Kasım 24, 2024

Binbir Gece

Anlatırlar ki -ancak Allah bilgedir, her şeyi bilir, kesin
kudret sahibi ve hayırseverdir- eski çağlarda, ömrün ve
ânın akışı içinde, Sâsânî hükümdarları içinde, Hint ve
Çin adalarında hükmeden, orduların ve kavimlerin,
hizmetinde olanlarla kalabalık maiyetinin efendisi olan
bir hükümdar, bu hükümdarın da iki oğlu varmış: biri
büyük, biri küçük. İkisi de yiğit savaşçılarmış; fakat
büyük, küçükten daha yiğitmiş. Bu oğul, ülkelere
hükmeder ve adalet sağlayarak insanları yönetirmiş.
Bundan dolayı ülkelerinin halkları onu çok severlermiş.
Bu hükümdarın adı Şehriyar'imiş. Küçük kardeşi ise
Şahzaman adını taşıyor ve Semerkant-ül Acem'de
hüküm sürüyormuş.


İkisi de kendi ülkelerinde yaşıyor ve yirmi yıldır
halklarını yönetiyorlarmış. Bu sürenin sonunda her biri
servet ve saltanatlarının doruğuna yükselmişler.
Durumları böyleyken büyük kardeş, küçüğünü görmek
için şiddetli bir özlemin pençesine düşmüş; ve vezirine
gidip kardeşiyle birlikte geri dönmesini emretmiş; vezir,
“Duyduk ve itaat ettik!” yanıtını vermiş.


Sonra da yola koyulmuş; Tanrı'nın izniyle güvenlikle
küçük kardeşin ülkesine ulaşıp huzuruna çıkmış; ona,
“barış içinde yaşam” diledikten sonra Şah Şehriyar'ın
kendisini özlediğini ve gezisinin amacının onu
ağabeyini görmeye davet etmek olduğunu bildirmiş,
Şahzaman onu, “Duyduk ve itaat ettik!” diye yanıtlamış.
Sonra gezi hazırlıklarına başlayarak çadırlarını,
develerini, katırlarını, hizmetçi ve yardımcılarını
toparlamış. Sonra da kendi vezirini çağırarak yönetimi
ona bırakmış ve ağabeyinin ülkesine ulaşmak üzere
yola çıkmış.


Ancak, dinlenmek üzere konakladıkları yerde,
geceyarısına doğru, sarayda bir şey unuttuğunu
anımsamış ve dönüp sarayına girmiş. Eşini
yataklarında, kölelerinden bir zencinin boynuna sarılmış
uyurken bulmuş. Bunu görünce, gözünde dünya
kararmış; içinden “Böyle bir olay kentten ayrılır ayrılmaz
ortaya çıkıyorsa, bu alçak kadın, ben kardeşimin
yanında, bir süre uzakta bulunduğum sırada acaba
neler yapmaz?” demiş ve kılıcını çekerek ikisini de
yatağın örtüsü üzerinde öldürmüş; ve hemen o anda, o
saatte geri dönmüş ve konak yerinden hareket emri
vermiş. Gece gündüz kardeşinin kentine ulaşıncaya
kadar yol almış.


Ağabeyi, kardeşi için süslettiği kentte gelişinden sevinç
duyarak onu bağrına basıp selamlamış; ve coşkuyla
konuşmaya koyulmuşlar. Ancak eşiyle geçirdiği
serüveni anımsayarak Şahzaman'ın yüzünü bir keder
bulutu kaplamış; yüzü sararmış, bedeninde bitkinlik
duymuş, yemeden içmeden kesilmiş.


Şah Şehriyar, onu bu durumda görünce, içinden, bunu
Şahza-man'ın ülkesinden ve saltanatından ayrılmasına
vermiş; ve bu konuda ona hiçbir şey sormadan
kardeşini kendi haline bırakmış. Ama, sonraki günlerde,
ona: “Kardeşim, nedenini bilmiyorum ama, vücudunu
bitkin ve yüzünü sararmış görüyorum” demiş. Kardeşi,
“Kardeşim, içimde işleyen bir yara var” diye yanıt
vermiş; ancak başına geleni ve karısına ne yaptığını
açıklamamış. Şah Şehriyar, ona, “Benimle sürek avına
çıkmanı çok istiyorum. Böylece için ferahlar!” demiş.
Fakat Şahzaman, bunu hiç kabule yanaşmamış; ve
Şah Şehriyar yalnız başına ava gitmiş.


Padişahın sarayında bahçeye bakan pencereler
varmış; Şahzaman bakınmak için bunlardan birinin
önünde eğilmiş otururken sarayın bahçe kapısı açılmış;
buradan yirmi kadın, yirmi erkek köle çıkmış; kardeşinin
eşi Sultan da tüm göz kamaştırıcı güzelliğiyle bunlann
arasında duruyormuş. Bunlar bahçenin ortasındaki
havuza yaklaşınca, tamamen soyunup birbirlerine
katılmışlar; birdenbire Şah'ın eşi, “Ey Mesut, ya Mesut!”
diye haykırmış; ve hemen iri kıyım bir zenci yaklaşıp
onu kucaklamış ve yere yatırıp üstüne çullanmış. Bunu
bir işaret bilerek tüm öteki erkek köleler, dişi kölelere
aynı şeyi yapmışlar; ve böylece uzun süre birlikte
kalmışlar; gün batıncaya kadar öpüşmelerini,
sarmaşmalarını ve çiftleşmelerini ve de benzeri
davranışlarını sürdürmüşler.


Bunu görünce Şah'ın kardeşi, kendi kendine, “Allah
için! Benim başıma gelen felaket bunun yanında hiç
kalır; gerçekten de bu gördüklerim çok daha beter”
demiş ve derdini, kederini unutmuş; o andan
başlayarak durup dinlenmeden yiyip içmeye başlamış.
O sırada ağabeyi Şah, avdan dönmüş; birbirlerine
esenlik dilemişler. Sonra Şah Şehriyar, kardeşi
Şahzaman'ın benzine kan geldiğini ve yüzünün
canlandığını görmüş; bir de uzun süre bir şey
yememişken, birden tüm iştahıyla yemek yediğini fark
etmiş. Buna şaşarak, “Kardeşim, görüyorum ki yüzünün
solgunluğu geçmiş! Nasıl oldu bu, anlat bana!” demiş.
Kardeşi onu, “Sana ilk rahatsızlığımın nedenini
anlatacağım; ama sağlığımı yeniden kazanmamın
nedenini anlatmamı benden isteme!” diye yanıtlamış.
Şah ona, “Öyleyse ilkin bana solup sararmanın ve
düşkünlüğünün nedenini söyle de bir anlayayım!”
demiş. Şahzaman, “Yanına gelmem için vezirini bana
gönderince, yola çıkma hazırlıkları yaptım ve kentten
dışarı çıktım. Sonra yolda sana getireceğim ve sarayda
sunacağım bir hediyeyi unuttuğumu anlayınca geri
döndüm ve karımı, yatağımın örtüsü üstünde bir
zenciyle yatmış uyurken buldum. İkisini de öldürdüm;
sonra da sana ulaşmak için yola koyuldum; bu serüveni
düşünerek kahrolup durdum; yüzümün sararmasının ve
düşkünlüğümün nedeni buydu. Yeniden sağlığıma
kavuşmamın nedenini açıklamamı benden isteme!”
diye yanıt vermiş.


Ağabeyi bu sözleri işitince, ona, “Allah aşkına, bana
sağlığına kavuşmanın nedenini de açıkla!” demiş.
Bunun üzerine Şahzaman gördüğü her şeyi ona
anlatmış; Şehriyar, “Bunları kendi gözümle görmem
gerekir!” deyince; kardeşi, ona “Öyleyse yeniden ava
çıkacakmış gibi hazırlan; sonra benimle birlikte sarayda
gizlen; her şeyi görecek ve gerçeği anlayacaksın!”
demiş.


Şah, hemen, tellallarla, ava çıkacağını ilan ettirmiş ve
askerlerini çadırlarıyla kentin dışına yollamış, kendisi
de yola koyulup çadıra yerleşmiş; genç kölelerine,
“Yanına kimseyi sokmayın!” buyruğunu vermiş; sonra
kılık değiştirip gizlice saraya dönmüş; kardeşinin yanına
ulaşmış; ve onunla birlikte bahçeye bakan bir
pencerenin kenarına oturmuş. Aradan bir saat geçmiş
geçmemiş; hanımları ortalarında, kadın köleler ve de
erkek köleler bahçeye girmişler ve Şahzaman'ın
anlattığı gibi davranmışlar ve asr zamanına kadar
eğlenceyi sürdürmüşler.


Şah Şehriyar, bu durumu görünce, aklı başından gitmiş
ve kardeşi Şahzaman'a, “Kalkıp yola çıkalım ve Allah'ın
çizdiği yolda bahtımızı arayalım!” demiş; “Çünkü
haysiyetsiz saltanat olmaz; bizimkinden beter bir
durumla karşılaşmadıkça da olmayacaktır. Yoksa,
doğrusu yaşamaktansa ölmek yeğdir!” demiş. Buna
kardeşi de olumlu yanıt vermiş. Sonra birlikte sarayın
gizli bir kapısından çıkıp gitmişler; ve bir deniz
kıyısındaki çayırda tek başına duran bir ağaca
ulaşıncaya kadar gece gündüz demeden yol almışlar.
Bu çayırda, bir tatlı su kaynağı varmış; bu sudan
içmişler ve dinlenmek üzere oturmuşlar.
Günün bir saati geçmiş geçmemiş ki, deniz kaynamaya
başlamış ve birdenbire, siyah bir duman sütunu oradan
göğe doğru yükselmiş; ve bulundukları çayıra doğru
yönelmiş. Bunu görünce korkmuşlar ve ağacın en
yukarısına tırmanmışlar; ve de bundan ne çıkacağını
izlemeye başlamışlar. Birdenbire kara duman, uzun
boylu, geniş omuzlu, iri göğüslü, başında sandık
taşıyan bir ecinniye dönüşmüş. Ecinni karaya çıkmış ve
tünedikleri ağacın altına gelip durmuş; sandığın
kapağını açmış; oradan büyük bir kutu çıkarmış; onun
da kapağını açmış; birden bire oradan güneş gibi
parlayan, güzelliği göz kamaştıran ve arzu uyandıran
bir genç kız çıkmış. Şairin dediği gibi:
Elinde meşale gölgelerden çıkagelince, karanlıklar
aydınlığa dönüşmüş; saçtığı ışık şafağı söndürmüş
adeta; güneşler onun ışığını yansıtmış; ay gözlerinin
gülüşünü... Sırlarının tülleri yırtılınca; yaratıklar baygın,
ayaklarına serilmişler. Tatlı bakışının yoğun ışığı
karşısında tutkulu gözyaşları kirpikleri ıslatmış.
Ecinni, güzel genç kıza iyice bakıp ona, “Ey ipeksi
şeylerin sultanı! Ey düğün gecesinde yatağından
kaçırdığım! Bir parça dizinde uyumak isterim senin!”
demiş. Ve ecinni, başını genç kızın dizlerine yaslayarak
uykuya dalmış.


O anda genç kız, bakışını ağacın tepesine çevirmiş. Ve
ağaca gizlenmiş iki hükümdarı görmüş. Hemen
ecinninin başını dizlerinden kaldırarak yere bırakmış;
ağacın altında yer alarak işaretle onlara, “İnin aşağı, bu
ifritten korkmayın!” demek istemiş; onlar da işaretle
yanıt vermişler: “Ah! Allah seni korusun! Bu korkulu
işten bizi bağışla!” diye. Kız da yine işaretle, “Allah sizi
de korusun! Hemen aşağı inin, yoksa ifrite söylerim,
ikinizi de en kötü ölümle telef eder” demiş. Bunu
anlayınca korkmuşlar ve ağaçtan inmişler. Kız onları
karşılamak için ayağa kalkmış ve onlara, “Gelin,
mızraklarınızla, sert ve zorlu biçimde beni delin! Yoksa
ifriti uyandırırım!” demiş. Korku içinde Şehriyar,
Şahzaman'a, “Kardeşim, onun istediğini ilkin sen yap!”
demiş. Kardeşi de ona, “Ağabeyim olarak sen örnek
olmadıkça hiçbir şey yapmam!” demiş. Böylece ikisi de
birbirini göz kırparak kandırmaya çalışmış. Bunu
görünce kız, “Niye öyle gözlerinizi kırpıştırıp
duruyorsunuz? Hemen gelip istediğimi yapmazsanız
ifriti şimdi uyandırırım!” demiş. Cebinden küçük bir
torba, bunun içinden de beş yüz yetmiş mühür yüzük
dikili bir gerdanlık çıkararak onlara, “Bunun ne
olduğunu biliyor musunuz?” diye sormuş; “Bilmiyoruz!”
yanıtını alınca, “Bu yüzüklerin sahiplerinin hepsi, bu
ifritin gafil boynuzları üzerinde benimle çiftleşti. Bundan
dolayı siz iki kardeş de bana yüzüklerinizi vereceksiniz”
demiş. Bunu duyunca iki kardeş parmaklarından
çıkararak yüzüklerini ona vermişler. Kız bunun üzerine
onlara: “Bilin ki, bu ifrit beni düğün gecemde kaçırdı.
Beni bir kutuya koydu; kutuyu da bir sandığa yerleştirdi.
Sandığa yedi kat zincir vurdu ve dalgaların çarpışıp
vuruştuğu kudurgan bir denizin dibine koydu. Ama, biz
kadınların bir şeyi isteyince, hiçbir şeyin bizi
engelleyemeyeceğini bilmiyordu. Zaten şair ne demiş:
Dostum, kadınlara inanma! Vaatlerine gül geç! Çünkü
onların iyi ya da kötü halleri ferçlerinin heveslerine
bağlıdır. Güya aşktan söz ederler; oysa hainlik onları
sarıp giysilerinin titreşiminde şekillenir. Yusuf'un
dediklerini saygıyla anımsa; Âdem'i cennetten
kovdurmak için iblisin kadını kullandığını unutma!
Kınamalarından da vazgeç dostum! Bir işe yaramaz!
Çünkü yarın kınadıklarının nezdinde temiz sevginin
yerini çılgınlık alacaktır. Hele hiç şöyle deme: Aşka
düşersem, âşıkların çılgınlığına kapılmayacağım! Sakın
bunu söyleme! Çünkü gerçekte kadınların ayartısından
yakasını sıyırmış bir erkek, olmayacak şeydir.


Bu sözleri duyan iki kardeş, şaşkınlığın son kertesinde
şaşırmışlar; ve birbirlerine, “Bu bir ifrit olduğu halde,
bütün gücüne karşın, bizim başımıza gelenlerden daha
müthiş şeyler onun başına gelmiş; bu serüven bize bir
teselli olmalıdır” demişler.


O anda genç kızın yanından ayrılmışlar; her biri kendi
ülkesine dönmüş.


Şah Şehriyar sarayına dönünce, karısının başını
ensesinden vurdurmuş; ve aynı biçimde kadın köleler
ile erkek kölelerin de başlarını vurdurmuş. Sonra
vezirine, her gece kendisine bakire bir genç kız
getirmesi emrini vermiş; ve her gece bir genç kızı
koynuna alıp bekâretini gidermiş; sabah olunca da
öldürtmüş; ve üç yıl boyunca böyle davranmaktan
vazgeçmemiş. Bu yüzden halk, acı haykırışlar ve korku
kargaşası içinde, kız çocuk olarak ellerinde ne kalmışsa
alıp ülkeyi terk etmişler. Kentte hükümdarın saldırısına
boyun eğecek tek bir kız bile kalmamış.
Tam bu sırada, şah, vezirine her zamanki gibi, bir genç
kız bulmasını emretmiş; vezir çıkıp aramış; fakat hiçbir
kız bulamamış; tüm üzgünlüğü, tüm kırgınlığıyla eve
dönmüş; şah yüzünden yüreği korkuyla doluymuş.
Bu vezirin, güzellik, çekicilik, parlaklık ve
mükemmellikten yana nasibini almış iki kızı varmış;
büyüğünün adı Şehrazat, küçüğününkinin
Dünyazat' imiş. Şehrazat kitaplar, yıllıklar; eski
hükümdarların efsanelerini ve geçmiş halkların
öykülerini okumuş; hatta eski çağlardaki halkların,
hükümdarların ve şairlerin yaşam ve yapıtlarından
oluşan bin ciltlik bir kitaplığı da varmış. Çok güzel
konuşur,, dinlemesine doyum olmazmış,
Şehrazat, babasını üzgün görerek, sormuş: “Neden
böylesine düşünceli ve üzgün, değişmiş, yıkılmış
görüyorum seni?” diyerek; “Bil ki babacığım şairin
dediği gibi:
Üzgünsün, görüyorum, rahatlasana! Hiçbir şey sürüp
gitmez: Neşeler gibi dertler de erir biter günü gelince!”
demiş.
Vezir bu sözleri işitince, hükümdarla olup biten her şeyi
başından sonuna kadar kızına anlatmış. Bunun üzerine
Şehrazat, ona “Allah'ın izniyle babacığım, beni bu
hükümdarla evlendir! Ya kurtulur yaşarım; ya da
ölümüm ümmet-i müsliminin kızları için bir kurtarmalık
oluşturur, onları şahın pençesinden almış olurum!”
demiş. Bunu duyan vezir, “Allah seni esirgesin! Seni
asla böylesi bir tehlikeye atmam!” demiş; kız ise “Bu
tehlikeyi göze almak gerek!” yanıtını vermiş. Vezir de,
“Dikkat et de, senin de başına Çiftlik Sahibi ile Öküz ve
Eşek öyküsündeki olanlar gelmesin! Hele bir dinle!”
demiş.

Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız

Editörün Son Yazıları

probiyotik

Çile

probiyotik

Yattığım Kaya

probiyotik

Kaldırımlar

probiyotik

Islak Gül

Editörlerin Son Yazıları

kaptanfilozof06

Hindistan'da İlginç Olay

probiyotik

Çile

bubble30

İÇİNDEKİ CEVHERİ KORUYANLAR

Nielawore

"HALİME TERCÜMANDIM"

Bizden haberdar olmak için mail listemize kayıt olun