Kasım 24, 2024

Andersen Masalları (İHTİYAR MEŞENİN SON DÜŞÜ)

İHTİYAR MEŞENİN SON DÜŞÜ

 


Açık denize bakan sahilin hemen yanı başındaki yüksek
yamacın üstünde tam altmış beş yıl yaşamış gerçekten ihtiyar
bir meşe vardı. Ama ağaç için bu uzun süre, insanlar için
taşıdığı önemi taşımıyordu. Biz sabahları uyanır, geceleri
uyur, sonra da düşler görürüz. Ama onun için iş böyle değil.
Çünkü yılın üç mevsiminde uyanık kalır, ancak kışa doğru
uykuya dalar. Kış mevsimi onun için uyku zamanı, uzun
günlerin sonunda başlayan gecedir. Bu günlere de İlkbahar,
yaz, sonbahar adları verilir.
Bazı sıcak yaz günlerinde, ömrü bir gün süren su
sineklerinden biri ihtiyar meşenin etrafında dans eder, orada
ömür sürer, mesut olurdu. Sonra bu küçük yaratık, bir an için
taze, büyük meşe yaprakları üstünde sessiz, rahat dinlenirken
ağaç ona: "Zavallı küçük yaratık, derdi, senin bütün ömrün
yalnız bir an sürüyor. Ne kadar kısa, ne kadar acıklı!"
Su sineği o zaman "acıklı mı? diye sorardı. Bununla ne
demek istiyorsun? Her şey o kadar aydınlık, pırıl, pırıl, o
kadar sıcak, göz alıcı ki! Ben sevinç içindeyim."
"Ama yalnız bir günceğiz. Sonra sen yoksun, hepsi geçip
gidiveriyor."
"Hepsi geçip gidiyor mu? diye sorardı su sineği. Geçip
giden nedir? Sen de geçip gitmiyor musun?"
"Hayır ben senin yaşadığın günlerden binlercesini
yaşıyorum. Benim bir günüm senin bütün mevsimlerini içine
alıyor. O kadar uzun bir zaman ki bu, senin saymana bile
imkân yoktur."
"Hayır. Öyleyse dediğini anlamıyorum. Sen benim
yaşadığım günlerden binlercesini yaşıyorsun, ama ben de
binlerce anlar içinde sevincimi, saadetimi buluyorum. Sen
öldüğün zaman bu dünyanın bütün güzellikleri de beraber
sona eriyor mu?"
"Hayır, diye cevap verdi ağaç. Hiç şüphesiz devam ediyor,
hem benim düşünebileceğimden çok uzun zaman devam
ediyor."
"Öyleyse ikimizin de hayatı aynı, yalnız yaptığımız
hesaplar birbirinden farklı."
Sonra su sineği dans etmeye başlar, süzülerek havaya
yükselir, ince nakışlı kanatlarına bakar, sevinir, üstündeki
tüllere, ipeklere sevinir. Mis gibi kokan inci çiçekleri, yabani
kıvırcık naneler bir yana, yonca tarlasından, yaban
güllerinden, leylâklarla hanımelilerinden etrafa yayılan
kokularla baharlanmış sıcak havaya sevinirdi. Bu kokular o
kadar kuvvetli idi ki ömrü bir gün süren su sineği, bunlardan
hafifçe sarhoş olduğunu sanırdı. Gün böylece uzar giderdi.
Çok da güzeldi. Tatlı duygular, sevinçlerle güzeldi. Gün
batarken de küçük sinekçiğin vücudunu havadan, mesutluktan
gelen tatlı bir yorgunluk kaplardı. Artık kanatları vücudunu
taşımak istemez, rüzgârla dalgalanan yumuşacık otların
arasına yavaşça kayıverirdi. O zaman etrafını elinden
gelebildiği şekilde başıyla selâmlar, neşe içinde uyur kalırdı.
Bu onun ölümüydü.
"zavallı küçücük su sineği, derdi ağaç, her şeye rağmen çok
kısa bir ömür bu.''
Ve her gün aynı danslar, aynı konuşmalar, aynı cevaplar
aynı şekilde dalıp gidivermeler tekrarlanır, su sineklerinin
bütün nesillerinde aynı şeyler sürüp giderdi. Hepsi o derece
mesuttu, sevinçliydiler. Meşe ağacı bahar sabahlarını, yaz
öğlelerini, güz akşamlarını uyanık geçirir, sonra onun da uyku
zamanı, gecesi gelir, kış yaklaşırdı.
Fırtınalar daha şimdiden ona "gecen hayrolsun, gecen
hayrolsun" diye şakıyorlardı. Şuraya bir yaprak düşer, buraya
bir yaprak düşer. Onları biz toplarız, onları biz toplarız, ağaç
sen rahatına bak, sen uyurken biz sana şarkılar söyleriz,
sallarız, sarsarız seni. Bu da kocamış dallarına iyi gelir senin,
öyle değil mi? Sevinçlerinden çatırdar hepsi. Rahat uyu, rahat
uyu. Bu senin üç yüz altmış beşinci gecen. Gerdekte bir süt
çocuğusun henüz, rahat uyu artık. Kar bulutları, yumuşacık,
sarıp sarmalayacak seni. Altına boydan boya çarşaflar
serecekler. Tatlı tatlı rüyalar gör, zevk içinde, rahat içinde
uyu."
Meşe bütün yapraklarından çıplanmış, kışı baştan başa
dinlenerek, güzel düşler içinde salınarak geçirmek için öylece
beklerdi Ama insanın düşlerinde olduğu gibi onun gördükleri
de daima gerçekten yaşanmış şeyler olurdu.
Bir zaman o da küçüktü, bir palamut onun beşiği olmuştu.
Şimdi insanların hesabınca dördüncü yüz yılının içindeydi.
Ormanın en yüce, en güzel ağacıydı. Başı bütün ötekilerin
üstüne yükselir, denizin en uzak yerlerinden görünür, gemiler
için işaret vazifesi görürdü. Nice gözlerin ufukta kendisini
aradığını düşünmezdi bile. Yüksek, yeşil dallarının arasında
yabani güvercinler yuva yapar, kumrular onun adını tekrarlar
dururdu. Güzün, yapraklan dövülmüş bakır rengini alınca,
muhacir kuşların göçü başlar, bunlar yaprakları arasında
dinlenir, sonra yine denize doğru uçup giderlerdi. Ama şimdi
kıştı artık, ağaç yapraklarından çıplanmış, öylece duruyor,
dallarının nasıl kıvrımlı, kavisler yaptığı iyiden iyiye belli
oluyordu. Kargalar, alakargalar sürüler gelip dallarına
konunca, ona başlayan kötü günlerden söz açar, konuşurlar,
kışın yem bulmanın güçlüklerini anlatırlardı.
Meşenin gördüğü en güzel düş tam mübarek noel günlerine
rastlamıştı. Şimdi bu düşün hikâyesini dinleyeceğiz:
Meşe, gayet seçik olarak bir bayram günü olduğunun
farkındaydı. Sanki civardaki bütün kiliselerin çanları çalıyor,
kendini tatlı, ılık, çok güzel bir pazar günündeymiş sanıyordu.
Taze, yeşil yapraklı muazzam dallarını etrafa yaymıştı. Gün
ışıkları arasında oynuyor, hava, otlardan, çalılardan yayılan
kokularla dolmuş, renk renk kelebekler birbirleriyle
kovalaşıyor, su sinekleri oynaşıyorlardı. Sanki her taraf sırf
onlar oynayıp eğlensinler diye yaratılmıştı. Meşenin bir ömür
boyunca etrafında gördüğü şeyler, şimdi muhteşem bir alay
halinde tekrar önünden geçiyordu. O eski günlerden tanıdığı
prensler, kadınlar atlarına binmişler, şapkalarında tüyler,
ellerinde doğanlarla ormanın içinde dolaşıyorlar, av boruları
ünlüyor, köpekler koşuşuyorlardı. Ayrıca silâhları pırıl pırıl,
renk renk üniformalar giyinmiş düşman askerlerinin
mızraklar, harbelerle oracıkta çadır kurduklarını, sonra
bunları bozup kaldırdıklarını da görüyordu. Nöbetçilerin
yaktığı ateşler kıpkızıl parıldıyor, ağacın etrafa uzanan geniş
dalları altında şarkılar söyleniyor yahut askerler uyuyordu.
Sonra da ay ışıklı gecelerde genç çiftlerin burada
buluştuklarını, adlarını, adlarının ilk harflerini, esmer yeşil
kabuğu üstüne nasıl kazdıklarını görüyordu. Bir kere, bundan
uzun yıllar önceydi. Yolculuğa çıkmış neşeli delikanlılar
gitarlarını, harplarını onun dallarına asmışlardı. Aynı çalgılar
şimdi de orada sallanıyor, aynı tatlı seslerle yankılanıyorlardı.
Yabani güvercinler sanki bu sırada ağacın duygularını
anlatmak istemiş gibi hu çekiyor, bir guguk da daha kaç yaz
günü yaşayacağını söyleyerek adını haykırıyordu.
Sanki bir hayat akışı köklerinin en ince uçlarından en
yüksek dallarına kadar her yerini kaplamıştı. Ağaç bu akışın
kendisine, gelişmek için gereken o eski kuvveti verdiğini,
yerin altında da hayat, sıcaklık bulunduğunu, kuvvetinin
gittikçe arttığını, gittikçe daha büyüyerek daha yukarılara
yükseldiğini duyuyordu. Gövdesi sanki göğe fışkırıyor, durup
dinlenme bilmeden gelişip büyüyor, dalları, yaprakları
sıklaşıyor, dolgunlaşıyor, etrafa genişleyip yayılıyor, bütün
dalları, yaprakları havaya yükseliyordu. Bu gelişme ile
birlikte sağlığı da artıyordu. İçini ifade edilmez bir saadet
duygusuyla dolduran, onu durmadan daha yüce amaçlara,
sıcak, pırıl pırıl güneşe kadar fışkırtan iç hasreti de
kuvvetleniyordu.
Daha şimdiden bulutların üstüne kadar yükselmişti.
Muhacir kuşların bir bulutu andıran sürüleri yahut ak
kuğuların havaya çizdiği katarlar, dalları altından geçiyordu.
Sanki ağacın bütün yaprakları, kendilerine göre birer
gözleri varmış gibi bütün bu olup bitenleri onunla birlikte
görüyor, seyrediyordu. Yıldızlar artık gündüzün de
görünmeye başlamışlardı. Hepsi o kadar iri, pırıl pırıldı ki,
parlak, tatlı bir çift göz gibi her biri ayrı ayrı ışıldıyorlardı.
Bunlar bir zaman tanıdığı o sevgili bakışları, o çocuk
gözlerini ağaç altında buluşan âşık çiftlerin gözlerini
hatırlatıyordu.
Sonsuz bir sevinç, saadet anı yaşıyordu şimdi. Ama bütün
bu haz veren sevinçlere rağmen içinde gene bir hasret
duygusu kabarmış, aşağıdaki bütün orman ağaçlarının, bütün
o çalılıkların, otların çiçeklerin kendisiyle birlikte
yükselmesini, bu parıltıları, sevinçleri onunla birlikte
yaşamasını özlüyordu. Muazzam meşe ağacı bu düş sırasında
önüne serilen bu ihtişama rağmen tam mesut değildi. Çünkü
saadetini küçük, büyük herkesle paylaşamıyordu. Bu duygu
bütün dallarının, yapraklarının içinden bir insan kalbinin
içinden geçer gibi geçiyor, varlığını kuvvetle, derinliğine
sarsıyordu.
Ağacın tacı, bir şey kaybetmiş de arıyormuş gibi kımıldadı,
bakışlarını geriye çevirince inci çiçeklerinin kokuları geliyor,
arkasında hanımelilerinin, menekşelerin daha kuvvetli
kokuları da ona kadar yükseliyordu. Bir ara kumrunun
kendisine cevap verdiğini bile işitir gibi olmuştu.
Evet ormanın yeşil tepeleri bulutlar arasından bakıyor,
ağaç, altındaki ağaçların da büyüdüklerini, kendisi gibi
yükseldiklerini görüyordu. Çalılar, otlar da havaya doğru
yükseliyorlardı. Bazıları yerden köklerini sökerek, daha
büyük bir hızla ona doğru uçuşuyorlardı. Bunlar arasında
kayınlar yanına en önce vardılar. İnce, narin gövdeleri, beyaz
bir şimşek ışığı gibi kıvrıla kıvrıla atılıyor, dalları yeşil bir
kadife yahut bayraklar gibi dalgalanıyordu. Bütün orman,
esmer tüylü kamışlar bile kendisiyle birlikte gelişiyordu.
Kuşlar onların peşinden şakıyor, havada uçan, dalgalanan,
uzun yeşil bir ipek şeridini andıran ot sapları üstünde
çekirgeler oturmuş, kanatlarını bacaklarına sürerek
oynuyorlardı. Ağustos böcekleri ötüşüyor, arılar vızıldıyor, o
sırada gagaları uzayan bütün kuşlar şakıyordu. Her şey
cennette gibi güzel, neşeden, şarkıdan ibaretti.
Meşe: "Sudaki şu küçük, kırmızı çiçek de bana kadar
yükselmeli, dedi. Şu mavi çan çiçeği, şu iri papatya da." Evet,
meşe istisnasız hepsinin bu gelişmeye katılmasını istiyordu.
Etraftan "biz de sizin aranızdayız, biz de sizin aranızdayız!"
diye şarkılar duyuldu.
"Ama geçen yaz açan küçük inci çiçekleri nerede? Geçen
yıl burada inci çiçeklerinin bayramı vardı.
Ya o yabani elma ağacı, ne güzel, ne göz alıcıydı! Hele
yıllardan, yıllardan beri sürüp giden o ihtişam, ormandaki? O
ne oldu? Hepsi yaşasa, bugüne gelebilselerdi, ancak o zaman
bize katılmış olacaklardı."
Etraftan daha yüksek bir sesle "aranızdayız, biz de sizinle
beraberiz!"' diye şarkılar duyuldu. Sanki onlar daha evvel,
önden uçarak gelmişlerdi.
İhtiyar meşe "hayır, diye coştu, inanılmayacak kadar güzel
bir şey bu! Onların hepsi bende, büyük küçük hepsi, bir teki
bile eksik değil. Böylesine bir saadet mümkün mü? Bu kadarı
düşünülebilir mi?"
Yine etraftan bir ses yankılandı: "Tanrının cennetinde her
şey mümkün, her şey düşünülebilir."
Ve büyümesine devam eden ağaç, köklerinin toprağın
içinde çözülmeye başladığını hissediyordu.
"En güzeli bu, dedi ağaç, hiçbir bağım kalmadı artık. Artık
en yüceye, en yücenin ışığına, parıltısına kadar
yükselebilirim. Bütün sevdiklerim, küçüklü büyüklü, hepsi
yanımda şimdi."
"Hepsi!" diye bir ses.
İşte meşe ağacının gördüğü düş bu idi. O mübarek Noel
gecesi bu düşü görürken karada, denizde sert bir fırtına
kopuyordu. Deniz ağır dalgalarını kıyılara doğru yuvarlıyor,
ağaç çatırdıyor, dalları kırılıyor, kökleri yerden sökülüyordu.
Tam bu düşü görürken de ağacın kökleri topraktan çözüldü,
yere yuvarlandı. Böylece şimdi yaşadığı üç yüz altmış beş
yıllık ömür de su sineğininkinden farksız olmuştu.
Noel sabahı güneş tekrar ufuktan doğunca fırtına artık
dinmişti. Bütün kilise çanları bayram günlerinin ihtişamı ile
çalıyor, küçük emlâk sahiplerinin çatılarındakiler de içinde,
bütün bacalardan mavimtırak bir duman bulutu, kelt
bayramlarında kesilen kurbanların tanrılara şükran tütsüleri
gibi, yükseliyordu. Deniz gittikçe sakinleşmiş, geceki sert
fırtınayı açıkta sağ, esen atlatan büyük bir gemide Noel
bayramları şerefine bütün bayraklar gönderlere çekilmişti.
Gemiciler, ağaç gitmiş dediler, ihtiyar meşe ağacı. Karada
bize işaret vazifesi gören ağaç yok. Dün geceki fırtınada
devrilmiş. Onun yerine neyi koyabiliriz? Hiçbir şey onun
yerini tutamaz."
Böylece kıyıdaki kar örtüsü üstüne uzanmış olan ağaca,
kısa ama iyi niyetle hazırlanmış bir cenaze nutku da
söylenmiş oluyordu. Ayrıca gemiden muhteşem bir koro,
Noel neşesini, insan ruhlarının İsa'da kurtuluşa varışını,
ölümsüz hayatı şakıyan bir şarkıyı ağacın üstüne
yankılandırdı:
"Haykırın gökler, bütün yeryüzleri siz de!
Haykırın neşeyle!
Artık birbiriyle dost, günahkârla Tanrı.
Barış muştusu sevinç haberi,
Gelen bugün bize.
Sevinin, sevinsinler,
Çoban da, sürü de."
Bu eski şarkıydı söyledikleri. Gemidekilerin hepsi de,
ettikleri dua, söyledikleri bu şarkı ile tıpkı ihtiyar meşenin en
son, en güzel düşünde olduğu gibi, kendilerini, kendi
hallerine göre yücelmiş, yücelere varmış hissediyorlardı.
 

Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız

Editörün Son Yazıları

probiyotik

Çile

probiyotik

Yattığım Kaya

probiyotik

Kaldırımlar

probiyotik

Islak Gül

Editörlerin Son Yazıları

kaptanfilozof06

Hindistan'da İlginç Olay

probiyotik

Çile

bubble30

İÇİNDEKİ CEVHERİ KORUYANLAR

Nielawore

"HALİME TERCÜMANDIM"

Bizden haberdar olmak için mail listemize kayıt olun