Kasım 24, 2024

Andersen Masalları (SUCUK ŞİŞLERİNDEN ÇORBA)

SUCUK ŞİŞLERİNDEN ÇORBA

 


Bayan farelerden yaşlıca biri, ziyafete katılmamış başka bir bayan fareye "Dünkü öğle yemeği çok mükellefti" dedi, şunları ilâve etti. "Ben fareler kralından itibaren yirmi birinci yerde oturuyordum. Hani bu da benim için az şeref değildir. Ziyafetteki yemeklere gelince: hepsinin çok mükemmel
tertiplenen olduğunu size teminle arz edebilirim. Bunlar küflenmiş ekmek, iç yağlı domuz derisi, ispermeçet mumu ile sucuktu. Arkasından yine aynı yemekler baştan tekrarlanarak ikram edildi. İki öğün yemiş gibi olduk, ziyafet o kadar mükemmeldi. Ziyafette herkes keyifli, neşeli idi. Bir aile
toplantısında gibi tatlı tatlı muhabbet ettik. Yalnız sucuk şişleri yoktu, bu sebepten onlar hakkında konuşuldu. Yoksa her şey tamamdı. Bu vesile ile hatta bir sucuk şişinden çorba yapılabileceği iddia edildi. Gerçi herkes böyle bir çorbadan bahsedildiğini duymuştu. Ama kimse bunu henüz tatmamıştı.
Nasıl hazırlandığı hakkında kimsenin bilgisi yoktu. Bu çorbanın kâşifi gayet nükteli sözlerle yüceltildi, hatta fakir farelerin başkanlığına getirilmeyi de hak edecekti. Hakikaten güzel bir nükte değil miydi? İhtiyar fare kralı ayağa kalktı, bahis konusu olan çorbayı fareler dünyasında en lezzetli şekilde pişirmeyi becerebilecek olan kız fareyi kendine zevce olarak almak, kraliçeliğe yükseltmek arzusunda olduğunu söyledi. Bunun için de önlerinde uzun bir mühlet vardı.


Öteki bayan fare “kraliçe olmak hiç de fena bir şey değil”,
diye cevap verdi. “Ama bu çorba nasıl yapılır acaba?"
"Evet, bu çorba nasıl yapılırdı." İhtiyar, genç bütün bayan
fareler birbirlerine bunu soruyorlardı. Hepsi kraliçe olmayı
memnuniyetle arzu ediyor, ama hiçbiri bunu öğrenmek için
dış memleketlere yapılması gereken seyahatin zahmetlerini
göze alamıyordu. Buna rağmen bu seyahate kesin olarak
lüzum vardı. Ama her şeyden evvel ailesini, alışmış olduğu
sığınak deliklerini terk etmek herkesin başarabileceği işlerden
değildi. Yabancı memleketlere gidince her gün bir peynir
kabuğu bulmak, bir iç yağlı domuz derisi keşfetmek mümkün
olmadıktan başka hesapta açlık tehlikesiyle yüz yüze gelmek
de vardı. Belki de canlı canlı bir kedi tarafından yenilmek
ihtimaliyle de karşılaşılabilirdi.
Orada bulunanların çoğunu bu düşünceler ürkütüyor,
teşebbüse girişmekten alıkoyuyordu. Yalnız genç, neşeli,
fakat fakir ailelere mensup dört fare kız, seyahati göze almaya
karar verdiler. Bunlar birbirlerine karşı dört yöne, dünyanın
dört ayrı bucağına doğru yola çıktılar. Aralarında hangisinin
bahtı açıksa talih ona gülecekti. Bu seyahatin gayesini
hatırlatsın, unutturmasın diye hepsi yanlarına birer sucuk şişi
aldılar. Bu şişler onlara yolculukları boyunca baston
vazifesini görecekti.
Kız fareler mayısın birinci günü yola çıktılar, ertesi yılın
bir mayısında da geri döndüler. Ama bunlardan yalnız üçü
dönebilmiş, dördüncü kız fare görünmediği gibi kendisinden
herhangi bir haber de alınamamıştı. Artık karar verme günü
gelip çatmış bulunuyordu.
Fareler kralı "en büyük sevinçlerin yanında daima az çok
kederli bir şeyin bulunması ne fena" dedi, millerce uzaklara
kadar çevrelerinde bulunan bütün farelerin toplantıya
çağrılmasını emretti. Toplantı yeri olarak mutfak seçilmişti.
Seyahatten dönen üç kız fare yan yana, sıraya dizilmiş bir
halde ayrı duruyorlardı. Geri dönmeyen dördüncü kız fare
yerine de siyah tüllerle süslenmiş bir sucuk şişi diktiler.
Alınan karara göre seyahatten dönen üç kız fare
konuşmalarını bitirmeden, fareler kralı da müzakerelerin
devamına müsaade etmeden hiç kimse fikrini ortaya
atmayacaktı.
Şimdi konuşulan şeyleri beraber dinleyeceğiz.
Birinci kız farenin seyahatte görüp öğrendikleri
Küçük fare söze şöyle başladı: "Seyahate başlayıp gurbete
çıkınca, ben de kendimi, benim yaşımda olanlar gibi,
dünyanın en akıllı kişilerinden biri sanmıştım. Ama buna
imkân var mı? Böyle bir şeyin gerçekleşebilmesi için bir
ömür lâzım. Kuzeye giden bir gemiye binmiştim. Ben de sizin
gibi gemilerde çalışan aşçıların kendi işlerini kendileri
başarmaları gerektiğini duymuştum. Tabii her taraf domuz iç
yağı, tonlarca tuzlanmış et, küflü unla dolu olunca, aşçının
kendi işini kendi başarması kolay olur. Mükemmel bir hayat
sürmeye başladık. Ama meşhur çorbanın nasıl pişirildiği
hakkında hiçbir şey öğrenemiyordum. Bindiğim yelkenli
günlerce, gecelerce yol alıyor, kimi zaman tehlikeli bir
şekilde dalgalar içinde yuvarlanıyor, kimi zaman da içeriye
giren sular bizi ıslatıyordu. Nihayet varmak istediğimiz
limana girince gemiden dışarı çıktım. Uzak kuzey bölgesinde
bir limana gelmiştik.
Doğup büyüdüğümün yerlerden, bize sığınaklık eden köşe
bucaklardan çıkmak, içlerinde bir başka çeşit köşe bucaklar
bulunan gemilerle seyahat etmek, sonunda da kendini
birdenbire memleketten millerce uzakta, yabancı bir yerde
bulmak tuhaf bir şey. Bu yeni vardığım memlekette uçsuz
bucaksız çam, kayın ormanları vardı. Ağaçların etrafa
yaydıkları keskin koku burnumun direğini kırıyordu.
Buralarda biten yabani otlar da o kadar baharlı kokular
saçıyordu ki, boyuna hapşırmak zorunda kalıyor, vaktiyle
yediğim biberli sucukları hatırlıyordum. Ayrıca büyük orman
gölleri de vardı oralarda. Yakından bakılınca suları pırıl pırıl,
biraz uzaklaşınca simsiyah, mürekkep gibi göller... Üstlerinde
de ak kuğular yüzüyordu. Ben bunları ilk görünce köpük
zannettim, suların üstünde o kadar hareketsiz duruyorlardı.
Ama sonra uçtuklarını, yürüdüklerini fark edince kuğu
olduklarını anladım. Yürüyüşlerinden de anlaşıldığı gibi,
bunlar kaz cinsinden hayvanlar. Kimse onların kazlarla
akrabalıklarını inkâr edemez.
Ben kendi soyumun içinde kaldım, orman, tarla fareleri
arasına katıldım. Bunlar misafir ağırlamasını gerçekten çok az
biliyorlardı. Hâlbuki ben doğrudan doğruya bunu düşünerek
seyahate çıkmış, istediğim yemeği öğreneceğimi hayal
etmiştim. Onlar sucuk şişlerinden çorba yapılabileceğini
duyunca şaştılar, bunun anlaşılmaz bir şey olduğunu
söylediler. Böyle bir şey, aklın alamayacağı kadar garip geldi
onlara. Bu meseleyi çözmek ise asla imkânı olmayan
işlerdendi. O zaman sucuk şişlerinden ne şekilde çorba
yapılacağını burada, hatta o gece öğrenebileceğimi aklıma
bile getirmiyordum.
Yaz gün dönümünde aziz Jean yortusundaydık. Farelerin
dediğine göre ormanın bu kadar hoş, kır otlarının böylesine
keskin, baharlı kokması, duru suları üstünde ak kuğular
dolaşan göllerin, karanlıklarına rağmen bu kadar güzel
parıldaması bundandı. Ormanın engininde bulunan iki üç evin
arasında bir yerde gemi direği boyunda uzun bir sırık
dikilmiş, tepesine de çelenkler, çiçek dizileri asılmıştı. Buna
mayıs sırığı deniliyor. Genç kızlarla delikanlılar bu sırığın
etrafında dans ediyor, çalgıcılar keman çalarken onlar da şarkı
söyleyerek birbirleriyle yarışıyorlardı. Güneşin batmasından
başlayarak bütün gece, sabaha kadar bu neşe devam etti. Ay
etrafı aydınlatmış, her yer hemen hemen gündüz gibiydi. Ama
ben bu eğlencelere katılmamıştım. Benim gibi küçücük bir
farenin ormanda verilen böyle bir baloda ne işi olabilirdi ki?
Bir kenarda, yumuşak orman yosunları üstüne oturmuş,
beraber getirdiğim sucuk şişine sarılmıştım. Az ötede ay ışığı
ile pırıl pırıl aydınlanmış bir meydanın ortasında bir ağaç
vardı.
Ağacın altındaki yosunlar o kadar inceydi ki bunları
yumuşaklık, güzellik bakımından sevgilimiz fareler kralının
tüylerine benzetmeye cesaret ediyorum. Yalnız renkleri
yeşildi. Bu sebepten onlara bakınca gözler dinleniyordu. O
aralık birdenbire küçücük, insana benzeyen birtakım sevimli
mahlûklar peyda oldu. Muntazam bir takım halinde geldiler.
Boyları ancak benim dizlerime yetişecek kadardı. İnsana
benziyor ama daha endamlı gözüküyorlardı. Birbirlerine
söylediklerine göre bunlar peri idiler. Çiçek yapraklarından
yapılmış, böcek, sivrisinek kanatlarıyla süslü hoş elbiseler
giymişlerdi. Hiç de fena durmuyordu. Anlaşılan orada bir
şeyler arıyorlardı, ama ne aradıklarını bilmiyordum. Nihayet
bunlardan birkaçı bana doğru geldi. Aralarından en kibarı
elimdeki sucuk şişini göstererek: "İşte bizim aradığımız
değnek, dedi, istediğimiz gibi yontulmuş, fevkalâde bir şey."
Bunu söyleyerek benim seyahat değneğimi seyrederken
gittikçe güzelleşti, sevimlileşti. O zaman:
"Size bu değneği tamamen değil, ancak ödünç verebilirim."
dedim. Bunun üzerine hepsi birden "ödünç ver!" diye
bağırdılar, elimdeki sucuk şişini yakaladılar. Ben şişi onlara
bırakınca yumuşacık yosunlarla örtülü bir meydancığa doğru
sıçrayarak yürüdüler. Seyahat değneğimi bu meydancığın
ortasına diktiler. Onlar da bir mayıs sırığı dikmek istemiş,
şimdi onu ele geçirmişlerdi. Bu değnek onlar için biçilmiş
kaftandı sanki. Hemen temizleyip süslediler. Süslenince de
değnek gerçekten çok güzelleşti.
Küçücük örümcekler, dikilen sırığın etrafını altın
iplikleriyle ördüler; rüzgârla dalgalanan bayraklarla, tüllerle
süslediler. Bu tüllerle bayraklar o kadar ince dokunmuş, ay
ışığında öyle iyi beyazlatılmışlardı ki parıltılarından gözlerim
adamakıllı yanıyordu. Kelebek kanatlarından boyalar alıyor,
onu bu dokumalara serpince üzerlerinde pırıl pırıl bir
ihtişamla yanan çiçekler, elmaslar peyda oluyordu. Bizim
seyahat değneğini tanıyamaz hale gelmiştim. O kadar güzel
bir mayıs sırığına, şüphesiz dünyanın hiçbir yerinde rastlamak
mümkün değildir. Bunun üzerine büyük bir peri kafilesi
sökün etti. Perilerin hepsi çırıl çıplaktı. Fakat en güzel
elbiseler giyinmiş olsalar, bu kadar göz alıcı olamazlar. Bütün
bu ihtişamı görmek için beni de oraya davet ettiler. Ama
boyum, onlara bakınca daha yüksek olduğu için biraz uzaktan
seyretmem lâzım geldi.
Şimdi musiki başlamıştı. Bu öyle bir musiki idi ki, binlerce
cam fanus, kuvvetli, tek seslerle çınlatılsa ancak o zaman bu
sesler duyulabilirdi. Kuğular şarkı söylüyor sandım. Hatta
aralarında kumru, ardıç kuşu seslerini bile fark eder gibi
oluyordum. İş o hale geldi ki bütün ormanın bu musiki ile
birlikte çınladığı sanılabilirdi. Perilerin diktiği mayıs
sırığından çocuk sesleri, çan sesleri, kuş şakımaları
yankılanıyor, tatlı melodiler, güzel nağmeler geliyordu. Sanki
çanlarla bir şey çalmıyordu. Ama bu sesleri çıkaran bizim
sucuk şişi idi gene de. Bir değnek parçasının bu kadar şey
gizlediğini dünyada aklıma getirmezdim. Ama mühim olan,
değnek parçası değil tabii, onun hangi ellere düştüğüdür.
Sevincimden fevkalâde heyecanlanmış, bir küçük farenin
elinden gelebildiği kadar, ağlamaya başlamıştım.
Gece çok kısa sürdü. Ama o uzak kuzey bölgesinde geceler
bu mevsimde daha uzun olmaz. Sabahleyin gün ağarırken
hafif bir rüzgâr çıkmış, orman gölgelerinin sakin su yüzlerini
kırıştırmaya başlamıştı. Bütün o dalgalanan tüller, bayraklar
havaya uçtu, dört yana dağıldılar. Yapraklar arasında asma
köprüler, parmaklıklar kurmuş olan örümcek ağları birden
yok oldu. O sırada peri kızlarından altısı bana doğru geldi,
sucuk şişimi bana geri verdiler, yapabilecekleri bir dileğim
olup olmadığını sordular. O zaman ben de sucuk şişlerinden
nasıl çorba yapıldığını bana söylemelerim rica ettim.
Aralarından en kibarı; "Çorbanın nasıl yapıldığını mı
soruyorsun? diye güldü. Ama bunu az önce sen de bizimle
birlikte gördün. Bize verdiğin sucuk şişinin nasıl
tanınmayacak hale girdiğini biliyorsun."
"Öyle mi? diye hayret ettim. Demek siz sucuk şişi çorbası
deyince bunu anlıyorsunuz." Bunun üzerine niçin seyahate
çıktığımı, memlekete dönünce vatandaşlarımın benden ne
beklediklerini açık açık anlattım ve ilâve ettim: "Yurda
varınca fareler kralı ile büyük fareler imparatorluğuna bu
akşam gördüğüm güzel şeyleri anlatmaktan ne çıkacak? Onlar
bundan ne kazanmış olurlar? Elimdeki sucuk şişini sallayarak
bekledikleri çorbayı ortaya dökemem ki. İşte tahta şiş burada,
şimdi çorbanın, nasıl ortaya çıkacağını göreceksiniz,
diyemem. O zaman bu yaptığım, lokanta vitrinindeki bir
yemeği göstererek birini doyurmaya kalkışmak gibi bir şey
olur."
Bunun üzerine peri kızı küçük parmağını bir mor
menekşenin göbeğine daldırarak "dikkat et, dedi, getirdiğin
seyahat değneğine parmağımı sürüyorum. Memleketine
dönüp fareler kralının sarayına varınca, bu değneği onun
sıcak göğsüne sür. Oradan en soğuk kış günlerinde bile taze
menekşeler fışkıracak, bütün değneği saracak. Böylece
memleketine hiç olmazsa bizden bir hatıra götürmüş
olacaksın. Ayrıca bir şey de..." Kız fare bu ayrıca bir şey
dediğinin ne olduğunu oradakilere söylemeden elindeki asayı
fareler kralının göğsüne dokundurdu, gerçekten o anda kralın
göğsünden muhteşem bir çiçek demeti fışkırdı. O kadar
kuvvetli, hoş kokuluydu ki, kral hemen ocağın etrafına
dizilmiş olan farelere kuyruklarını ateşe sokmalarını emretti,
çünkü menekşelerden saçılan koku, hoşlanılacak gibi değil,
fazla keskindi, kuyrukların ateşe girmesinden çıkan yanık
kokusuyla bu keskin kokuyu gidermek istiyordu.
Bunun üzerine fareler kralı kız fareye "ama o ayrıca bir şey
dediğinin ne olduğunu söylemedin" dedi.
"Evet, dedi kız fare, bu asıl oyun dedikleri şeydir." Bunu
söylerken sucuk şişini çevirdi, çiçekler birden ortadan
kayboldular.. Şimdi yalnız çıplak değneği elinde tutuyor, onu
da bir orkestra şefinin değneği gibi hareket ettiriyordu. "Peri
kızı bana, menekşeler, görmek koklamak, dokunmak içindir,
demişti, ama işitmek, tatmak için de ayrıca bir şey olmalıdır."
Bunu söyledikten sonra kız fare elindeki değneği yere vurdu.
O anda bir musiki duyulmaya başladı. Ama bu o akşam
ormanda periler eğlencesinde işitilen musikiye benzemiyordu.
Hayır, mutfakta duyulabilecek, oraya uyacak bir musiki idi
bu. Her taraftan karmakarışık sesler geliyor, ortalığı
kaplıyordu. Sanki rüzgâr bütün bacaların içinden esiyor,
mutfakta bakır, toprak tencereler kaynıyor, ocaktaki kürek
pirinç kazanlara çarpıyordu. Ama birdenbire her şey
susuverdi. Sanki kaynayan bir çaydanlığın boğuk şarkısı
işitiliyor, öyle garip bir ses veriyordu ki, şarkı başlıyor mu
bitmek üzere midir? pek fark edilemiyordu. Tencerelerin
büyüğü kaynıyor, küçüğü kaynıyor. Sanki hiçbiri öbürüyle
ilgili değil, ne yaptıklarını bilmiyor, kendi düşüncelerine dalıp
gitmiş gibi idiler. Kız fare elindeki değneği gittikçe şiddetini
artırarak salladı. Bunun üzerine tencereler kabarmaya,
taşmaya başladılar. Bir taraftan da rüzgâr şiddetini artırmış,
bacadan ıslık sesleri geliyor, bir hayhuydur gidiyordu.
Nihayet gürültüler o kadar şiddetlendi ki küçük fare elindeki
değneği düşürdü.
İhtiyar fare kralı "doğrusu, dedi, az buz iş değilmiş bu.
Nihayet çorba pişti mi bari?"
Kız fare "hepsi bu kadardı" diye cevap verdi ve eğilerek
oradakileri selâmladı.
Fareler kralı "hepsi bu kadar mı? öyle ise dur bakalım
ikinci farenin söylediklerini dinleyelim." dedi.

Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız

Editörün Son Yazıları

probiyotik

Çile

probiyotik

Yattığım Kaya

probiyotik

Kaldırımlar

probiyotik

Islak Gül

Editörlerin Son Yazıları

kaptanfilozof06

Hindistan'da İlginç Olay

probiyotik

Çile

bubble30

İÇİNDEKİ CEVHERİ KORUYANLAR

Nielawore

"HALİME TERCÜMANDIM"

Bizden haberdar olmak için mail listemize kayıt olun