Öteki küçük kız farenin anlattıkları
İkinci kız fare "ben saray kitaplığında doğdum,” diye söze
başladı. Ne ben ne de ailemizdekilerden çoğu bir yemek
salonuna girebilmek saadetini tatmadık. Kiler tabii hiç bahis
konusu olmadı. Ancak bugün, bu seyahatten dönünce bana bir
mutfak görmek nasip oldu. Kitaplıktayken çoğu günler
gerçekten aç kalıyorduk. Ama buna karşılık birçok tecrübeler
de ediniyorduk. Bir gün sucuk şişi çorbasının nasıl yapıldığını
öğrenecek olan fareye kral hazretlerinin bir mükâfat vereceği
haberi bize kadar ulaştı. Bu haberin arkasından ihtiyar büyük
annem, yazılı bir kağıdı sürüyerek yanımıza getirdi. Gerçi
getirdiği kağıdı sürüyerek yanımıza getirdi. Gerçi getirdiğini
kendisine söylemişlerdi. Bunlar arasında bir söz dikkatini
çekmiş: eğer şairseniz sucuk şişlerinden de çorba
yapabilirsiniz... Bana şairliğim olup olmadığını sordu. Bu
konuda hiçbir fikrim olmadığını öğrenince şair olmamı sağlık
verdi bana. Bunun için nelerin gerekli olduğunu soruşturmaya
başlamıştım. Çünkü şairlik te bana çorba pişirmek kadar güç
görünüyordu. Ama iyi bir mektepte yetişmiş olan büyük
annem bunun için üç şeyin gerekli olduğunu hemen belirtti.
Bunlardan biri akıl, ikincisi hayal, üçüncüsü duygu idi. "Bu
üç şeyi kendinde toplayabiliyor musun, o zaman şair olur,
sucuk şişlerinden nasıl çorba yapılacağını öğrenirsin." diye
ilave etti. Bunun üzerine ben de şair olmak için Batı
ülkelerine doğru yola çıktım.
Aklın her şeyde, her şey için en önemli olduğunu
biliyordum. Hayalle duygu onun yanında ikinci derecede
kalıyordu. Bu sebepten, önce aklı bulmayı tasarladım. Ama
acaba nerede oturuyordu kendisi? Eski Yahudi krallarından
birinin meşhur sözüymüş:
"bul bir karınca, yüksel aklınca" demiş. Bunu kitaplıkta
iken öğrenmiştim. Onun için büyük bir karınca yuvası
keşfedinceye kadar rahat edemedim. Bulunca da bilgelik
öğrenmek için postu karıncaların yanına serdim.
Karıncalar gerçekten saygı değer bir millet, bunlara saf akıl
adını da verebilirim. Her şey örnek bir hesap işi onlarda, hiç
şaşmıyor. Dediklerine göre çalışmak ve yumurtlamak
dünyada yaşamak ve ahiret için hazırlanmak manasına
geliyor. Söyledikleri gibi de yapıyorlar. Aralarında temiz
karıncalar, kirli karıncalar diye ikiye ayrılmışlar, herkesin bir
numarası, buna göre de bir derecesi var. Karıncalar
kraliçesinin numarası bir. Tek doğru görüş de onun görüşü,
bütün bilgeliği, hikmetleri o yutmuş. Bunu öğrenmek benim
için çok faydalı oldu. O kadar çok konuşuyor, öylesine
bilgiçti ki, gerçekte aptal gibi geldi bana. Bütün dünyada
karınca yuvasından daha yüksek hiçbir şey olmadığını
söylüyordu. Ama bu yuvanın hemen yanı başında, ondan çok
daha yüksek bir ağaç vardı; yüksekliği inkâra gelmediği için
kimse ondan bahsetmiyordu. Bir akşam karıncalardan biri
yolunu şaşırmış, ağacın gövdesinden yukarı tırmanmıştı.
Gerçi tepeye kadar çıkamamış, ama gene de şimdiye kadar
herhangi bir yere çıkanlardan daha yükseğe varmıştı. Nihayet
geri döndü, yuvaya geldi. Gelince karınca yuvasının dışında
bu yuvadan çok yüksek bir şey bulunduğunu anlatmaya
başladı. Bütün karıncalar bu gülünç iddiayı kendi devletlerine
karşı büyük bir hakaret saydılar, bu sebepten de kendisini bir
hayvan burunsalığı içinde ölünceye kadar yalnız yaşamaya
mahkûm ettiler. Çok geçmeden bir karınca daha yolunu
şaşırarak ağaca çıkmış, aynı yolculuğu yaparak aynı kanıya
varmıştı. Dönünce o da başına gelenlerden bahsetti ama
malûm deyimiyle, akıllıca bahsetti; kapalı sözlerle. Üstelik
sayılıp ağırlanan, temiz cinsten bir karınca olduğu için,
dediklerine herkes inandı, öldüğü zaman da bilim uğruna
gösterdiği yararlıklara mükâfat olarak mezarına bir anıt
yumurta kabuğu diktiler."
Küçük fare sözlerine devam etti. "Her zaman görüyordum,
karıncalar durmadan sırtlarında yumurtaları ile dolaşıyorlardı,
aralarından biri kendi yumurtasını yere düşürse bunu tekrar
yüklenebilmek için çok zahmet çekiyor, muvaffak ta
olamıyordu. O zaman iki karınca daha yanına geliyor, nerede
ise kendi yumurtalarını tehlikeye koyarak bütün kuvvetleriyle
ona yardım ediyorlardı. Ama bir an için yine bundan
vazgeçiyorlardı. Çünkü önce can sonra canan, malûm ya,
kraliçenin görüşüne göre karıncaların bu hareketi hem akıl,
hem kalp kuvvetlerinin durumunu meydana çıkarır. Akıl ile
kalp, bizi bütün anlayış sahibi yaratıkların başına geçirecektir.
Onun için akıl, öteki kabiliyetlerin hepsine üstün olmalı.
Kraliçe, aklın en yükseğine malik olmakla övünüyor, bunu
söylerken de iki arka bacakları üstüne kalkarak herkesin
dikkatini çekiyordu. Tam aradığımı bulmuştum. "Bul bir
karınca, yüksel aklınca." dedim kendi kendime. Nihayet
kraliçeyi ele geçirmiştim.
Bahsettikleri ağaca doğru yürüdüm, yakından baktım. Bir
meşe ağacıydı bu. Yüksek bir gövdesi, muntazam bir tacı
vardı, kocamış yaşlı bir ağaç. Canlı bir yaratığın, bir kadının
bu ağacın içinde oturduğunu biliyordum. Bu kadınlara
Dryade adı verilir. Ağaçla beraber doğar, onunla beraber
ölürler. Kitaplıkta iken onlardan bahsedildiğini duymuştum.
Onun için meşeyi görünce ondaki ağaç kızını da fark ettim.
Kız beni kendisine bu kadar yaklaşmış görünce birdenbire
korkunç bir çığlık kopararak haykırdı. Bütün kadın cinsi gibi
o da biz farelerden çok korkuyordu. Üstelik başka bir sebep
de vardı korkmasında. Ben, hayatının bağlı olduğu bu ağacı
kemirebilirdim. Ama onunla gayet tatlı, dost bir dille
konuştum, kendisine cesaret verdim. Bunun üzerine beni aldı
güzel elinin üstüne koydu. Dryade benim bu büyük yolculuğa
neden çıktığımı öğrenince, belki de daha o akşam, aradığım
öteki iki hazineyi de ele geçirmeyi bana vaat etti. Fikrine göre
Phantasus, yani hayal, aşk tanrısı kadar güzeldir, onun en iyi
dostudur da. Bazı saatlerde buraya gelir, sık yapraklı
dallarının altında dinlenmeyi âdet etmiştir. Aşk tanrısıyla
beraber geldikleri zamanlarda ağacın gölge salan dalları daha
sevimlileşir, daha çok hışıldarlar. Hayal ona "benim
Dryade'ım" der, bu ağacı da kendi ağacı sayarmış. Kalın
kabuklu, azametli, güzel meşe, onun zevkine en uygun
ağaçmış. Kökleri toprağın ta derinliklerine kadar iner,
gövdesi, dalları, yaprakları gökyüzüne doğru yükselir, kar
sağanaklarını, sert rüzgârları, sıcak gün ışığını, nasıl gerekirse
o şekilde, hisseder, duygulanırmış. Dryade onun için ayrıca
şunları da ilâve etti: Yukarıya, dalları arasına konan kuşlar
neşeyle şakır, gördükleri yabancı memleketleri anlatırlar. Bir
tek kurumuş dalı var, ona da bir leylek yuva yapmıştır, ağacı
süsler. O da ehramlar memleketinde gördüklerini anlatır.
Bütün bunlar Fantasus için sevinç vesileleridir, hatta yetişmez
bile. Benim de ayrıca ormandaki hayatımızdan ona
bahsetmem gerekir. O zaman ta baştan başlar, ona küçük
yaşımdan beri, ağacın henüz bir ringan yaprağının
örtebileceği kadar körpe olduğu günlerden başlayarak
bugünkü muazzam haline gelinceye kadar olup biten şeyleri
anlatırım. Onun için sen de şu küçük inci çiçeğinin altında
otur, dikkat et. Ben Fantasus buraya gelir gelmez bir yolunu
bulur kanadından bir tüy koparırım. Bu tüyü al, senin olsun.
Hiçbir şair bundan daha iyisini bulamamıştır. Böylece
dilediğini elde etmiş olacaksın."
Kız fare hikâyesine şöyle devam etti: "Fantasus geldi, ağaç
kızı kanadından bir tüy kopararak bana verdi. Ama tüy çok
sert, hazmı da güç olduğu için bir müddet, yumuşayıncaya
kadar, suda ıslatmak zorunda kaldım, sonra sertliğine rağmen
kemirdim. Kişinin şairliğe yücelinceye kadar bu kemirme
işini başarması hiç de kolay iş değil. Çok şeyleri
hazmedebilmesi lâzım. Şimdi biri hayal, öteki akıl olmak
üzere istediğim iki şeyi ele geçirmiş bulunuyordum. Bunların
ikisinin yardımıyla, üçüncü dileğime de ancak kitaplıkta
kavuşabileceğimi anladım. Çünkü büyük adamlardan biri,
hem ağızdan hem yazılı olarak şu iddiada bulunmuştu: bazı
romanlar vardır, yalnız insanları fazla, lüzumsuz
gözyaşlarından kurtarmaya yararlar, hatta bir çeşit duygu
emen süngerlere benzer bunlar. Ben bu çeşit bazı kitapları
hatırlıyordum. Bunların çok iştah açıcı bir manzaraları vardır.
O kadar çok okunmuş, yağlanmışlardır ki bir hayli gözyaşı
deresi, gözyaşı pınarı içmiş oldukları bellidir.
Memlekete dönünce kitaplığa koştum. Derhal büyücek bir
roman bulup hemen hemen son yaprağına kadar yedim. Tabii
kapağını, cilt yerini bıraktım Yalnız kitabın kendisini,
yumuşak kısımlarını aldım. Aynı şekilde ikinci romanı da
hazmeder etmez içimde bir şeyler olmaya başladı. Hemen bir
üçüncü roman daha yedim, artık şair olmuştum. Bunu kendi
kendime söylediğim gibi başkaları da bana söylüyorlardı.
Başım ağrıyor, karnım ağrıyor, bilmem daha nerelerim
ağrıyordu. Bir ara okuduğum hikâyelerden hangisinin bizi
sucuk şişi ile ilgilendirebileceğini düşündüm. Çok geçmeden
başım dönmeye, kafamın içinde kebap şişleri, küçük kazıklar,
demir çiviler birbirine karışmaya başladı. Karıncalar
kraliçesinin gerçekten fevkalâde zeki olduğunu anladım. Şişle
kazıktan başka bir şey düşünemez olmuştum. Eğer insan
şairse bütün bunların şiire konu olabilmeleri lâzım gelir. Ben
de şairim, şu anda şairliğe kadar yükselmiş bulunuyorum.
Onun için size her gün kebap şişlerine ait bir hikâye hazırlar,
ikram edebilirim. Benim yapabileceğim çorba da bu."
Bunun üzerine fareler kralı "üçüncü kız fareyi dinleyelim"
dedi. Fakat birdenbire mutfak kapısından "cik, cik" diye bir
ses işitildi, ölmüş sanılan dördüncü küçük fare, hızla içeri
girerek matem tülleri ile donatılmış sucuk şişini acelesinden
devirdi. Gün dememiş, gece dememiş yürümüş gelmişti.
Ancak bir yolunu bularak bir marşandiz trenine binebildiği
için toplantıya yetişebilmişti. Yoksa geç kalmış gitmişti.
İleriye doğru yürüdü. Çok heyecanlı görünüyordu. Sucuk
şişini kaybetmişti ama dilini kaybetmemişti, sanki herkes
onun sözünü bekliyormuş, onu dinlemek istiyormuş gibi
hemen söze başladı. Dünya yerinden oynasa ondan başka
hiçbir şey, hiç kimseyi ilgilendiremeyecekmiş gibi bir hali
vardı. Hemen söze başladı, içinde ne varsa hepsini boşalttı. O
kadar ansızın, beklenmedik bir zamanda gelmişti ki,
konuşurken hiç kimse gerek kendisi, gerek söyledikleri
üzerinde durmaya vakit bulamadı.
Şimdi onu dinleyelim:
Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız