Ekim 18, 2024

Bayan İnci Serisi III

III

 

Yemek biter bitmez Chantal koluma girdi. Sigara saati, onun karışılmaz saati gelmişti. Yalnız olduğu vakitler sigarasını gider, sokakta içerdi. Yemekte bir konuğu bulunduğu vakitse bilardo salonuna çıkılır ve o, sigara içerek oynardı. O akşam bilardo salonunda yortu onuruna ateş bile yakılmıştı. Yaşlı dostum bilardo değneğini, ucunu büyük dikkatle tebeşirlediği çok nazik bir değneği aldı, sonra bana:

- Geç bakalım, oğlum! dedi.

Küçüklüğümü bildiği için, yirmi beş yaşında olmama karşın, bana böyle derdi.

Oyuna başladım. Birkaç karambol yaptım. Birkaçını kaçırdım. Fakat Bayan İnci düşüncesi boyuna kafamda dolaştığı için, birdenbire:

- Bay Chantal, diye sordum, Bayan İnci akrabanız mıdır?

Son derece şaşırıp oyunu bıraktı ve bana baktı.

- Nasıl bilmiyor musun? Bayan İnci'nin öyküsünü bilmiyor musun?

- Hayır.

- Baban sana hiç anlatmadı mı?

- Hayır.

- Bak hele! İşte bu tuhaf! Ama gerçekten tuhaf! Bu, kocaman bir öyküdür yahu!

Sustu, sonra yine:

- Hele bilsen, dedi, bunu bana böyle bir günde, haçı suya atma yortusunda sorman ne garip!

- Neden?

- Neden mi? Dinle. Bundan kırk bir yıl, bugünkü yortudan tastamam kırk bir yıl önceydi. O zaman Rouy-le-Trus'da, tabyalarda oturuyorduk. Ama iyi anlaman için sana önce evi tanımlamam gerek. Rouy, bir bayırın, daha doğrusu büyük bir çadır denizine egemen bir tepeciğin üstündedir. Orada, eski kale duvarlarının üstüne tırmanan güzel asma bahçeli bir evimiz vardı. Ev kentte, cadde üzerindeydi, ama bahçe ovaya bakardı. Bu bahçenin de, romanlarda olduğu gibi, kalın duvarların içinden inen gizli bir merdivenin ucunda, kıra açılan bir kapısı vardı. Koca bir çanı bulunan bu kapının önünden bir yol geçerdi. Köylüler uzun dolaşmazlar, tahılı bu kapıdan getirirlerdi.

Durumu gözünün önüne getiriyorsun, değil mi? O yılın haçı suya atma yortusunda bir haftadan beri kar yağıyordu. Sanki dünyanın sonu gelmişti. Ovaya bakmak için kale duvarlarına gittiğimizde, bu cilalı gibi parlayan donmuş, beyaz, bembeyaz ülke ta içimizi titretiyordu. Sanki Tanrı dünyayı, eski dünyaların debboyuna göndermek için bir pakete sarmıştı. İnan ki ortalık pek üzünçlüydü.

O sırada bütün aile bir arada oturuyorduk ve kalabalık, çok kalabalıktık. Babam, annem, amcam, yengem, iki kardeşim ve amcamın dört kızı filan. Amcamın kızları güzeldi. En küçükleriyle evlendim. Bütün bu kalabalıktan bugün ancak üç kişi kaldık: Karım, ben ve Marsilya'daki baldızım. Tanrım! Bir aile nasıl da dökülüyor! Bunu düşündüğüm zaman titriyorum! Ben, şimdi elli altı yaşımda olduğuma göre o zaman on beşimdeydim.

İşte, haçı suya atma yortusunu kutlayacaktık. Çok neşeli, ama çok neşeliydik! Herkes salonda akşam yemeğini beklerken ağabeyim Jacques: "Ovada on dakikadır bir köpek havlıyor," dedi, "herhalde yolunu yitirmiş bir hayvancağız olacak."

Ağabeyim daha sözünü bitirmeden bahçenin çanı çalındı. Sesi, insanın aklına ölüleri getiren kocaman kilise çanlarının sesine benzerdi; herkesi titretti. Babam uşağı çağırdı ve gidip bakmasını söyledi. Hep sustuk ve bekledik. Her yeri kaplayan karı düşünüyorduk. Adam döndüğü zaman hiçbir şey görmediğini bildirdi. Köpek hiç ara vermeden habire uluyor ve sesi hiç yer değiştirmiyordu.

Sofraya oturuldu. Fakat hepimizde, özellikle küçüklerde biraz heyecan vardı. Kızartmaya kadar işler yolunda gitti. Sonra çan yine çalınmaya başladı. Arka arkaya üç kez, hızlı hızlı, uzun uzun çalındı ve bizi parmaklarımızın ucuna kadar titreterek hepimize, bayağı, soluklarımızı kestirdi. Bildiklerimizden başka bir korkuya kapılmış, çatallar havada, hep dinleyerek birbirimize bakıyorduk.

Sonunda annem: "Yine gelmek için bu kadar çok beklenmesi garip," dedi, "yalnız gitmeyin Baptiste; bu baylardan biri sizinle birlikte gelsin."

Amcam François kalktı. Bu gücüne çok güvenen ve dünyada hiçbir şeyden korkmayan bir tür Hercule'dü. Babam kendisine: "Tüfeğini al" dedi, "ne olacağı bilinmez."

Fakat amcam bir bastondan başka bir şey almadı ve hemen uşakla birlikte çıktı.

Biz kalanlar, korku ve meraktan titreyerek yemeden ve konuşmadan bekledik. Babam bizi ferahlatmaya çalıştı, "göreceksiniz," diyordu, "bu ya bir dilenci veya karda yolunu şaşırmış bir yolcu çıkacak. İlk çaldığı vakit kapının hemen açılmadığını görerek yolunu bulmaya çalışmış, fakat beceremeyince yine kapımıza gelmiş olacak."

Amcamın yokluğu bize bir saat sürdü gibi geldi. Sonunda ateş püskürüp söverek döndü: "Vallahi kimse yok," diyordu, "muzibin biri olacak! Duvarlardan yüz metre ilerde uluyan o uğursuz köpekten başka hiç kimse yok. Eğer bir tüfek almış olsaydım, susturmak için, onu öldürecektim."

Yeniden yemeye başlandı. Fakat herkes diken üstündeydi. Olayın bitmiş olmadığı, şimdi bir şey çıkacağı, neredeyse çanın yine çalınacağı duyumsanıyordu.

Gerçekten çan, tam kral pastası kesilirken çalındı. Bütün erkekler hep birden kalktılar. Şampanya içmiş olan amcam François öyle bir öfkeyle onu öldürmeye gideceğini söyledi ki annemle yengem, alıkoymak için, üzerine atıldılar. Çok sessiz ve biraz sakat olduğu halde (attan düşüp kırdığı günden beri bacağını sürüklüyordu) babam da işi öğrenmek istediğini ve birlikte geleceğini bildirdi. Yirmi ve on sekiz yaşlarındaki ağabeylerim tüfeklerini almaya koştular. Bana hiç dikkat eden olmadığı için ben de bir bahçe tüfeği yakaladım ve gidenlere katılmaya hazırlandım.

Hemen yola çıkıldı. Babam ve amcam, fener tutan Baptiste'le birlikte önden gidiyorlardı. Onların arkasından ağabeylerim Jacques ve Paul yürüyorlardı. En arkadan da, teyzemle ve amcamın kızlarıyla birlikte evin eşiğinde kalan annemin yalvarmalarına karşın, ben geliyordum.

Kar bir saatten beri yeniden yağmaya başlamıştı. Ağaçlar hep kar yüklüydü. Çamlar, bu ağır ve uçuk giysinin altında ezilmiş, beyaz piramitlere, büyük şeker kellelerine dönmüştü. Sıkı ve küçük kuşbaşı biçiminde yağan karın esmer perdesinin arkasından daha cılız ağaççıklar, karanlıkta gayet solgun, ancak görülebiliyorlardı. Kar o kadar çok yağıyordu ki on adım ilerisini seçmek mümkün değildi. Duvara oyulmuş döner merdivenlerden inmeye başlanınca gerçekten korktum. Bana sanki arkamdan yürüyorlarmış, şimdi omuzlarımdan tutup beni götüreceklermiş gibi geldi. Eve döneyim dedim; fakat bahçeyi baştan başa geçmek gerektiği için cesaret edemedim.

Ovaya bakan kapının açıldığını duydum. Sonra amcam yine sövmeye başladı: "Hay Tanrı'nın belası! Yine gitmiş! Yalnızca gölgesini görsem, alimallah uğursuzu kaçırmam."

Önde görülen, daha doğrusu, görülmediği için duyumsanan ova korkunçtu. Yukarıda, aşağıda, karşıda, sağda, solda, her yerde sonsuz bir kar perdesinden başka bir şey görülmüyordu.

Amcam yine: "Hah, işte köpek yine uluyor," dedi; "nasıl tüfek attığımı kendisine öğreteyim de görsün. Hiç değilse bunu becerelim."

Fakat iyi yürekli babam: "Açlıktan bağıran bu zavallı hayvanı gidip almak daha uygun olur," dedi; "biçare yardım istemek için havlıyor; dara düşmüş insan gibi çağırıyor. Hadi o yana gidelim."

Ve bu perdenin, bu sıkı ve sürekli yağışın, havayı ve geceyi dolduran, kımıldayan, uçuşan, düşen ve erirken insanın etini donduran, küçük beyaz kuşbaşı parçaların, her dokunuşunda derinin çabuk ve şiddetli acısıyla eti tıpkı yakar gibi donduran bu köpüğün ortasında yola çıktık.

Bu soğuk ve yumuşak macunun içinde dizlerimize kadar batıyorduk. Yürümek için ayağı çok yukarı kaldırmak gerekiyordu. İlerledikçe köpeğin sesi daha durulaşıyor, daha güçleniyordu. Amcam: "Burada işte!" diye haykırdı. Geceleyin raslanan bir düşmana karşı yapıldığı gibi gözetlemek için duruldu.

Ben bir şey görmüyordum. Onun için ötekilere yetiştim ve gördüm. Fenerin kara gerdiği uzun ışık şeridinin ta ucunda ayakta duran bu köpeğin, bu kocaman kara köpeğin, bu uzun tüylü ve kurt başlı çoban köpeğinin görünüşü korkunçtu; gerçek değil de hayal gibiydi. Köpek kıpırdamıyordu; susmuştu, bize bakıyordu.

Amcam: "Garip şey," dedi; "ne ilerliyor, ne geriliyor. Kafasına bir kurşun yerleştirmeyi öyle istiyorum ki!"

Babam sert bir sesle: "Hayır," dedi; "onu tutalım."

O zaman ağabeyim Jacques: "Ama yalnız değil," diye ekledi; yanında bir şey var."

Gerçekten hayvanın arkasında bir şey, anlaşılması olanaksız esmer bir şey vardı. Sakınmayla yine yürünmeye başlandı.

Köpek, yaklaştığımızı görünce oturdu. Kötü bir niyeti yoktu. Daha çok, yanına insan getirebildiğinden dolayı hoşnut görünüyordu.

Babam doğru ona gitti ve onu okşadı. Köpek onun ellerini yaladı. Hayvanı küçük bir arabanın, üç veya dört yün örtüyle baştan başa sarılı bir tür oyuncak arabanın tekerleğine bağlamış oldukları anlaşıldı. Bu örtüler dikkatle açıldı ve Baptiste fenerini, tekerlekli bir yuvaya benzeyen arabanın kapısına yaklaştırınca, içeride bir bebeğin uyuduğu görüldü.

Öyle şaşırmıştık ki tek sözcük söyleyemiyorduk. Önce babam kendini topladı ve büyük yürekli, biraz da coşkun ruhlu olduğu için elini arabanın körüğüne uzatarak: "Zavallı atılmış yavru!" dedi; "sen artık bizdensin!" Sonra ağabeyim Jacques'a, öne düşerek arabayı çekmesini buyurdu.

Babam yine; yüksek sesle düşünür gibi:

"Bir sevda çocuğu," dedi; "zavallı annesi bu yortu gecesinde İsa'yı anarak kapımı çalmaya gelmiş."

Sonra yine durdu ve gecenin ortasında dört yana bütün gücüyle dört kez: "Onu aldık!" diye haykırdı. Arkasından elini kardeşinin omzuna koyarak mırıldandı: "Ya köpeğe ateş etseydin, François?"

Amcam yanıt vermedi. Fakat karanlıkta büyük bir haç işareti yaptı. Çünkü ileri geri davranışlarına karşın çok dindardı.

Köpek de koyverilmişti ve peşimizden geliyordu.

Bizim asıl eve dönüşümüzü görmeliydi! Önce arabayı duvarların içindeki merdivenden çıkarmak için çok sıkıntı çektik. Ama iş sonunda becerildi ve araba ta sofaya kadar getirildi.

Annem bilsen ne kadar tuhaf, ne kadar hoşnut ve telaşlıydı! Hele amcamın dört küçük kızı (en küçükleri altı yaşında vardı) bir yuvanın çevresinde dört tavuğa benziyorlardı. Hâlâ uyuyan çocuk, sonunda arabasından çıkarıldı. Bu, şöyle böyle altı haftalık bir kızdı. Kundağında on bin frank, evet, babamın çeyiz olsun diye bir yere yatırdığı on bin altın frank bulundu! Demek bu bir yoksul çocuğu değildi. Sanırım, bir küçükkentsoylu kızından doğma bir soylu çocuğuydu.. yahut da... Bin şey düşündük, fakat hiçbir şey öğrenemedik. Ama hiçbir şey... Hiç, hiçbir şey... Köpeği bile bir tanıyan çıkmadı. Hayvan yörenin yabancısıydı. Fakat ne olursa olsun, gelip kapımızı üç kez çalan erkek veya kadın, ailemi pekâlâ biliyordu. Yoksa onları böyle seçmezdi.

İşte bayan İnci altı haftalıkken Chantallerin evine bu biçimde girdi.

Ona Bayan İnci denmesi de sonradandır. Önce "Marie Simonne Claire" adı verilmişti. Claire, soyadı yerine geçiyordu.

Uyanıp çevresindeki adamlara ve ışıklara kararsız, mavi ve bulanık gözleriyle bakan bu çocukla yemek salonuna girişimiz gerçekten tuhaf oldu.

Yine sofraya oturuldu ve pasta paylaşıldı. Ben kral oldum. Kraliçeliğe de demin sizin yaptığınız gibi Bayan İnci'yi seçtim. O gün o, kendisine gösterilen saygının farkında bile olmadı.

İşte, çocuk evlat edinildi ve aile arasında yetiştirildi. Seneler geçtikçe o da büyüdü. Nazik, uysaldı ve sözdinleyen bir çocuktu. Herkes kendisini seviyordu. Eğer annem izin verseydi çok da şımartılırdı.

Annem sıra, derece gözeten bir kadındı. Küçük Claire'e kendi çocukları gibi bakmaya razı oldu, ama onunla aramızdaki ayrılığın iyice belirlenmesine ve bu durumun iyice yerleşmesine de önem verdi.

Onun için çocuk anlayacak yaşa gelir gelmez, kendisine öyküsünü anlattı ve incitmeden, hatta sevecenlikle küçüğün kafasına, Chanteller için evlat edinilmiş, benimsenmiş bir kız, ama ne de olsa yabancı bir kız olduğunu yerleştirdi.

Claire bu durumu garip bir zeka, şaşılacak bir içgüdüyle kavradı ve kendisine bırakılan yeri öyle becerikli, öyle hoş ve kibar bir biçimde tutup korumasını bildi ki, bu, babama, ağlatacak kadar dokunuyordu.

Annem de bu duygulu ve cana yakın yaratığın sınırsız minnetinden ve biraz korkak özverisinden çok hoşnut oldu; ona "kızım!" demeye başladı. Küçük, iyi ve beceriklice bir şey yaptıkça annem, heyecanlı zamanlarında hep olduğu gibi, bazen gözlüğünü alnına kaldırır ve! "Canım, bu çocuk inci, gerçek bir inci!" diye yinelerdi. Bu ad küçük Claire'e anı kaldı ve artık bizim için o Bayan İnci oldu gitti.

 

 

Guy de Maupassant

Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız

Editörün Son Yazıları

probiyotik

Islak Çeltiklere

probiyotik

Hiçsizliğe

probiyotik

Acıyor

probiyotik

Yıkık

Editörlerin Son Yazıları

kaptanfilozof06

Deprem Korkusu Arttı

probiyotik

Islak Çeltiklere

bubble30
Nielawore

"KINAR HANIMIN DENİZLERİ"

Bizden haberdar olmak için mail listemize kayıt olun