Ekim 18, 2024

Andersen Masalları (ON İKİDE GELEN POSTA İLE)

Havalar müthiş soğuk gidiyordu. Gökyüzü, yıldızlarla pırıl
pırıl, hiçbir esinti sessizliği bozmuyor. Birdenbire güm diye
toprak bir kap çarptılar kapıya. Yılbaşı gecesiydi. Yeni yılı
top atarak kutluyorlardı. Çan da şimdi tam on ikiyi
vuruyordu.
Tattarata! İşte posta geliyor, büyük posta arabası şehrin
kapısında durmuş, on iki yolcu getirmiş.... Bütün yerler
doluydu, daha fazlasını alamazdı.
Yılbaşını kutlayan evlerden Hurra! Hurra! diye bağırıştılar.
Halk, tam o sırada ellerinde dolu kadehlerle ayağa kalkmış,
yeni yılı şa! şa! sesleriyle selâmlıyordu.
"Yeni yıl için sağlık, hoşnutluk, diye bağırıştılar, sevimli
bir hanım, bir çuval dolusu altın, bütün sıkıntıların sonu."
diyorlardı.
Evet, temenni edilen bunlardı. Kadehlerini de bunları
dileyerek tokuşturuyorlardı. Posta arabası içinde on iki kişi,
on iki yabancı konukla şehrin kapısı önünde duruyordu.
Bunlar ne biçim insanlardı? Yanlarında pasaportları,
bavullarıyla senin için, benim için, şehirdeki bütün insanlar
için getirdikleri hediyelerle gelmişlerdi. Bu yabancılar kimdi?
Ne istiyor, ne getirmişlerdi?
Şehir kapısındaki nöbetçiye: "Gün aydın." dediler.
"Gün aydın" diye cevap verdi nöbetçi. Çünkü çan on ikiyi
vurmuştu.
Arabanın kapısından çıkan ilk yolcuya: "Adınız,
mesleğiniz?" diye soruyordu.
Adam: "Pasaporta bak yetişir, diye cevap verdi, ben benim.
Gerçekten ayı postundan bir kürke bürünmüş, ayağında
kürklü çizmeleriyle bütün bir adamdı bu. Birçoklarının
ümitlerini bağladığı adamım ben, diyordu, yarın sabah
gelirsen bir yılbaşı hediyesi de alırsın benden. Ben kuruşlarla,
talerlerle oynarım, hediyeler dağıtırım, balolar veririm. Tam
otuz bir balo, ondan da fazla gece toplantıları vereceğim.
Kemiklerim buzlar içinde donup kaldı, ama yazıhanem
sımsıcaktır. Ben büyük tüccarım, sıcak aralık ayı derler bana.
Yanımda hesap listelerinden başka bir şey bulunmaz."
Arkasından ikinci yolcu çıktı. Soytarının biriydi bu,
komediler, maskeli balolar, akla gelecek gelmeyecek her türlü
eğlenceler tertiplerdi. Bütün eşyası büyük bir fıçıdan ibaretti.
"Bu fıçı bize perhiz yortusu gecesi çok eğlence malzemesi
sağlayacak. Kendim de eğleneceğim, başkalarını da
eğlendireceğim. Çünkü bütün aile içinde ömrü en kısa olanı
benim. Ancak yirmi sekiz yaşına kadar yaşayacağım. Belki
buna bir gün daha eklerler, ama bu da fazlasıdır. Hurra!"
Nöbetçi: "Böyle yüksek sesle bağırmaya izin yoktur
burada." dedi.
"Bağırabilirim pekâlâ, diye cevap verdi adam. Ben
karnaval prensiyim. Şubat adı altında seyahat ediyorum."
Şimdi sıra üçüncü yolcuya gelmişti. Açlık insan kılığına
girse bu adam olur, ama gene de başını yükseklerde
tutuyordu. Çünkü "Kırk şövalye" ile akrabalığı varmış. Ayrıca
da hava kâhini imiş, bir barometre gibi havayı haber verirmiş.
Şüphesiz pek yağlı bir meslek değil bu, onun için herkese
perhiz tavsiye ediyordu. Bütün malı mülkü de yakasına taktığı
bir menekşe demetinden ibaret.
Dördüncü gelen: "Mart! marş! diye bağırarak önden giden
üçüncü yolcuyu itti." Mart! marş! doğru nöbetçi odasına!"
diyordu. "Punç var orada, kokusunu aldım ben." Hâlbuki
doğru söylemiyordu. Onu Marta değil Nisan'a yollamak
istiyordu. Genç bir delikanlı olan dördüncü yolcu da içeriye
böyle girdi. İlk bakışta herkes hoşlanabilirdi ondan, buna
rağmen pek iş güç sahibi değildi, daha çok tatillerle geçerdi
günü. "Benim zevkim bir aşağı, bir yukarı yürümektir."
diyordu, yağmur olsun, güneş açsın durmadan ev boşaltmak,
ev boşaltmak. Ben taşınma komiseriyim, ölüm kadar acıyım,
hem gülerim, hem ağlarım, Yazlıklarım bavulumda duruyor.
Onları giymek büyük bir delilik olurdu şüphesiz. İşte bu
kılıkla karşınızdayım. Gösteriş yapmak için de terlikle,
çorapla yürüyorum."
Şimdi arabadan bir bayan iniyordu.
"Froylayn Mayıs, diye tanıttı kendini. Ama tuhaf şey,
yazlık elbiseler giydiği halde ayağında lastikler vardı. Çimen
yeşili ipek bir buluz geçirmişti sırtına, saçlarını gelinciklerle
süslemiş. Aynı zamanda etrafa öyle kuvvetli bir inci çiçeği
kokusu yayıyordu ki, nöbetçi hapşırmak zorunda kaldı.
"Ömrünüz çok olsun" dedi, dostça bir selâmla içeri girdi. Hoş
bir kızdı bu, aynı zamanda şırfıntıydı da. Ama tiyatrolarda
değil ormanda şarkı söyleyenlerden. Çadır altında da
oturamazdı, hayır, yeşil, taze ormanlar içinde dolaşır, kendi
keyfi için şarkı söylerdi. Dikiş kutucuğunun içinde Christian
Winther'in "tahta oyunları" ile "Richard'ın küçük şiirleri"
vardı. Birincisi bir kayın ormanı gibi, ikincisi küçük inci
çiçekleri gibi birer kitap.
"Şimdi sıra kadında, genç kadında" diye bağırıştılar
arabadan, arkasından genç kibar aynı zamanda kibirli, güzel
bir kadın arabadan indi. "Yedi evliyalar" bayramını kutlamak
için yaratılmış olduğu ilk bakışta anlaşılıyordu. Bu bayan
herkesin çeşitli yemeklerden yiyebilmesine vakit yetsin diye
yılın en uzun gününde mükellef ziyafetler tertiplerdi. Kendine
ait bir arabada gezebilecek kadar da varlıklıydı. Ama kibirli
olmadığını herkese göstermek için başkalarıyla birlikte posta
arabasına binmiş. Gene de yalnız seyahat etmiyor, küçük
kardeşi Jülius da ona arkadaşlık ediyordu.
Bu zat şişmandı. Yazlık elbiseler giyinmiş, başında da bir
panama şapkası vardı. Eşyası pek azdı. Çünkü sıcakta eşya
taşıması güç. Yanına yalnız bir bornozla bir mayo almış,
bunlar da çok değildi.
Nihayet toptan yemiş satıcısı bir ana, bayan Ağustos
göründü. Canlı balık beslemeye yarayan birçok livarların
sahibiydi, at kılından örülmüş kumaşlar giyen köylü bir
kadındı bu. Şişmandı, sıcaktı. Herkesin evine girer çıkar, kimi
zaman da bira fıçılarıyla pazar yerlerindeki satıcılara giderdi.
"İnsan ekmeğini alnının teriyle kazanmalı" derdi. En sevdiği
ata sözü bu. "İncil’de bile yazılıdır, derdi. Bunun arkasından
orman bayramı kutlanır, mükellef bir güz ziyafeti verilir."
Ana buydu.
Şimdi bir adam daha ortaya çıkmıştı. Kendi mesleğinin
ressamı, renklerin üstadı olduğunu bütün ormanlar duymuştu.
Bir kere istemeye görsün, yapraklar bile renklerini
değiştirmek zorunda kalırdı. Ama bu da onların zararına
olmaz. O gelince çok geçmeden orman sarı, kırmızı, esmer bir
manzara alır. Üstat bir kör gibi ıslık çalar, çevik bir işçi gibi
çalışır, bira testisinin boynuna da yeşil esmer şerbetçi otu
hevenkleri sarar. Testiyi süslerdi bu otlar. Ressam
süslemekten anlardı. Şimdi boya kapları ile görünen o idi.
Bütün seyahat eşyası da bu kaplardan ibaret.
Onun arkasından bir çiftlik sahibi geldi. Harman
zamanında tarlayı sürüp ekmekten başka bir şey düşünmeyen
ufak tefek, avcılıktan da hoşlanan bir adamdı bu. Köpeği ile
tüfeği yanındaydı. Çantasının içi de ceviz dolu; yürürken
knak-knik diye sesler çıkarıyordu. Yanında akıl almayacak
kadar fazla eşya, bunlar arasında bir de İngiliz pulluğu vardı.
Yalnız tarihe ait şeylerden bahsediyordu. Ama onun ardından
gelen zatın durmadan devam eden öksürüklerini, solumalarını
anlamaya imkân yok, bu gelen Kasımdı.
Nezle olmuştu; öyle müthiş nezleydi ki mendil yerine yatak
çarşafı kullansa daha iyi eder. Gene de hizmetçi kızlarının
elinden geçmesi gerektiğini söylüyordu. Ama bir kere odun
kesmeye başlasa soğuk algınlığı geçip gidecekti. Bunu
yapmak istiyordu şimdi. Çünkü kendisi meslekten hızarcı idi.
Gecelerini kayak yapmakla geçiriyordu. Çünkü birkaç hafta
sonra herkesin bu sevinç veren ayak gerecini hırsla
isteyeceğini biliyordu.
Şimdi sonuncu olarak elinde mangal, ihtiyar bir nine sökün
etti. Üşüyordu, gözleri gene de iki aydın yıldız gibi pırıl pırıl.
Elinde bir çiçek saksısı, içinde küçücük bir çam fidanı vardı.
"Bu fidana bakacağım, diyordu. Noel gecesine kadar
büyümesini bekleyeceğim. Yerden tavana kadar gelişecek.
Üstü ışıklarla, yaldızlı elmalar, cevizler, başka süslerle
süslenecek, pırıl pırıl göz alacak. O zamana kadar bakacağım
ben ona. Mangal insanı çini soba gibi ısıtır. Cebimden masal
kitabını çıkarır, çocuklara okurum. Ben okudukça onlar
sakinleşir, ama Noel ağacının üstündeki bebekler canlanır.
Hele ağacın tepesinde duran balmumu melek, yaldızlı
kanatlarını çırpmaya başlar, ağacın yeşil tepesinden aşağı
uçar, odada büyük küçük kim varsa hepsini öper. Dışarıda
durup Bethelem göklerinin yıldızlarından söz açan, Noel
şarkısı söyleyen fakir çocukları da unutmaz."
Nöbetçi şimdi: "Artık araba tekrar yoluna devam, edebilir,
dedi, on iki yer de dolu, başka bir araba çıkarın."
O gece nöbetçi olan binbaşı: "Önce on iki kişi girsin içeri"
diye emir verdi. Her seferinde yalnız bir kişi girecek,
pasaportu da bende kalacak. Her pasaportun bir aylık mühleti
var, bir ay geçince usulüne göre hepsine işaret edeceğim.
Lütfedin, buyurun içeri, Bay Ocak."
Yıl sona erince, on ikilerin sana bana. hepimize neler
getirdiğini soracağım senden. Şimdi ben biliyorum, siz
kendiniz de biliyorsunuz bunu. Çünkü içinde yaşadığımız
zaman çok acayip."

Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız

Editörün Son Yazıları

probiyotik

Islak Çeltiklere

probiyotik

Hiçsizliğe

probiyotik

Acıyor

probiyotik

Yıkık

Editörlerin Son Yazıları

kaptanfilozof06

Deprem Korkusu Arttı

probiyotik

Islak Çeltiklere

bubble30
Nielawore

"KINAR HANIMIN DENİZLERİ"

Bizden haberdar olmak için mail listemize kayıt olun