dolu bir hüküm olmadı bu, dedi Sophie,
Hıristiyan’ca bir hüküm değil. Başkalarına hürriyetlerini
vermediğimiz, başkalarının bizi hür kılmalarına müsaade
etmediğimiz, o yerdi!, senin de dediğin gibi, ruhların sevgi ile
dolu, birbirlerine yoldaşlık ettikleri o yerde, bütün
güzelliklerin gelişip şekillenerek yüceleştiği o yerde belki
onun ruhu en büyük kudretleriyle seslenerek, benim ruhumu
aşacak, susturacak. Sen de o zaman tekrar o ilk aşık olduğun
gün coştuğun gibi coşarak, onun için: "Güzel”, güzel!” diye
haykıracaksın.

Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız

Editörün Son Yazıları

probiyotik

Çile

probiyotik

Yattığım Kaya

probiyotik

Kaldırımlar

probiyotik

Islak Gül

Editörlerin Son Yazıları

kaptanfilozof06

Hindistan'da İlginç Olay

probiyotik

Çile

bubble30

İÇİNDEKİ CEVHERİ KORUYANLAR

Nielawore

"HALİME TERCÜMANDIM"

Bizden haberdar olmak için mail listemize kayıt olun