RÜZGÂRIN WALDEMAR DOE İLE KIZLARI HAKKINDA ANLATTIKLARI
Rüzgâr üstünden estiği zaman çayırın yüzü durgun bir su
gibi kırışır. Ama başaklar üstünden esince, açık deniz gibi
dalgalanır başaklar. Bu da rüzgârın dansıdır. Ama dinleyin
anlattıklarını: her şeyi yüksek sesle şakır o, ormanda ağaçlar
içinden esince çıkardığı sesler, duvarlardaki çatlaklar,
yarıklarla ses deliklerinden esince çıkardıklarından başkadır.
Rüzgâr gökteki bulutları nasıl kovalıyor, görüyor musun?
Bulut değil koyun sürüleri sanki hepsi. Yeryüzünde,
kapılardan içeriye doğru nasıl haykırıyor? Sanki rüzgâr değil
kolcu, elindeki boruyu öttürüp duruyor. Bacadan içeriye
ocağa doğru da ıslık çalarak o kadar hoş esiyor ki. Ateş daha
neşeli alevleniyor o zaman, daha çok çatırdıyor, odanın içini
aydınlatıp ısıtıyor, keyiflendiriyor. İnsan da zevkle oturup onu
dinlemek istiyor o eserken. Onun için bırak anlatsın rüzgâr. O
bizim hepimizden fazla masal, hikâye bilir. Dinle bak. "Vuu
git oraya!" diye anlatıyor hikâyesini. Söylediği şarkının
nakaratı budur.
***
Şöyle anlatıyor rüzgâr: "Baltık denizinin batısında Belt
denilen büyük boğazda, eski, kırmızı duvarlı bir şato vardır.
Ben bu şatonun her taşını tanırım. Daha Marst Sting sarayına
katılmadan önce görmüştüm onu. Sahibi aşağı doğru inerken
taşlar yukarı doğru yükseliyor, yeni duvarlarla bugün hala
orada Borreby şatosu diye anılan yeni bir şato meydana
getiriyordu.
Ben bu şatoda oturan, yüksek asiller sınıfından kadınlar,
erkekler tanıdım, nesillerin değiştiğini gördüm. Şimdi size
Waldemar Doe ile kızlarından bahsedeceğim.
Bu zat kral soyundandı. Mağrur, başı yükseklerde, ortalıkta
dolaşır dururdu. Bir geyikten daha iyi koşar, şarap testilerini
boşaltmayı çok iyi bilir, bu maharetlerini hemen ispat
edebileceğini kendi de söylerdi.
Karısı sırma işlemeli elbiseler giyinir, pırıl pırıl yanan
parkeler üstünde başı yukarda yürürdü. Duvarlar süslü
kâğıtlarla kaplanmıştı. Etrafta kıymetli oyma işi, pahalı
eşyalar doluydu. Kadın bu eve gelin gelirken altın, gümüş
takımları getirmişti. Mahzende alman birası bulunur, ahırda
ateşli, yağız atlar dururdu. Borreby şatosunda her tarafta
büyük bir zenginlik göze çarpardı.
Çocuklar da vardı bu şatoda: Bunlar İda, Johanna ve Anna
Dorothea adında üç güzel kızdı. Üçünün de adlarını çok iyi
hatırlıyorum.
Zengin insanlardı, kibar insanlardı, varlık, zenginlik içinde
doğup büyümüşlerdi. Rüzgâr bunları söyleyerek: "Vuu, git
oraya!" diye şakıdı. Sonra tekrar anlatmaya başladı:
"Burada sayın bayan, öteki eski şatolarda olduğu gibi
divanhanede oturarak hizmetçi kızlarla iplik eğirmez, lavta
çalarak şarkı söylerdi. Burada hayat, cemiyet hayatı vardı.
Şatoya yakından, uzaktan kibar yabancılar gelir, içerden
musiki sesleri, kadeh sesleri duyulurdu. Ben onları gürültümle
bastıramazdım. Bu şatoda süs, ihtişam, kuvvet ve gurur
hâkimdi. Ama Tanrı değil."
"Güzel bir mayıs günü, tam akşam olmuştu, diye anlattı
rüzgâr, Batıdan geliyordum. Jütland'ın batı kıyılarında
gemileri parçalamış, enkaz haline getirmiştim. Kırlardan,
orman yeşili kıyılar üstünden Fümen'e doğru esmiştim. Şimdi
de soluk soluğa Belt üzerinden geliyordum.
Oraya gelince, muhteşem meşelerle dolu ormanı hâlâ
yerinde duran Borreby şatosunun yanındaki Seeland
kıyılarına uzandım. Dinlenmek istiyordum.
O sırada civardan birtakım oğlan çocukları geldi,
bulabildikleri en iri, en kuru dallarla çalıları toplayarak köye
gittiler. Onları meydana yığdıktan sonra ateşlediler. Sonra kız
oğlan bir arada şarkı söyleyerek ateşin etrafında dans etmeye
başladılar.
"Ben sessiz yatıyordum, diye devam etti rüzgâr, ama en
güzel oğlan çocuklarından birinin ateşe attığı dalın üstüne
hafifçe üflemeye başlamıştım. Dal alevlendi, öteki dalların
hepsinden daha hızlı yanmaya başladı. Delikanlı ötekiler
arasından seçildi. Böylece o eğlenceye kral oldu. Kendisine
de kızlar arasından bir kraliçe seçti. O akşamki sevinç, neşe
Borreby şatosundakinden çok üstündü."
***
Bir sayın bayan, üç eşsiz çiçeğe benzeyen, üç eşsiz çiçek
kadar hoş, ince, Gül, Zambak ve soluk benizli Sümbül adlı
kızlarıyla birlikte altı at koşulmuş altın arabasına binmiş,
şatoya doğru geliyordu. Annenin kendisi de muhteşem bir
lâleydi. Ama o geçerken oyuna dalıp durmadan eğilip kalkan,
yere doğru baş eğen kalabalıktan hiç kimse sayın bayanı
selâmlamadı. Sanki selâmlarlarsa onu kırıp
parçalayacaklarından korkuyorlardı.
Evet, Gül, Zambak ve soluk benizli Sümbül... Bu üç güzeli
de görmüştüm ben. Bir gün kimlere kraliçe olacaklar diye
düşünüyordum kendi kendime. Her biri kendine bir
asilzadeyi, belki de bir prensi koca seçecekti.
Vu-u-u! git oraya! git oraya!
Araba içindekilerle birlikte ilerledi, köylüler de danslarında
ilerlediler.
Ama ben gece olup da yattığım yerden kalkınca, çok sayın
bayan da bir daha kalkmamak üzere yatıyordu. Onun da
başına herkesin başına gelen geldi. Hiç yeni bir şey değildir
bu.
Waldemar Doe ciddî, düşünceli, bir an ayakta kaldı.
İçinden bir ses "Ağaçların en gururlusu eğilebilir ama asla
kırılmaz." diyordu. Kızlar ağlaşıyor, bütün şato halkı
gözyaşlarını siliyordu. Buna rağmen Bayan Doe göçmüştü.
Ben de onun gibi göçüme devam ettim: Vu-u-u! diye
sesleniyordu rüzgâr.
Fümen üzerinden, Belt'in sularını geçerek buraya tekrar,
tekrar geldim, muhteşem meşe ormanının yanındaki Borreby
şatosuna çok uzak olmayan deniz kıyısında dinlendim. Balık
tutan kartallar, ormanda yaşayan yabani güvercinler, karalı,
mavili alacakargalar, hatta kara leylekler bile bu ormanda
yuva tutmuşlardı. Mevsimlerden de ilkbahardı o sıra.
Kuşlardan bazıları yumurtlamış, bazıları ise yavru çıkarmıştı
bile. Nasıl uçuşuyor, bağrışıyorlardı. Ormandan arka arkaya
balta sesleri geliyordu. Bütün ağaçları keseceklerdi. Çünkü
Waldemar Doe kıymetli bir gemi yaptırmak istiyordu. Üç
güverteli bir savaş gemisi olacaktı bu, belki de onu kral satın
alacaktı. Denizcilere işaret vazifesi gören, kuşları barındıran
bu ormanı, şimdi onun için kesiyorlardı. Yuvası bozulan bir
doğan korku içinde etrafta uçuyor, balık avlayan kartallarla
bütün orman kuşları vatanlarını bırakmak zorunda kalmışlar,
nereye gideceklerini bilmeden uçuşuyor, korkularından,
öfkelerinden bağrışıyorlardı. Ben onların hem yaslarını, hem
söylediklerini anlıyordum. Kargalar, alakargalar yüksek sesle
alaylı alaylı: "Haydi yuvadan dışarı! Haydi, yuvadan dışarı!
dışarıya! dışarıya!" diye bağrışıyorlardı.
Waldemar Doe, üç kızıyla birlikte ormanın ortasındaki işçi
kafilesinin yanında duruyor, hepsi kuşların çıkardığı korku
çığlıklarına gülüyorlardı. Yalnız en küçük kızı Anna
Dorothea, içinden kuşlara acıyordu. Bir ara işçiler kuru dalları
üstünde içinde yavruların merakla bakıştıkları bir kara leylek
yuvası bulunan yarı kurumuş bir ağacı devirmek istediler. O
zaman Anna Dorothea gözlerinde yaşlarla bu yavrulara
kıymamaları için yalvardı. Onun için de üstünde kara leyleğin
yuvası bulunan ağacı kesmediler. Tabii bu ehemmiyetsiz bir
şeydi onlar için.
Ağaçlar devrildi, bıçkılar işledi ve üç güverteli gemi
yapıldı, bitti. Mimar, fakir bir kulübede doğmuş bir adamdı,
ama asil yaradılışlı bir insandı ve asil insanlara mahsus
halleriyle beliriyordu. Keskin zekâsı, anlayışı alnından,
gözlerinden okunuyordu.
Waldemar Doe onun anlattıklarını dinlemekten hoşlanırdı.
On beş yaşındaki en büyük kızı İda da öyleydi. Mimar,
babasına ısmarladığı gemiyi yaparken kendi kendine hayaller
kurar, küçük İda ile kendini karı koca olmuş görürdü. Eğer
kurduğu bu hayal taştan olsa, hendek, set, bahçeler,
ormanlarla çevrili olsaydı, bu istediği gerçek olabilirdi de.
Ama bütün zekâsına rağmen fukaranın birisiydi mimar, bir
turna alayı içinde serçenin ne yeri olabilir ki?... Vu-u-u! Ben
uçtum o da uçtu. Çünkü orada kalamazdı. Küçük İda kendi
kendini teselli etmek zorunda kaldı.
***
Ahırda hayran olunmaya lâyık, herkesin hayran olduğu
yağız atlar kişniyordu. Kral bizzat, yapılan gemiyi görmüş ve
satış için gereken pazarlığı yapması için oraya amiralini
göndermişti. Amiral ahırdaki ateşli atları görmüş, yüksek
sesle hayranlığını belirtiyordu. Ben bütün söylediklerini gayet
iyi duydum, diye anlatıyordu rüzgâr, çünkü kapı açılınca
onunla birlikte arkasından gitmiştim. Ot saplarını, altın
ipliklerini ayaklarının önüne serpiştirdim. Altındı Waldemar
Doe'nin istediği, amiral de yağız atları istiyordu. Onları bu
kadar övmesinin sebebi bu idi. Ama durum anlaşılamadı bir
türlü, gemi de bu yüzden satın alınmadı. Şimdi hiçbir zaman
suya indirilemeyen bir Nuh gemisi gibi baştan başa kalaslarla
örtülü, deniz kıyısında öylece duruyor... Vu-u-u! git oraya! git
oraya! Ağlanacak bir haldi bu.
***
Kışın, kırları bir kar örtüsü kaplayıp da denizden
sürüklenerek gelen buzlar Belt'i doldurunca, diye devam
ederdi rüzgâr, ben de onları kıyılara doğru iterdim. O zaman
biri ötekinden daha kara olan kargalarla turnalar sürü sürü
gelir, deniz kıyısında, içinde kimse bulunmayan o yalnız, ölü
geminin üstüne konar, çığlık çığlık bağrışır, bir zaman
ağaçlarında harap olmuş o kadar güzel yuvalar bulunan
ormanın yok edilmesinden, yersiz, yurtsuz kalan
ihtiyarlardan, yavrularından şikâyet ederlerdi. Bütün bunların
hepsi, şu hiçbir zaman denizlere açılmayacak olan eski,
hurda, mağrur gemi yüzünden olmuştu.
Karların içine doğru esiyordum, O zaman kar yığınları
etrafa neşeyle savruluyor, girdaplar yapıyor, üst üste yığılarak
tepeler meydana getiriyordu. Ben onlara sesimi işittirirdim,
fırtınanın ne demek olduğunu anlarlardı. Onların tecrübe
sahibi olmalarında benim de bir payım olduğunu pekâlâ
söyleyebilirim. Vu-u-u! Git oraya!
Kış da oraya gitti. Yalnız kış değil yaz da oraya gitti, hâlâ
da gidiyorlar, her zaman. Benim gittiğim gibi, karın gittiği
gibi, elma çiçeklerinin döküldüğü, yaprakların yere serpildiği
gibi gidiyorlar. Git oraya! Git oraya! İnsanların gittiği yer de
orasıdır.
Ama kızlar henüz giyinmedi. Küçük İda bir gül gibi, gemi
mimarının onu gördüğü günlerde olduğu kadar güzeldi. Çoğu
düşünceli düşünceli bahçedeki elma ağacının altında durur,
ben de elma çiçeklerini hiç farkına varmadan onun başı
üstüne dökerken uzun, kumral saçlarıyla oynardım. O zaman
gözlerini bahçenin koyu yapraklı çalılarıyla ağaçları arasında
şekillenen yuvarlak gök parçasına, kor gibi yanan güneşe
doğru çevirir, bakardı.
Kız kardeşi Johanna, mağrur, pırıl pırıl bir zambağa
benzerdi. Daima başı yükseklerde dolaşır, o da anası gibiydi,
kendisine dostça verilen bir selâma dizlerini bükmekten
korktuğu için karşılık vermekten çekinirdi. Ara sıra ecdadının
resimleri asılı duran salona gitmeyi severdi. Bu resimlerdeki
kadınlar, ipekler, sırmalar içindeydi. Örülmüş saçları üzerinde
bol inci ile işlenmiş şapkalar vardı. Güzel kadınlardı bunlar.
Kocaları zırhlar içinde yahut da içleri sincap kürkleri ile kaplı
kıymetli paltolar giyerler, yakalarına da mavimtırak, kırmalı
kadın yakaları takarlardı. Kılıçları bellerine değil, kalçalarına
asılı dururdu. Acaba bir gün Johanna'nın resmi duvarın
neresinde olacak, asil kocası ne görünüşte bir adam olacaktı?
Evet, şimdi bunu düşünüyor, kendi kendine bunları
fısıldıyordu. Uzun salondan yukarıya çıkıp tekrar geri
dönerken duydum bütün söylediklerini.
Henüz on dört yaşında bir çocuk olan Anna Dorothea, o
soluk benizli sümbül, sakin kendi içinde yaşayan bir kızdı. İri,
mavi gözleri düşüncelerle dolu gözükse de dudaklarında bir
çocuk gülümseyişi eksik olmazdı. Ben bu gülücüğü üfleyerek
uçuramaz, uçurmak da istemezdim.
Ona bahçedeki derbentte yahut tarla sınırında kokulu otlar,
kır çiçekleri toplarken rastlardım. Babası bunları kaynatır, içer
yahut imbikten geçirdikten sonra damla olarak kullanırdı.
"Waldemar Doe mağrur, kibirli bir adamdı. Ama tecrübeli,
bilgiliydi de. Bunu hemen fark etmek kabildi. Zaten bu
konuda birçok rivayetler dolaşırdı. Yazın bile şöminesinde
ateş yaktırır, oda kapısı daima kapalı dururdu. Gece demez,
gündüz demez, hiç usanmadan laboratuarında çalışır, ama
bundan pek bahsetmezdi. Tabiatın kuvvetlerine gizlice hâkim
olmak lâzımdır, düşüncesindeydi. En yüksek sanatı, altın
yapmak sanatını çok geçmeden elde edeceğini umuyordu.
Şöminesinde bu sebepten duman eksik olmaz, odunlar
çatırdayıp, alevlenip dururdu. Evet, ben de orada bulunurdum,
diye anlattı rüzgâr, bacanın içinden bırak gitsinler, bırak
gitsinler diye şarkı söylerdim. Sonunda kalacak olan
dumandır, buhardır, küldür. Sen bunu yaparken yalnız
kendini, kendine ait olan şeyleri yakıyorsun. Vu-u-u! git
oraya! Ama o gene de düşündüklerinden vazgeçmez, onları
gitmeye bırakmazdı.
Ahırdaki muhteşem atlara gelince, onlar ne oldu acaba?
Bütün o küçüklü, büyüklü sandıklar içindeki gümüş, altın
takımları ne oldu? Tarladaki inekler, o çiftlik, o şato ne oldu
acaba? Evet, bunların hepsi o altın potası içinde eritiliyor,
durmadan eritiyor, buna rağmen yine de altın göze
gözükmüyordu.
Harmanlar yok olmuş, yemek odası bomboştu Mahzenler
boşalmış, tarlaların üstünde bir şey kalmamıştı. İnsanların
durumu ne kadar kötüleşirse fareler da o kadar çoğalır. Şatoda
bir cam kırılınca arkasından biri daha kırılıyordu. Benim
kapıdan içeri girmeme hacet yoktu artık, böyle diyordu
rüzgâr. Nerede ocak tüterse orada yemek pişer. Gerçi baca
tütüyordu orada, ama bütün öğle yemeklerini altın elde etmek
hevesi yüzünden aynı baca yutup bitiriyordu.
Borusunu üfleyen bir bekçi gibi, şatonun cümle kapısından
içeri estim. Ama ortalıkta hiçbir bekçi yoktu, böyle diyordu
rüzgâr. Çatının üstündeki rüzgâr yönünü gösteren horozu
çevirdim, kulede bekçinin horuldaması gibi bir ses çıkardı.
Ama bekçi yoktu ortalıkta. Yalnız farelerle sıçanlar vardı.
Sofrayı kuran fakirlikti. Elbise dolabına, ekmek sepetine o
yerleşmişti. Kapılar menteşelerinden çıkmış, çatlamış,
dökülmeye başlamıştı. Durmadan içeriye girip çıkıyordum.
Böyle diyordu rüzgâr, onun için şatoda ne olup bittiğini çok
iyi biliyordum.
Adamın sakalı durmadan, külde, yasta, uykusuz gecelerde
ağarıyordu. Şakaklarındaki saçlar da öyle. Derisi buruşuyor,
sarı bir renk alıyor, gözleri altın hırsıyla, beklenen altının
hırsıyla kıvılcımlanıyordu.
Ben dumanla külü onun yüzüne, sakalına üfledim. Altın
yerine borçlar geldi. Kırık camlardan, yarıklar arasından
estim, kızların yatak odalarına kadar... Elbiseleri üzülmüş,
param parçaydı ama yine oradaydılar, çünkü hâlâ dayanmak
zorundaydılar. Çocuk beşikleri önünde ninniler
söylenmiyordu artık, o eski, muhteşem yaşayışın yerini
yoksulluk almıştı. Şatoda yüksek sesle şarkı söyleyen bir ben
kalmıştım. Böyle diyordu rüzgâr. Şatodakilerin üstlerine kar
yağması için ne gerekirse yapıyordum, kar ısıtır derler ya.
Yakacak odunları yoktu, ormanı kesmişlerdi, nereden odun
bulacaklardı şimdi? Öyle de soğuktu ki, kar yürürken ayaklar
altında gıcırdıyordu. Kuvvetlerimi, neşemi taze tutmak için
ses deliklerinden, koridorlardan, çatı tepelerinden, duvarlar
üstünden esip duruyordum. İçerde soğuğun şiddetinden asil
kızlar yataklarından çıkamıyor, babaları kürküne büzülmüş,
bir köşede yatıyordu, ne yiyecek bir lokma, ne de yakacak
vardı ortada. Bu da asillere mahsus bir hayattı. Vu-u-u! Bırak
gitsin! Ama Bay Doe bunu bir türlü anlayamıyordu.
Kıştan sonra yaz gelir diyordu, dar zamanların peşinden iyi
günler gelecektir. Ama bekletiyorlar, çok bekletiyorlar insanı.
Şimdi çiftlik rehinde, tam zamanı değil mi? Hiç şüphesiz altın
gelecek, paskalya yortusunda gelecek.
Onu, ağı içindeki bir örümceğe şöyle fısıldarken gördüm:
Küçük, çevik dokumacı seni, diyordu, sen bana dayanmayı
öğretiyorsun. Ağın parçalandığı zaman baştan başlayıp tekrar
örüyor, sonuna getiriyorsun. Bir daha mı yırtılıp ikiye ayrıldı,
haydi yeniden, daima yeni baştan işe koyuluyor, bıkmıyor,
usanmıyorsun. Yapılması gereken de bu zaten. Bu kadar
dayanabilen mutlaka mükâfatını görür.
Paskalya sabahıydı. Çanlar çalıyor, gün ışığı gökyüzünde
parıldıyordu. Uyandığı zaman ateşi vardı Bay Doe'nin, ocağın
başına geçti, kaynattı, soğuttu, karıştırdı, imbikten çekti.
Umudunu kaybetmiş bir ruh gibi soluduğunu duyuyordum.
Dua ettiğini duyuyordum, nefesini tuttuğunu fark ediyordum.
Lambası söndüğü halde o farkında değildi. Yanan kömürlere
üfledim, çıkan alevler, yüzünün kireç beyazlığını aydınlattı.
Ancak bu alevlerle bir kızıllık gösteriyordu yüzü. Gözleri ta
derinlere çökmüştü. Ama şimdi irileşmeye, âdeta
çukurlarından dışarı çıkarcasına büyümeye başlamışlardı.
Şu simyacı şişesine bak, pırıl pırıl yanıyor içi. Bu yanan
şey kor gibi, tertemiz, hem ağır. Adam titreyen elleriyle onu
yukarı kaldırıyor, titreyen bir sesle “Altın! Altın!” diye
haykırıyordu. Öyle de başı dönüyordu ki, üflesem fırıl fırıl
döndürebilirdim onu, böyle diyordu rüzgâr. Ama yalnız yanan
kömürlere üflemekle yetindim ve kızlarının odasına girerken
arkasından yürüdüm. Mintanı kül içindeydi. Karma karışık
saçlarıyla sakalından küller dökülüyordu. Vücudunu yukarıya
doğrultuyor, elinde tuttuğu kırılabilir kap içindeki hazneyi
kaldırarak, sevinçten ışıklar saçarcasına: Buldum! buldum!
altın bu! diye haykırıyordu. Güneş ışıklarıyla parıldayan
şişeyi gösterdi. Ama o anda elleri titremiş, simyacı şişesi yere
düşmüştü. Bin parça oldu şişe, talihin son köpüğü de parça
parça olmuştu: Vu-u-u! git oraya! Ben de altın yapıcının
şatosundan uzaklaşıp gittim.
Güzün sonlarına doğru, bu bölgede günlerin kısaldığı,
sislerin tül tül uçuşarak ıslak damlara, yüklendiği, koca
yemişlerle kuru dalların üstüne dağıldığı günlerdeydi. Buraya
tekrar neşe içinde gelmiştim. Biraz etrafta estim, havayı, göğü
arıttım. Kurumuş, çürümüş dalları yere döktüm. Bu
yaptıklarım güç bir iş değildir, ama yapılması da lâzım
şeylerdir hepsi de. Waldemar Doe'lerin Borreby şatosunda,
başka bir şekilde de olsa, aynı şey olmuş, hesaplar
temizlenmişti. Düşmanı Basnas le Ove Ramel, şatoyu
içindeki eşyalarıyla birlikte zorla satın almıştı. Ben kırık
camlar üstünde trampet çalıyor, bozuk kapıları duvarlara
çarpıyor, çatlaklar, yarıklar arasında ıslık çalıyordum. Vu!
Niyetim Bay Ove'nin keyfini kaçırmaktı. Burada kalmasını
istemiyordum onun. İda ile Anna Dorothea kan ağlıyorlardı.
Johanna kibirli bir tavırla, benzi uçmuş, ayakta duruyor,
parmaklarını ısırıp kanatıyordu. Evet, çok faydası olacaktı
bunun sanki. Ove Ramel, Bay Doe'ye, yaşadığı müddetçe
şatoda oturmasına müsaade etmek istiyordu. Ama bunun için
kimse kendisine teşekkür etmedi. Ben kulak vermiş
söylenenleri dinliyordum. Malsız mülksüz kalmış bayın,
başını daha ziyade gururla yukarıya kaldırdığını, ensesini
kabarttığını görüyordum. O ara şatoya, söğütlere doğru bir
esinti yolladım. Çürümemiş olmasına rağmen en kalın dalı
kırıldı. Kapının önünde kullanılmak için emre hazır bir
süpürge gibi duruyordu. Ama onu da süpürdüler. Ben bunun
böyle olacağını çok iyi biliyordum.
Ağır, güç bir gündü o gün, dayanılması güç, kötü an gelip
çatmıştı. Ama içi kuvvetliydi adamın, ensesi dayanıklıydı.
Üstlerindeki elbiselerden başka bir şeyleri kalmamıştı.
Hayır, kalmıştı, bir müddet önce satın aldıkları içi yok olan
haznenin, o birçok şeyler vaat ettiği halde söylediklerinin pek
azını tutan haznenin yere saçılan kırıklarıyla dolu simyacı
şişesi vardı ellerinde. Waldemar Doe şişeyi göğsüne sakladı.
Bastonunu aldı, bir zamanlar o kadar zengin olan Bay Doe, üç
kızıyla birlikte Borreby şatosundan çıktı Ben, ateş gibi yanan
yanaklarını serinletiyor, kırçıllaşmış sakalını, uzun, beyaz
saçlarını okşuyor, dilimin döndüğü kadar şakımaya
çalışıyordum: Vu-u-u! Git oraya! git oraya! O muhteşem
zenginliğin de sonu buydu.
İda ile Anna Dorothea, biri sağında, biri solunda
gidiyorlardı. Cümle kapısının altına gelince Johanna geri
döndü. Dönmesi neye yarayacaktı sanki. Talihleri her şeye
rağmen geri dönecek değildi ki. Duvardaki Marskstig
şatosundan getirilen kırmızı taşlara bakıyor, bu şatonun
kızlarını düşünüyordu:
En küçüğü en büyüğünü tutmuş elinden
Dolanıp geziyorlar dünyayı.
Acaba bu şarkıyı mı hatırlamıştı? Üç kız buradaydı şimdi.
Babaları ile beraber bir zamanlar kaç kere araba ile geçtikleri
caddeden yürüyorlardı. Yürüyor, babalarıyla beraber
dileniyorlardı. Yıllığını on marka tuttukları kerpiç bir eve
gideceklerdi. Yeni beyler evi, bu duvarları boş, kabı kacağı
boş evdi artık. Üstlerinden turnalar, alakargalar uçuyor,
onlarla alay eder gibi şöyle bağırıyorlardı: Haydi yuvadan
dışarı! Haydi, yuvadan dışarı! Dışarıya! Dışarıya! Tıpkı
ağaçlar kesilirken Boreby ormanındaki kuşların bağırdıkları
gibi.
Bay Doe ile kızları bunu gayet iyi işitiyorlardı şimdi. Ben
kulakları etrafında esiyordum onların. Ama bunu dinlemeye
değmezdi ki artık.
Böylece kerpiç eve girdiler. Ben de bataklıkları, tarlaları
aşarak, çıplanmış çitler, yaprakları dökülmüş ormanlardan
geçerek, açık denizde yabancı ülkelere doğru gidiyordum.
Vu-u-u! Git oraya! git oraya! Hem de her sene, her sene!
***
Waldemar Doe ne haldeydi şimdi? Kızları ne haldeydi?
Rüzgâr şöyle anlatıyor: Ailenin son çocuğu, benim en son
gördüğüm son çocuğu Anna Dorothea idi, o soluk benizli
sümbül. Şimdi o da kocamış, onun da beli bükülmüştü. Yarım
asır geçmişti o günlerin üstünden. En uzun o yaşamış, bütün
ötekilerin başına gelenleri o biliyordu.
Şu karşıki kırlarda, Viborg şehrinin yakınlarında kırmızı
taştan yapılmış, çatısının üstü tırtıklı, yeni bir beyler evi,
bacasından bol, yağlı bir duman yükselen Dompropste'lerin
evi vardı. Evin munis hanımı ile kızları cumbada oturur,
bahçelerindeki süs ağaçlarının üstünden uzaklardaki esmer
kırlara bakarlardı. Orada neye bakarlardı acaba? Harap bir ev
vardı dışarıda, onun üstündeki leylek yuvasına bakarlardı. Bu
evin üstündeki az buçuk çatı artıkları, yosunla, dam
koruklarıyla örtülmüştü. Yapıyı koruyan başlıca şey de bu
leylek yuvasıydı. Binanın bütün öteki kısımları yıkılmaya yüz
tuttuğu halde leylek bu yuvayı ayakta tutuyordu.
Bu eve dışarıdan bakılabilirdi, ama dokunmaya gelmezdi.
Ben de orada eserken dikkatli olmaya mecburdum, böyle
diyordu rüzgâr. Leylek yuvasının yüzü suyu hürmetine, evin
yıkılmaması gerekti. Zaten kırların ortasında bir korkuluğa
benziyordu. Dompropstenler leyleği oradan atmak
istemiyorlardı. Harap kulübe de onun için yıkılmıyordu.
Üstündeki zavallı yaratığın bu yoksul yapıdan dilediği kadar
faydalanmasını istiyorlardı. Leylek bunun için Mısırlı kuşa
teşekkür edebilirdi. Yahut da zavallının bir vakitler Borreby
ormanında kara renkli yabani kardeşlerinin yuvası için
yalvarmış olması teşekkür yerine geçti. Bu zavallı, o zamanlar
küçük bir çocuktu, asiller bahçesinde açmış soluk benizli bir
sümbüldü. Anna Dorothea şimdi bütün bunları hatırlıyordu.
O! O! Evet, rüzgârın sazlar, kamışlar arasında inildemesi gibi,
insanlar da iç geçirirler. Senin mezarının üstünde çanlar
çalınmadı, Waldemar Doe! Borreby'nin eski sahibi mezarına
indirilirken fakir mektep çocukları ilâhi söylemediler. Buna
rağmen her şeyin sonu geliyor yoksulluğun da. İda kardeş bir
köylüye vardı. Babamız için en müthiş bir imtihan oldu bu.
Damadı, efendisi tarafından en şeref kırıcı cezalara
çarptırılabilen yoksul bir köylüydü. Şimdi mezarında rahat
ediyor, sen de orada rahatsın İda. Yalnız ben bahtsız yaratık,
ben ihtiyar kocakarının işi bitmedi henüz. Ey zengin Bay,
kurtar beni artık!
Anna Dorothea, leylek yüzünden yıkılmayıp bırakılan
kulübesinde böyle dua ediyordu. Kız kardeşlerin en
kuvvetlisini, en cesurunu ben kabullendim. Düşündüğü gibi
hareket eden bir insandı. Fakir bir gemici uşağı kılığına girer,
bir gemide hizmet etmeye giderdi. Az konuşur, sıkılmış bir
hali vardı. Ama yaptığı işi severek yapar, hiç bıkkınlık
göstermezdi. Yalnız tırmanmayı beceremezdi. Onun için bir
kız parçası olduğunu kimse fark etmeden, gemiden aşağı
uçuruverirdim onu. Şüphesiz böylece çok iyi bir şey yapmış
oldum. Böyle diyordu rüzgar.Waldemar Doe'nin altın yapma sanatını keşfettiğini sandığı
o sabah gibi, bir paskalya sabahı idi. Leylek yuvasının
altındaki harap duvarlar arasından bir kilise ilâhisi duydum.
Anna Dorothea'nın son şarkısıydı bu.
Bir pencere camı değil, duvarda yalnız bir delik vardı.
Güneş altın bir top gibi geldi, delikten içeri bakmaya başladı.
Ortalığı öyle bir parıltı ile aydınlatıyordu ki. Kızın
gözlerinden de yaşlar boşandı, kalbinden de. Eğer güneş bu
sabah zavallı kızı aydınlatmasaydı siz de aynı şeyi yapardınız.
Leylek öldüğü ana kadar onu korumuş, kanadı altına
almıştı. Mezarı üstünde ben teganni ettim onun, böyle diyordu
rüzgâr. Babasının mezarı üstünde de ben teganni etmiştim.
Onun da, babasının da mezarları nerdedir, yalnız ben bilirim
bunu, benden başka kimse bilmez.
Yeni zamanlar, başka zamanlar demektir. Eski köy yolu
tarla haline, sakin mezarlar açık kır yolları haline geldi. Çok
geçmeden arkasında vagonlarıyla tren geçecek buralardan,
adları unutulmuş mezarlar üstünden uçup gidecek. Vu-u-u! git
oraya!
Bu söylediğim, Waldemar Doe ile kızlarının hikâyesi.
Elinizden gelirse siz daha güzel anlatın bu hikâyeyi. Böyle
dedi rüzgâr ve geriye doğru döndü.
Çekilip gitmişti.
Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız