Kasım 24, 2024

Andersen Masalları (KÖTÜ AHLÂKLI KRAL)

KÖTÜ AHLÂKLI KRAL

 


Eski zamanlarda küstah, kötü ahlâklı bir hükümdar vardı.
Bütün düşündüğü, dünyayı baştanbaşa fethetmek, her yana
adıyla korku salmaktı. Ateşle, silâhla ülkeleri dolaşıyor,
askerleri tarlalardaki mahsulü çiğniyor, köy evlerini yakıyor,
kızıl alevler ağaçların yapraklarını kavuruyor, kömür haline
gelen yemişler kararmış dallardan aşağıya sarkıyordu. Bazı
zavallı anneler kucaklarındaki çıplak yavrularıyla dumanlar
tüten duvarların arkasına saklanıyorlardı. Ama askerler
acımak nedir bilmiyordu ki. Bütün köşe bucağı arayarak
kadınları çocukları ile birlikte buluyor, asıl şeytanca
sevinçleri de o zaman başlıyordu. Kötü ruhlar onlardan daha
kötü hareket edemez. Bütün olup bitenleri hükümdardan
başka iyi gözle gören yoktu. Kuvveti gün geçtikçe artıyor,
adının anılması herkesi korkutuyor, giriştiği bütün işlerde
talihi yaver gidiyordu. İstilâ ettiği şehirlerde ele geçirdiği
altınları, hazineleri beraber taşırdı. Başşehrinde eşi benzeri
olmayan bir servet birikmişti. Muhteşem saraylar, kiliseler,
sütunlu kemerler kurduruyor, bu eşsiz yapıları kim görse: "Ne
büyük adam bu hükümdar!" diye haykırıyordu. Ama hiçbiri
hükümdarın öteki memleketlere getirdiği sıkıntıyı
düşünmüyor, yanan şehirlerden, yankıları gelen ağlaşmaları,
inleşmeleri işitmiyordu.
Hükümdar topladığı altınları, kurduğu muhteşem yapıları
hazla seyrederken, o da halk gibi: "Ne büyük adam bu
hükümdar!" diyordu. "Ama daha çoğuna sahip olmalıyım
ben, çok çok daha fazlasına! Hiçbir devlet daha büyük şöyle
dursun, benimkine eşit bile olmamalı! Böyle anılmamalı!"
bunu söylüyor ve bütün komşu memleketlere hücum ediyor,
hepsini yeniyordu. Yendiği kralları da caddelerden geçerken,
altın zincirlerle arabasına bağlatır, onları sofrada yemek
yerken kendisinin ve saray erkânının ayakları ucunda
yatmaya, önlerine attıkları ekmek kırıntılarıyla doyunmaya
mecbur ederdi.
Hükümdar ayrıca şehrin meydanlarına, krala ait saraylara,
heykellerini de diktirmişti. Bu heykellerin kiliselerde bile
Tanrı mihrabının önünde bulundurulmaları gerekiyordu. Ama
rahipler o zaman "Hükümdar, dediler ona, sen büyüksün ama
Tanrı senden daha büyüktür. Biz buna cesaret edemeyiz."
"Pekâlâ, dedi hükümdar, o halde ben Tanrıyı da
yeneceğim!" Böyle bir çılgınlık, şımarıklık içinde havalarda
yelken açıp gezebilecek bir gemi yaptırdı. Gemi bir tavus
kuyruğu gibi renkler içindeydi. Ayrıca bin gözü varmış gibi
duruyordu. Ama bu gözlerin her biri bir tüfek namlusuydu.
Hükümdar geminin orta yerinde oturuyordu. Yalnız bir kere
bir yaya dokunmakla bin kurşun hedefe doğru uçuyor,
tüfekler o anda yeniden doluyordu. Geminin önüne ayrıca yüz
kuvvetli kartal koşuldu ve gemi güneşe doğru hareket etti.
Dünya çok aşağılarda kalmıştı. Önceleri dağları, ormanları
ve alt üst edilmiş bir çayırdan görünen yeşil kısımlarıyla
dünya, sürülmemiş bir tarlayı andırıyordu. Sonra sonra düz
bir haritaya benzedi, çok geçmeden de iyice sislere, bulutlara
gömüldü. Kartallar gittikçe daha yükseklere doğru
uçuyorlardı. Tanrı o zaman sayısız meleklerinden yalnız
birisini gönderdi. Hükümdar bin tüfeği ile hemen meleğin
üzerine ateş açtı. Ama kurşunlar meleğin pırıl pırıl kanatlarına
çarpınca dolu taneleri gibi aşağı dökülüyordu. Yalnız meleğin
ak kanatındaki bir tüy, dibinde bir tek kan damlası kabararak
hükümdarın oturduğu gemiye düştü. Bu bir damla kan gemiye
düşünce yakıcı bir kor gibi yanmaya başladı. Geminin orta
direği devrildi, korkunç bir hızla aşağıya uçtu. Kartalların o
kuvvetli kanatları da zayıfladı, düştü. Rüzgâr hükümdarın
başı etrafında vızıldıyor, yakılan şehirlerin dumanlarından
meydana gelmiş bulutlar, baştanbaşa etrafı sarmış, korkunç
şekiller alıyordu. Gemi, kıskaçlarını ona göre uzatan miller
uzunluğunda yengeçlere, kimi de yuvarlanan dağlara, ateş
saçan ejderhalara benziyordu. Hükümdar yarı ölü bir halde
uzanmış yatıyordu. Nihayet gemi bir ormana düştü, ağaçların
sık dalları arasında asılıp kaldı.
"Tanrıyı yenmek istiyorum diyordu hükümdar, ant içtim
bunun için, iradem yerini bulmalıdır!" Yedi yıl durmadan suni
uçma makineleri yaptırdı, en sert çeliklerden şimşekler
çıkarttı. Çünkü göğün kalelerini yıkmak istiyordu. Hükmü
altındaki bütün memleketlerden büyük ordular toplamıştı.
Askerleri yan yana sıraya dizildikleri zaman millerce süren
bir halka meydana geliyordu. Bunlar yapma makinelere
bindiler, hükümdar da onlara doğru yürüdü. Tam bu sırada
Tanrı bir sivrisinek sürüsü, yalnız bir tek, küçücük bir
sivrisinek sürüsü gönderdi. Bunlar hükümdarın etrafını
sardılar, yüzünü, ellerini sokmaya başladılar. Hükümdar
öfkeyle kılıcını çekti, ama yalnız havaya vuruyor,
sivrisineklere rastlayamıyordu. Bunun üzerine kıymetli halılar
getirterek kendini onların içine sardırdı. Artık hiçbir
sivrisinek iğnesi bu halıları delip onu sokamıyordu. Yalnız bir
tek sivrisinek, halının iç yüzünde kalmıştı. O da hükümdarın
kulağı içine girerek sokmaya başladı. Şimdi burası ateş gibi
yanıyor, zehri hükümdarın ta beynine kadar çıkıyordu. O
zaman hükümdar üstündeki halıları fırlatıp attı. Elbiselerini
yırtarak kaba, yabani askerlerinin önünde dans etmeye
başladı. Onlar da şimdi Tanrı ülkesini fethetmek isterken
küçücük bir sivrisineğe yenilen hükümdarlarıyla alay
ediyorlardı.
 

Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız

Editörün Son Yazıları

probiyotik

Çile

probiyotik

Yattığım Kaya

probiyotik

Kaldırımlar

probiyotik

Islak Gül

Editörlerin Son Yazıları

kaptanfilozof06

Hindistan'da İlginç Olay

probiyotik

Çile

bubble30

İÇİNDEKİ CEVHERİ KORUYANLAR

Nielawore

"HALİME TERCÜMANDIM"

Bizden haberdar olmak için mail listemize kayıt olun