Gün doğarken kül rengi gökte iri bir yıldız, sabahın en
aydın yıldızı parıldar. Işıkları ak duvarların üstünde titrer.
Buraya anlatabileceği şeyleri, binlerce yıldan beri dönen
dünyamız üstünde şurada, burada gördüğü şeyleri yazmak
ister sanki.
Hikâyelerinden birini dinleyin:
Geçenlerde — ama onun geçenlerde dediği biz insanlar için
şüphesiz yüzyıllar öncesi demektir, — geçenlerde ışıklarım
genç bir sanatçının peşinden gidiyordu. Papanın şehrinde, bir
dünya şehrindeydik. Zamanla orada çok şeyler değişmiştir,
ama bu değişmeler insanların çocukluktan yaşlılığa doğru
geçirdikleri değişiklikler kadar hızlı olmamıştır. İmparator
sarayı bugün olduğu gibi o günlerde de harabe halindeydi.
Yere devrilen mermer sütunlar arasında yaldızlarla örtülü
duvarları, bugün de eski ihtişam günlerini hatırlatan banyo
odalarının yıkıları üstündeydi ve burada incirler, defneler
yetişiyordu. Kolosseum yıkıntı halindeydi. Kilise çanları
çalıyor, buhurdanlar tütüyor, ışıklarla parıl parıl yanan
tahtlarla din alayları caddelerden geçiyordu. Kilise kendini
kutsal bir bulut arkasında gizlemeyi biliyordu o zaman. Sanat
da kutsal, yüce sayılıyordu. Dünyanın en büyük ressamı
Raffaello Roma'da yaşıyordu, devrin en büyük heykelcisi
Michelangelo orada yaşıyordu. Papa bizzat bu iki sanatçıyı
saygı ile ağırlıyor onlara ziyaretleriyle şeref veriyordu. Sanat
takdir görüyordu o zamanlar, saygı ile ağırlanıyor,
değerlendiriliyordu.
Küçük dar bir sokağın içinde bir ev vardı. Eskiden
tapınakmış. Burada genç bir sanatçı oturuyordu Fakirdi,
tanınmamıştı. Tabii birçok genç dostları vardı onun da. Hepsi
kendi gibi sanatçıydı. Fikir, umut, düşünce bakımından
gençtiler. Onlar genç sanatçı ya istidat, çalışkanlık
bakımından yüksek olduğunu söylüyorlardı. Ama o,
dediklerine göre, kendine güven beslemeyen delilerden
biriydi. Çamurdan yaptığı bütün heykellerini mutlaka kırıyor,
yaptığından hiçbir zaman memnun olmuyor, hiçbir eserini
sonuna getiremiyordu. Hâlbuki yaptıklarının görülebilmesi,
takdir kazanması, para elde edebilmesi için eserlerini
bitirmesi lâzımdı.
"Sen hayalperestin birisin" diyorlardı dostları "Bu da
felâketin oluyor senin. Ama bunun sebebi, senin henüz
yaşamamış, hayatı tatmamış olman, hayatı büyük, sıhhatli
çizgileri içinde gereği gibi inanmamış olmandır. Bunu da
kişinin tam gençlik çağında yapması gerekir, kendisini
gençken yetiştirmeye mecburdur. Papanın ağırladığı,
dünyanın hayran olduğu büyük usta Raffaello'ya bak. Hiç
düşünmeden ekmeğe, şaraba el atıp duruyor. "Hatta ayrıca
ekmekçinin karısı güzel Fornarina'ya verecek ekmeği de var."
dedi en neşeli dostu Angelo.
Evet, hepsi, gençliklerine, akıllarına göre o kadar çok şey
söylüyorlardı ki... Dediklerine göre genç sanatçının onlarla
birlikte eğlencelere gitmesi, ölçüsüz zevklere katılması
gerekti. Hatta onların yaptığı delilikleri de birlikte yapması
gerekiyordu, denilebilir. Kimi zamanlar aynı isteği o da
duyuyordu içinde. Kanı kaynıyordu, hayali kuvvetliydi. O dâ
onlarla birlikte eğlenceli konuşmalara katılabilir, başkalarıyla
bir arada kahkahayı atabilirdi. Böyle olmakla beraber onların
"Raffaello'nun neşeli hayatı" adını verdikleri şey, büyük
ustanın tablolarından saçılan tanrısal parıltıları gördüğü
zaman, gözlerinin önüne sabah sisleri gibi iniyor, gözlerini
perdeliyordu. Vatikan'a gidip de ustanın binlerce yıl önce
mermer yığınlarından meydana getirdiği güzel şekilleri
gördüğü zaman içi kabarıyor, kalbinde çok yüksek, çok
kutsal, çok yüce, büyük ve iyi bir şey duyuyordu. Yaratmak
istiyordu; bunlara benzer mermerler yontmak istiyordu. Onu
sonsuza doğru genişleten, büyülten şeyin heykelini yapmak
arzusundaydı. Ama nasıl, hangi şekilde? Yumuşak çamur
parmakları arasında güzel biçimler alıyor, her zaman olduğu
gibi ertesi gün yarattıklarını gene kırıyordu.
Bir gün Roma'da çok sayıda bulunan zengin saraylarından
birinin önünden geçiyordu. O sırada açık duran büyük cümle
kapısının önünde durdu, harikulâde güllerle dolu bir bahçeyi
çevreleyen, freskolarla süslenmiş kemerli kapıları seyretti.
Büyük beyaz yılan yastıkları, beyaz mermerden bir havuzun
içinden özlü yeşil yapraklarını uzatıyor, üstlerinden duru su
şıpırdıyordu. Havuzun önünden genç bir kız salınarak
geçmekte. Bu muhteşem evin kızıydı bu. O kadar kibar, o
kadar ince, o kadar güzeldi ki, şimdiye kadar böyle bir kız
görmemişti ömründe hayır görmüştü. Raffaello'nun bir
tablosunda, Roma saraylarının birisindeki Psyche adıyla
resmini yaptığı bir kızdı bu. Orada resmi vardı, burada
kendisi canlı olarak yürüyordu.
Artık düşüncelerinde, kalbinde yaşıyordu bu kız. Fakir
odasına döndü, Psyche'yi çamurda şekilledi. Romalı zengin
genç kadın, o asil doğmuş kızdı bu, yaptığı bir eseri de ilk
defa memnunlukla seyrediyordu Yaptığı önemliydi onun için,
çünkü bu canlı gibi yaşayan, o kızdı. Onu gören dostları
sevinçlerinden haykırıştılar. Bu eser onun yüce sanatçı
varlığının belirişiydi. Onlar bu yüceliği daha önce takdir
etmişlerdi, şimdi de dünya takdir edecekti.
Gerçi çamur, bir esere et dolgunluğu, can verir. Ama
mermerin aklığı, dayanıklığı yoktu onda. Yarattığı Psyche'nin
bir mermer bloğunda gerçek hayata kavuşması gerekiyor. Bu
pahalı mermer de onda vardı. Anasının, babasının malı olarak
birçok yıllardan beri evin avlusunda duruyordu. Şişe kırıkları,
enginar artıkları, bir sürü çöp onu örtmüş, kirletmiş, ama içi
dağlardaki kar gibi. Psyche onun içinden yücelecekti.
Bir gün, öyle rastladı ki, parlak yıldız bu rastlayışa dair
hiçbir şey bilmez, o görmedi onu ama biz biliyoruz — evet
bir gün öyle rastladı ki, Roma'nın kibarlarından bir grup
insan, bu küçük, dar sokağa girdi. Araba biraz uzakta
durmuştu, gelenler, genç sanatçının bir tesadüfle duydukları
eserini göreceklerdi. Bu kibar ziyaretçiler kimlerdi acaba?
Zavallı delikanlı, çok bahtlı delikanlı diye anmak ta
mümkündü onu, şimdi doğrudan doğruya o gördüğü kızın
karşısında duruyordu. Babası: "Bu senin heykelin, doğrudan
doğruya senin" dediği zaman nasıl gülümsemişti. Bir
gülümsemeyi şekillemek mümkün değildir, bir bakışın, o
anda genç kızın delikanlı sanatçıyı süzerkenki harikulâde
bakışının resmini çizmek de mümkün değildir. Yücelten,
asilleştiren, parça parça eden bir bakıştı bu.
Zengin Bay: "Psyche'nin mermere geçirilmesi gerek" dedi.
Bu söz, kendinden geçen genç adam için olduğu kadar, o ölü
çamur parçası için de, mermer bloğu için de can demekti. O
prens gibi zengin kişi: "Eser bittiği zaman onu ben satın
alacağım" diyordu.
Fukaralaşan dünya şehrinde yeni bir çağ başlıyor gibiydi.
Şehirde can, neşe parıldıyor, çalışkan eller harekete
geçiyordu. Işıldayan sabah yıldızı, eserin nasıl ilerlediğini
görüyordu. Çamur bile buraya geldiği günden beri ruhlaşmış,
bilinen şekiller içinde daha yüce bir güzellikle şekillenmişti.
"Hayat ne demektir, biliyorum şimdi" diyordu genç sanatçı.
"Hayat, aşk demek, muhteşem olana yücelmek demek,
güzelle kaynaşmak, güzelde erimek demek. Dostların bana
hayat, zevk dedikleri şey, fânilikten ibaret, ekşiyen bir
hamurdan çıkan kabarcık onlar, tanrısal mihrabın şarabı değil,
hayata başlamak o değil!" Mermer kitlesi yerden ayağa
kaldırılmış, çelik kalem gövdesinden büyük büyük parçalar
koparıyor. Ölçüler alınıyor, taşın üstüne noktalar, işaretler
konuluyor, mermer yavaş yavaş genç kadının vücudunda
gizlenen Tanrı resmi gibi bir vücut, güzellik ifadesi,
Psyche'nin şeklini alıncaya kadar çalışma devam edecek. Ağır
taş uçar gibi bir hal almış, genç heykelcinin kalbinde
yankılandığı şekilde neşeli, hafif, sevimli bir Psyche, ismetli,
köksel gülümseyişi ile dans etmeye başlamıştı.
Kül rengi sabahların yıldızı gördü onu, genç sanatçının
yaratırken, Tanrının ona verdiği şeyi tekrar verirken içinde
olup biteni, yanaklarında değişen rengi, gözlerinde parlayan
şimşeği hiç şüphesiz anlıyordu. Sanatçının dostları
hayranlıkla:
"Sen eski çağlarda, eski Yunanda yaşamış ustalar gibi bir
ustasın" dediler. "Pspche'ni çok geçmeden bütün dünya
alkışlayacak."
"Benim Psyche'em" diye tekrarlıyordu kendisi de "Benim
o, evet benim olmalı o! Ben de, o göçüp gitmiş büyük ruhlar
gibi bir sanatçıyım. Tanrı bana bir ihsanda bulundu, asil
doğanlar gibi yücelere çıkardı beni."
Böyle söyleyerek dizleri üstüne düşüyor, Tanrıya karşı
duyduğu şükranı sıcak göz yaşlarıyla dile getiriyor, ama
arkasından sevgilisini, yaptığı mermer heykeli, önünde
buzdan yontulmuş gibi duran, ağaran şafakla kızıllaşmış
Psyche'nin heykelini düşününce, Tanrıyı hemen unutuyordu.
Sözleri bir musiki gibi yankılanan o kızı, gerçek hayatta,
canlı olarak, salınıp süzülürken görmesi gerekti. Mermer
Psyche'nin bittiği haberini o zengin saraya kendi götürebilirdi.
Kapıdan girdi, suyun delfinlerin ağzından mermer havuza
dökülüp şakırdadığı, yılan yastıklarının çiçeklendiği, taze
güllerin gelişip açıldığı geniş avludan geçti. Oradan büyük,
yüksek tavanlı duvarları, tavanı renk renk arma resimleriyle,
muhteşem tablolarla süslenmiş ön divanhaneye girdi.
Çıngıraklarıyla böbürlenen kızak atları gibi süslü hizmetçiler,
oraya buraya girip çıkıyorlardı. Bunlardan kimileri zengin
oymalarla süslü tahta sıralar üstüne kibirli kibirli yayılıp
yatmış, evin efendileri onlarmış gibi birtakım haller
takınmışlardı. Genç sanatçı ziyaretinin sebebini söyledi,
bunun üzerine kendisini yumuşak halılar üstünden, ayna gibi
parlayan mermer merdivenlerden geçirerek yukarı aldılar. Her
iki yanında sütunlar yükseliyordu. Kıymetli tablolarla süslü,
tabanı pırıl pırıl mozaiklerle kaplı odalardan geçti. Gördüğü
ihtişam, parıltı adamakıllı soluğunu tıkıyordu. Ama çok
geçmeden tekrar kendine geldi; yaşlı, asil bey onu tatlılıkla
neredeyse samimîlikle kabul etmişti. Birbirleriyle
konuştuktan sonra vedalaşırlarken, genç adam bir dakika için
genç Sinyora’yı görmek ricasında bulunduğunu söyledi.
Hizmetçiler kendisini yine muhteşem odalar, salonlardan
geçirerek kızın salonuna götürdüler. Bu salonun en büyük
süsü, kızın doğrudan doğruya kendisiydi.
Delikanlıya kız hitabetti. Hiçbir kilise ilahesi, hiçbir kilise
tegannisi delikanlının kalbini bu kadar yumuşatamaz, ruhunu
bu kadar yüceltemezdi! Kızın elini yakaladı, dudaklarına
bastırdı. Hiçbir gül böyle yumuşak olamaz! Ama bu gülden
bir ateş çıkıyor, bir ateş içini baştan başa yakıyordu. Sözler,
ne söylediğini bilmeden, su gibi akıyordu dudaklarından. Bir
yanardağ ağzı, kızgın lâv döktüğünü bilir mi? Ona aşkını
itiraf ediyordu. Kız hayretler içinde kalmıştı, kendini hakarete
uğramış sayıyor, yüzünde kin, sanki eli birdenbire soğuk bir
kurbağaya değmiş gibi bir ifade ile mağrur, öyle duruyordu
karşısında. Yanakları kızarmış, dudakları gittikçe
solgunlaşıyordu. Gözleri ateş saçmasına rağmen gece
karanlığı kadar karaydı.
"Çılgın! diye haykırdı kız. Defol aşağı! "Bunu söyleyerek
ona arkasını dönmüştü. O güzel yüz, yılan saçlı taşlaşmış
yüzlerin ifadesini almıştı.
Delikanlı mahvolmuş, hemen hemen bir ölü gibi caddeye
ulaştı. Uykuda dolaşanlar gibi yürüyerek döndü eve. Kederli,
çıldırmış bir halde uyandı. Çekicini yakaladı, havaya kaldırdı.
Mermer heykeli parçalamak istiyordu. Ama o bulunduğu hal
içinde dostu Angelo'nun hemen yanı başında, ayakta
durduğunu fark etmemişti. Sert bir tutuşla kolunu yakaladı
Angelo, onu durdurdu.
"Delirdin mi sen? Ne yapmak istiyorsun?"
Birbirleriyle boğuşmaya başlamışlardı. Angelo sanatçıdan
daha güçlü idi. Genç sanatçı derin derin soluyarak kendini bir
sandalyenin üstüne almıştı.
"Ne oldu? diye sordu Angelo, toparla kendini de söyle!"
Ama ne söyleyebilirdi? Ne diyebilirdi. Angelo boşuna onu
söyletmeye çalıştı.
"Durup dinlenme bilmeyen hayaller yüzünden kendini
kaybediyorsun. Sen de bizim gibi bir insan olsan a!
Durmadan idealler kurma, böyle gidersen mahvedeceksin
kendini! Şarap iç, sarhoş ol biraz, üstelik mükemmel de
uyursun o zaman. Güzel bir kız hekimlik etsin sana. Köyden
gelen bir kız da mermer sarayda yaşayanlar kadar güzeldir.
İkisi de Havva kızı onların, cennette ise birbirlerinden ayırt
edilemezler. Dostun Angelo'nun dediğini yap sen. Ben senin
koruyucu meleğinim, hayatının meleğiyim ben senin. Bir gün
gelecek ihtiyarlayacaksın, vücudun çökecek, güzel, güneşli
bir günde herkes güler eğlenirken sen solmuş, artık
büyüyemeyen ekin gibi yerde yatacaksın. Ben papazların
söylediği gibi, mezardan öte bir hayat olduğuna
inanmıyorum. Bu güzel bir hülya, çocuk masalı, böyle bir
hayal kurabilenler için hoş, insana cesaret veren bir şey. Ama
ben hayallerde değil, gerçek içinde yaşıyorum. Gel bizimle
insan ol sen de!"
Kendisiyle birlikte sürükledi onu. O anda mümkündü bu.
Genç sanatçının kanı tutuşmuştu. Ruhunda bir değişiklik
oluyor, ta içinden gelen bir baskı onu, eski diye bildiği ne
varsa, o zamana kadar nelere alışıksa hepsinden, kendi eski
ben'inden bile koparmaya çalışıyordu. Bugün onun için
Angelo'nun peşinden gitti.
Roma'nın sapa bir yerinde sanatçıların devam ettiği bir
yerde, eski bir hamamın yıkıları üstüne yapılmış bir meyhane
vardı. Pırıl pırıl, koyu yapraklar arasından iri, sarı limonlar
sarkıyor, kırmızımtırak sarı duvarların bir kısmını bunlar
örtüyordu. Meyhane bir delik gibi yıkıların içine gömülmüş,
derin bir kubbenin altındaydı. Burada Meryem resminin
önünde hiç sönmeyen bir lâmba, ocakta büyük bir ateş
yanıyordu. Burada yemek pişer, kızartmalar yapılırdı.
Dışarıda limonların, defnelerin altında hazırlanmış birkaç
masa bulunurdu.
Dostları ikisini de gülerek, neşe ile karşıladılar Az yiyip
çok içki içtiler, bu da onlara neşe veriyordu. Şarkılar söylendi,
gitar çalındı. Saltarello [Bir çeşit İtalyan dansı.] yankılanmaya
başlayınca dansa başladılar. Genç sanatçılara modellik eden
birkaç Romalı genç kız da onlarla birlikte dansa başlamış,
umumi neşeye katılmışlardı. Sanki iki şarap perisiydi bunlar.
Psyche'ye, ince güzel güllere benzemiyorlardı. Ama taze,
kuvvetli, alev saçan karanfillerdi.
O gün hava da ne kadar sıcaktı! Güneş batarken bile
sıcaklığı devam ediyordu. Kanda ateş, havada ateş, bütün
bakışlar ateş dolu, hava altınlar, güller içinde yüzüyordu.
Hayat güldü, altındı!
"Nihayet geldin bir kere, artık sen de katıldın bize.
Çevrendeki, içindeki bu akışa bırak kendini!"
"Hiçbir zaman bu kadar sıhhatli, bu kadar neşeli
hissetmedim kendimi!" diyordu genç sanatçı.. "Haklısın,
hepiniz haklısınız, bir deliydim ben, bir hayalperesttim.
Halbuki insan hayal dünyasının değil, gerçekler dünyasının
malı."
Delikanlılar şarkılar söyleyerek, gitarlar çalarak
meyhaneden çıktılar, kafile halinde sokaklara daldılar. Pırıl
pırıl yıldızlıydı gece. O alev saçan iki karanfil, iki köylü kızı
da onlarla beraberdi.
Angelo'nun odasında oraya buraya atılmış taslaklar,
devrilmiş Foglietti şişeleri, ateşli, etli canlı resimler arasına
geldikleri zaman sesler boğuklaşmış, ama ateşleri azalmış
değildi. Köylü kızlarını çeşitli vaziyetlerde gösteren kimi
resimler yere düşmüş, ama kızların kendileri bu resimlerle
kıyaslanamayacak derecede, çok daha güzeldiler. Altı kollu
şamdandan bir ışık denizi akıyor. İnsanın içinden de bir ışık
denizi kabarıp taşar, varlığında gizlenen tanrısaldan iz verir.
"Apollo, Juppiter, kendimi sizin göklerinize, sizin
ihtişamınıza yücelmiş hissediyorum! Hayat çiçeği ancak şu
anda kalbimin içinde tomurcuklanıyor gibi geliyor bana."
Evet hayat çiçeği tomurcuklanıyor, açılıyordu. Kırılmış,
yere düşmüştü. İnsanı bayıltan iğrenç bir koku saçıyordu
ortalığa, gözleri karartıyor, düşünceleri uyuşturuyor,
duyguların donanma fişeklerini söndürüyor, etrafı
karartıyordu.
Eve geldi, yatağının üstüne oturdu. Kendini toplamaya
çalıştı. Dudaklarından, kalbinin ta içinden "İğrenç!" diye bir
haykırış geliyordu. "Sefil! Defol aşağı!" Acı ile içini çekti.
"Defol aşağı!" Bu onun sözüydü. Canlı Psyche'nin bu
sözleri kalbinin içinde çınlıyor, dudaklarında çınlıyor. Başını
yastığa koydu. Düşünceleri anlaşılmaz bir hale gelmişti.
Uyuyup kaldı.
Şafakla beraber yatağından fırladı, kendini toplamaya
çalıştı. Ne olmuştu? Bütün gördükleri düş müydü? Onun
söylediği sözler, meyhaneye gidiş, o laâl kırmızısı köy
karanfilleriyle geçirdiği gece de düşten başka bir şey değil
miydi? Hayır, Hepsi gerçekti, iğrençti! Bundan önce
tanımadığı birer gerçekti.
Aydın yıldız laâl rengi gökte parıldıyor; ışığını sanatçının
üstüne, mermer Psyche'nin üstüne döküyordu. Genç sanatçı
ölümsüzlüğün heykeli önünde ürperdi. Bakışları bulanmış
gibi geldi ona. Heykelin üstüne bir bez attı. Şeklini
örtüsünden sıyırmak için elleriyle bir kere daha heykeli
yokladı. Ama eserine dokunamıyordu artık.
Sessiz, düşünceli, kendi içine çekilmiş bir halde bütün uzun
günü orada oturarak geçirdi. Dışarıda olup bitenleri işitmiyor,
hiç kimse bu insan kalbi içinde geçenleri bilmiyordu.
Günler geçti, haftalar geçti. En uzun gecelerdi bunlar.
Parıltılı yıldız, bir sabah onun rengi uçuk, ateşten sarsılmış bir
halde yatağından kalktığını, mermer heykele doğru
yürüdüğünü gördü, örtüyü çekmiş, eserini derin, düşünceli,
acılı bir bakışla süzmüş, sonra da ağırlığının altında âdeta
ezilerek, heykeli dışarıya, bahçeye taşımıştı. Bahçede harap,
suyu çekilmiş bir kuyu vardı, buna bir çukur da denilebilirdi.
Genç sanatçı Fsyche'sini bu kuyuya indirdi, üzerini toprakla
doldurdu. Bu taze mezarı da kamışlarla, ısırgan otlarıyla örttü.
Kısacık mezar nutku, bir "Defol aşağı!" dan ibaret kaldı.
Yıldız kül rengi göklerden seyretmişti olanı. Hasta
yatağında yatan, ölüm halinde, sıtmalar için de dedikleri genç
adamın ölü benzini andıran yanakları üstüne iki iri damla göz
yaşı yuvarlandı.
Manastır rahibi Ignatius hem dost, hem hekim olarak geldi,
dinin teselli sözlerini getirmiş, kilisenin insanlara verdiği
saadetten, huzurdan, insanların işlediği günahlardan,
Tanrıdaki mağrifet ve sükûndan bahsediyordu.
Bu sözler ıslak, mayalanan toprağın üstüne sıcak gün
ışıkları gibi düşüyordu. Toprak tütüyor, topraktan sis yığınları,
düşünceler, gerçekle ilgisi yok denilecek hayaller
yükseliyordu. Genç sanatçı, insan hayatını bu yüzen adalar
üstünden seyretti. Bu hayat, hatalardan, hayal kırıklığından
ibaretti, onun için de yalnız bunlardan ibaret olmuştu. Sanat
bizi kendimizi beğenmeye, bizi topraksı zevklere
sürüklemeye yarayan bir büyücüydü. Kendi kendimize karşı
riya yapıyorduk biz, dostlarımıza karşı, Tanrıya karşı da riya
yapıyorduk, içimizdeki yılan hiç ara vermeden: "Ye! diyordu
bize, yersen Tanrıya benzersin!"
Kendini ancak şimdi anlayabildiğine, gerçeğe huzura giden
yolu ancak şimdi bulduğuna inanıyordu. Aydınlık Tanrı ışığı
kilisedeydi; huzur, insan denilen ağacın ölümsüzlüğün içine
doğru gelişip yüceldiği keşiş hücrelerindeydi.
Rahip Ignatius böyle düşünüyordu. Kanaatlerinde de
sabitti. Böylece bir dünya çocuğu, kilise hadımı olmuş, genç
sanatçı dünyadan vazgeçerek manastıra girmişti.
Biraderler onu ne kadar içten, ne büyük bir sevinçle
karşıladılar. Manastıra girişi pazar merasimi ile kutlandı.
Tanrı, kilisedeki gün ışığındadır; ışıkları oradaki kutsal
resimlerden, parıltılı haçtan yayılır, öyle geliyordu ona. Şimdi
akşam saatlerin de gün batarken küçük hücresine gelerek
uzaktan eski Roma’nın, harap tapınakların, muazzam fakat
ölü Kolosseum'un göründüğü pencereyi açınca, baharın,
akasyaların çiçeklendiği, ölümsüz yeşillerin taze bir ışıkla
parıldadığını görünce, içini bir şeyin kapıp kavradığını, bu
zamana kadar hiç duymadığı kutsal bir duygu ile dolduğunu
hissediyordu. Açık, sessiz kırlar, karla örtülü mavi dağlara
kadar uzanıyor, dağlar havaya çizilmiş gibi, her şey ahenkle
birbiriyle kaynaşmış, huzuru, güzelliği soluyor hayallere
dalmış. Bunların hepsi bir düş sanki.
Evet, burada dünya bir düştü; burada saatlerce hüküm
süren düştü, düşler saatlerce sonra yeniden gelebilirdi. Ama
manastırdaki hayat yıllarca, uzun yıllar boyunca sürüp
gidecek.
İçimizden çok şeyler, kişiyi kirleten, kutsallığını yitiren çok
şeyler kaynar. Bunu bir kere itiraf edebilse. Ara sıra kalbini
baştan aşağı yakan o alevler ne biçim şeylerdi? İçinden
kötünün, istemediği kötünün kaynadığı, durmadan taşıp
kabardığı o kaynak nasıl şeydi? Vücuduna işkence ediyor,
ama kötülük gene de içinden yükseliyordu. İçinde bir yılan
gibi kolaylıkla kıvrılıp bükülen, aşk kılığına girerek vicdanına
kadar sokulan, onu teselli eden ruh nasıl bir ruhtu? Azizler
bizim için dua eder, analar bizim için dua ederler, Yesus'un
kendisi de kanını bizim için akıttı. Onun şimdi kendini Tanrı
mağrifetine terk etmesi, o mağrifetle kendini yücelmiş
duyması, birçok kimselerin üstüne yükselmiş görmesi
çocukça bir düşünce miydi? Bir hafif gençlik hayali miydi?
Çünkü dünya gururunu kendinden silkip atmış, kilisenin oğlu
olmuştu.
Yıllar geçtikten sonra bir gün Angelo geldi. Tanıdı onu.
“Olacak şey değil” diye haykırıyordu. Evet, tanıdım seni,
şimdi mesut musun bari?" Sen Tanrıya karşı günah işledin,
onun lütfunu reddettin, bu dünyadaki görevini alaya aldın.
İncil’de, emanet bırakılan tartılara dair meseli oku... Bunu
vaaz eden usta gerçekliğin kendisiydi, gerçeği getirdi. Sen ise
burada ne buldun? Ne kazandın? Kendin için yarattığın bir
düş. Hayalden başka bir şey midir bu? Bir dini birçokları gibi
sen de kendi kafana göre şekillemekten başka ne yapıyorsun?
Sanki bütün bunlar bir düş'müş bir hayalmiş, güzel
düşüncelerden ibaretmiş gibi.
"Kalk git yanımdan şeytan!" dedi keşiş, Angelo'ya da
arkasını döndü.
"Bir şeytan var, bizzat şeytanın kendisi var burada. Bugün
gördüm onu ben." diye mırıldandı.
"Bir vakitler ona parmağımı uzatmıştım, bütün kolumu
kaptı. Hayır! diye içini çekti keşiş. Kötü doğrudan doğruya
benim içimde!... kötü şu giden insanlarda! Ama o, kötünün
baskısını duymuyor, başı yukarılarda dolaşıp duruyor ortada,
kendini, hoşnut biliyor. Benim kendimi sağ duyabilmem için
dinin tesellisine başvurmam gerek. Bu yalnız bir teselliden
ibaret olsaydı keşke! Burada da, kendimi kurtardığım
dünyada olduğu gibi, her şey güzel düşüncelerden ibaret
olsaydı! Yalan hepsi, kızıllaşan akşam bulutlarındaki güzellik
gibi, uzak dağlardaki mavilik gibi yalan! Yakından bakınca
değişiyorlar, ölümsüzlük, sen büyük sonsuz, sakin
okyanuslara benziyorsun! Bizi kendine çağırıyor,
serzenişlerle dolduruyorsun içimizi. Ama sana doğru açılınca
da batıyoruz, kayboluyoruz, ölüyoruz, var olmaktan
çıkıyoruz! Yalan! defol aşağı!"
Göz yaşı dökmekten kendi içine eğilmiş, sert yatağının
üstünde oturuyor, diz çöküyordu. Ama kimin önünde?
Duvardaki taş haçın önünde mi? Hayır, bu iki büklüm
vaziyeti almasının sebebi alışkanlıktı.
Kendi içinde ne kadar derinlere bakabilirse, içi o kadar
karanlık geliyordu ona. İçerde hiçbir şey yoktu, dışarıda da
hiçbir şey yoktu. Şu boşuna harcadığı ömür, düşüncelerinin
meydana getirdiği kar topu, yuvarlanıyor, büyüyor, onu
eziyor, yok ediyordu.
"İçimi kemiren kurt hakkında güvenip kimseye bir şey
söyleyemem. Sırlarım benim tutsağımdır, onu elimden
kaçırırsam ben onun tutsağı olurum."
İçinde Tanrı gayreti acı çekiyor, onunla tartışıyordu.
Umutsuzluk içinde: "Tanrım! diye haykırdı, acı bana! İman
ver bana! Senin lütfunu, bu dünyadaki vazifemi teptim ben.
Bunun için gereken güç yoktu bende, sen bu gücü bana
vermedin. Ölümsüzlük, kalbimdeki Psyche — defol aşağı —
hayatımın en güzel, an aydınlık noktası ile Psyche ile birlikte.
hepsi gömülsün toprağa! O da gömülsün, mezarından bir daha
ayağa kalkmasın!"
Kül rengi gökteki yıldız, ruhlar yaşarken, ışık saçarken bir
gün mutlaka sönüp göçecek olan o yıldız, yine parıldıyordu.
Titrek ışıkları ak duvarların üstüne düştü. Ama Tanrıdaki
ihtişamdan, mağfiretten, insanların kalbinde yankılanan
aşktan tek kelime yazmadı duvara.
"Şurada, içteki Psyche, hiçbir zaman ölmez! Bilinçte mi
yaşar? Kavranılmayan, gerçekleşebilir mi? Evet bendeki ben
kavranılmıyor. Ey Tanrı! Sen de kavranılmazsın! Yarattığın
bütün âlem kavranılmaz! Kuvvetten, ihtişamdan, aşktan
yaratılmış bir mucize o!"
Gözleri parıldıyor, gözleri doluyordu. Kilise çanlarının
yankısı, onun, o ölünün üstünde son ses oldu. Toprağa
bıraktılar onu, Kudüs’ten getirilip sofu ölülerinin toprağıyla
karıştırılan toprağa.
Yıllardan sonra kemiklerini, kendinden önce ölen keşişlerin
kemikleri gibi topraktan çıkardılar, kemerli, kukuletalı bir
papaz harmanisiyle örttüler, eline bir gül demeti vererek içine
insan kemikleri konan, manastır mahzenlerinde bulunanlara
benzeyen bir hücrenin içine koydular. Dışarıda güneş açmış,
içerde günlük kokuları var. Ayin ilâhileri okuyorlar.
Yıllar geçti.
Kemikler dağılmış, birbirine karışmış. Kafataslarını birbiri
üzerine dizdiler. Kilisenin bütün iç duvarını onlarla kapladılar.
Onunki de yakıcı gün ışığının altındaydı. O kadar, o kadar ölü
vardı ki burada, kimse onların adlarını bilmiyordu. Onunkini
de bilmiyorlardı. Ama bak, gün ışığının altında, iki göz
çukurunun içinde canlı bir şey kımıldıyor. Bu neydi acaba?
Boş kafatasının içinde bir kertenkele dolaşıyor, büyük, boş
göz deliklerinin içinde, içeriye, dışarıya girip çıkıyordu.
Demek ki bir zamanlar yüce yüce düşünceler, aydınlık, pırıl
pırıl düşler, sanata, en güzele karşı duyulan aşkla dolu olan bu
başta hayat vardı şimdi. Sıcak gözyaşlarıyla kabaran
gözlerinin içinde, ölümsüzlüğün umudu yaşayan bu başta bir
hayat vardı. Kertenkele koştu, kayboldu. Kafatası çürüdü,
toprakla toprak oldu.
Yüzyıllar geçmişti. Gökteki aydın yıldız hiç değişmemiş
parıldıyor, bin yıllardır olduğu gibi, iri, parlak. Gökyüzü kül
rengi parıltılar içinde, güller gibi taze, kan gibi ateş rengi.
Bir zamanlar eski bir tapınağın yıkıları bulunan küçük, dar
bir sokakta, şimdi bir rahibeler manastırı yükseliyor. Bu
manastırın bahçesinde bir mezar kazmışlar, genç bir rahibe
ölmüş, sabah saatinde onu defnedecekler. Bel bir taşa
rastlıyor. Göz kamaştıran bir beyazlık fışkırıyor topraktan, ak
mermer görünüyor, bir omuz şeklinde yuvarlaklaşıyor,
gittikçe daha çok meydana çıkıyor. Beli daha dikkatli
vurdular, bir kadın başı göründü. İşte kelebek kanatları! Genç
rahibenin gömülmesi gereken mezardan, o gül rengi, kırmızı,
alev alev tüten sabahta, mermerden yontulmuş güzel bir
Psyche heykeli çıkardılar. "Ne kadar güzel! ne kadar
kusursuz! En güzel çağlardan kalma bir sanat eseri!" Acaba
ustası kimdi? Kimse bilmiyordu bunu. Binlerce yıldan beri
parıldayan aydın yıldızdan başka kimse bilmiyordu bunu.
Yıldız onun bu dünyadaki hayatını, çekilerini, sanatını,
ondaki beşeri olanı biliyordu. Ama beşeri olan ölmüştü. Uçup
gitmişti. Toz gibi, toz nasıl uçmaya mecbursa öyle uçmuştu.
Ama onun en büyük gayretinin başarısı, onda tanrısal olan
şeyin, Psyche'nin yaratabileceği en güzel şeyin, o hiçbir
zaman ölmeyen, adı kendinden sonra yaşayan Psyche'nin
doğrudan doğruya kendisi buradaydı. Görmüşler, takdir
etmişler, hayran olmuşlardı ona. Sevmişlerdi onu.
Kül rengi gökteki aydın yıldız pırıl pırıl ışıklarını Psyche'in
üstüne yolladı. Oradakilerin dudaklarını çevreleyen
gülümseyişi, ona hayran olanların bir mermer kütlesinden
ruhun yontuluşunu seyredenlerin gözlerini ışıklarla aydınlattı.
Topraksı olan çürümüş, unutulacak, bunu yalnız o
sonsuzluktaki yıldız biliyor. Göklerden gelense ardından
bıraktığı ünde parıldar. Bu ün de sönerse Psyche o zaman
gene yaşar.
[Psyche, eski Yunancada soluk manasına gelir; vücudun
solukla canlandığına inanıldığı için eski Yunan felsefesinde
ruh karşılığı olarak kullanılırdı. Eski Yunan halk inanışında
Psyche ayrıca kelebek şeklinde küçük, kanatlı insan
figürlerine verilen addır.]
Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız