Tepenin üstünde bir değirmen vardı, görünüşü kibirli, kendi
de kibirli.
"Hiç de kibirli değilim" diyordu. "Ama içten olduğu kadar
dıştan da aydınlık içindeyim, aydınım. Dışarıdaki, içerdeki
işlerimde güneşi de, ayı da hizmet ettiririm kendime,
bunlardan başka ayrıca yakacak mumum, yağ lâmbam, iç yağı
lâmbam da var. Aydınlanmış olduğumu gerçekten
söyleyebilirim. Düşünen bir varlığım. Biçimim de öyle
güzeldir ki beni seyretmek zevk verir. Göğsümün içinde
buğday öğüten değirmen taşları, dört de kanadım var.
Kanatlarım başımın üstünde, tam şapkamın altında durur.
Hâlbuki kuşların kanadı iki tanedir yalnız, bunları da
sırtlarında taşımak zorundadırlar. Doğuştan Hollandalıyım,
bunu kılığımdan da anlamak kabil, bir uçan Hollandalıyım
ben. Onun tabiatüstü bir varlık sayıldığını biliyorum, ama çok
tabiiyim. Çevremde üstü örtülü, dar bir geçit vardır, alt
bölümde de oturma odalarım. Düşüncelerim burada kabul
görürler. Başkaları benim her şeyi idare eden, her şeye
hükmünü geçiren en kuvvetli düşüncemi, değirmenci
düşüncesi diye adlandırırlar. Benim düşüncem ne istediğini
bilir. Unun da, bulgurun da üstündedir ne de olsa. Ama gene
de kendine benzeyenleri vardır. Bu düşünceye anne düşünce
adı verilir. Bu da kalptir, gerçek tefekkür ondadır. Maksatsız
olarak ortalarda dolaşmaz, o da ne istediğini bilir. O da
elinden ne geleceğini bilir. Rüzgâr soluğu kadar yumuşak,
fırtına gibi kuvvetlidir. İradesini yerine getirmek için bir
kimsenin etrafında dolaşmasını bilir. O benim duygumdur,
baba ise sert duygum. Bunlar iki tanedir ama aslında gene
birdir. Birbirlerine de "Yarı parçam senin" diye seslenirler.
Bunların gelişmek zorunda olan düşünceleri yoktur.
Küçüklerin yaptığı bu gürültü de ne? Az önce bir neşesizlik
nöbetine tutularak ne olup bittiğini anlamak için baba ile
çocuklarını göğsümün içindeki değirmen taşlarıyla çarka
bakmaya gönderdiğim zaman müthiş bir gürültü yapmışlardı.
Oralarda ne olup bittiğini bilmeye mecburum, çünkü bana
engel olan bir şey vardır orada, farkındaydım bunun. Sonra
herkes kendi kendisini muayeneden geçirmeye de mecburdur.
Kişi benim gibi bir tepenin en sivri ucunda oturunca bu çeşit
gürültüler hoş gelmiyor kulağına. Ayrıca daima ışık içinde
bulunmaya da dikkat etmek gerek. Dünyanın hakkımızdaki
düşüncesi de bir ışıklanma değil midir? Evet, ne diyordum,
çocuklar korkunç bir gürültü yapmışlardı. Bunların en küçüğü
şapkamın altına kadar çıkmış patırtı edip duruyor, adamakıllı
sarsıyordu beni. Küçük düşünceler büyüyebilir, bunu fark
etmiş bulunuyorum, tam benim yaradılışıma uymamakla
beraber aynı şekilde dışarıdan da düşünceler gelebilir kişiye.
Bunlar yaradılışıma uymaz. Çünkü ne kadar etrafıma baksam
göremem onları, kendimin dışında hiçbirini fark edemem
onların. Ama içlerinden değirmen taşlarının gürültüsü
gelmeyen kanatsız evlerin de düşünceleri vardır. Onlar da
benim düşüncelerime gelir, nişanlanırlar onlarla. Oldukça
acayip tabii. Evet, çok acayip şey. Başımın üstüne yahut içime
bir şey geldi mutlaka değirmen aletlerinde bir bozukluk
olmuştur. Sanki baba kendi yarı parçasını değiştirmiş, daha
tatlı bir duygu, daha sevgi dolu, çok genç, sofu, buna rağmen
kendisi kalabilen, ama zamanla daha yumuşayıp sofulaşan bir
hayat arkadaşı edinmiş gibi olur. Buruk, mayhoş olan uçup
gitmiştir artık. Her şey neşe içindedir. Günler gider, günler
gelir, daima ileriye, aydınlığa, sevince doğru yürürüz. Sonra,
evet, bu da hem söylenmiş, hem de kitaplara yazılmıştır,
sonra zaman olur, bir gün gelir, ben göçüp giderim. Ama gene
de tam göçmem, yıkmaları gerekir beni, daha güzel bir
şekilde yeniden yükselmem için, işi sonuna ulaştırmam. Ama
gene de var olmakta devam etmem, tamamen başka bir şey
olmam, gene de aynı şey kalmam gerektir. Güneşle, ayla,
mumla, yağla, iç yağı ile ne kadar aydınlanmış olduğumu
kavramam güçtür benim. Duvarlarımın yıkıntıları içinden eski
odamın yeniden yükselmesi gerekir. Ben yalnız eski
düşünceleri muhafaza etmeyi ummak isterdim. Babamı,
anamı, büyükleri, küçükleri, ailemi dediğim gibi hepsini, bir
tek olanı, ama gene de birçok organlardan meydana gelen
şeyi, bütün o düşünce süresini muhafaza etmem gerekir.
Çünkü bunlarsız edemem ki ben. Bundan başka kendimin,
göğsümün içindeki değirmen taşlarıyla başımdaki kanatlarla,
beni çevreleyen koridorla ben olarak kalmam da gerekir.
Böyle olmazsa kendi kendimi tanıyamam, başkaları da beni
tanıyamaz. Bana değirmeni dağın üstünde görüyoruz ya işte,
görünüşü kibirli ama gene de kibirli değil, diyemezler."
Değirmen böyle söylüyordu. Bu söylediklerinden daha
fazlasını da söylüyordu, ama en önemlisi bunlardı.
Günler geldi, günler geçti, en yenisi de en son gelendi.
Değirmende yangın çıkmıştı. Alevler yükseliyor, dışarıyı,
içeriyi alevler sarıyor, çatı kirişlerini, tahtaları boydan boya
dolaşıyor, hepsini yok ediyordu. Değirmen yıkılmış, yerinde
yalnız bir kül yığını kalmıştı. Yangın yerinden dumanlar
çıkıyor, dumanları rüzgâr alıp götürüyordu.
Ama değirmende canlı olarak ne varsa yok olmadan
kalmış, yangından hiç zarar görmemiş, aksine kazanmıştı. Bir
can, birçok düşünce, ama gene de tek düşünceden ibaret olan
değirmendeki aile, hoşlarına gidebilecek yeni, güzel bir
değirmen elde etmişlerdi. Eski değirmenin tıpkısıydı bu yeni
değirmen. "İşte tepenin üstünde duruyor, görünüşü ne kadar
kibirli!" diyorlardı ama yeni değirmenin içi daha iyi, zamana
daha uygun yapılmıştı. Dünya, durmadan ileriye gidiyor
çünkü. Kurt yenikleriyle süngere dönmüş olan eski tahta yapı
toprak olmuş, kül olup gitmiş. Değirmenin asıl gövdesi, onun
sandığı şekilde yükselmiyordu. Çünkü yalnız kelimeleri
düşünmüştü
Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız