Demir Hans
Bir zamanlar bir kral vardı. Sarayının bulunduğu yerdeki kocaman ormanda her türlü vahşi hayvan yaşamaktaydı.
Bir gün avcılarından birini bir ceylan vursun diye ormana yolladı. Ama avcı geri dönmedi.
"Herhalde başına bir şey geldi" diyen kral, ertesi gün onu aramak üzere iki avcı daha gönderdi, ama onlar da geri gelmedi. Üçüncü gün tüm avcılarını çağırdı ve "Bütün ormanı arayın, üçünü de bulmadan geri dönmeyin!" dedi. Ne var ki, hiçbiri geri dönmedi. Yanlarına aldıkları av köpeklerini de gören olmadı.
O günden sonra kimse ormana gitmeye cesaret edemedi. Kral derin bir sessizliğe bürünerek yalnızlığa itildi. Arada sırada başının üzerinde bir kartal ya da atmaca uçtuğu oluyordu.
Bu böylece dört yıl sürdü. Derken yabancı bir avcı kralın huzuruna çıkarak iş istedi, hatta o tehlikeli ormana da girebileceğini söyledi. Ama kral buna razı gelmedi ve "Orası uğursuz bir yer, oraya gidersen sen de ötekilerin akıbetine uğrarsın" dedi.
"Efendim, ben bunu göze alıyorum, çünkü ben hiçbir şeyden korkmam!" diye cevap verdi avcı. Köpeğini yanma alarak ormana daldı. Çok geçmeden köpeği vahşi bir hayvanın peşine takıldı, ama henüz birkaç adım atmıştı ki, derin bir bataklığa saplandı. Aynı anda sudan çıplak bir kol uzanarak hayvanı aldığı gibi dibe çekti. Avcı bunu görünce geri döndü, yanına üç adam aldı ve hepsi ellerindeki kovalarla bataklığın suyunu boşalttı. Dibe geldiklerinde orada vahşi bir adamın yatmakta olduğunu gördüler. Adamın bütün vücudu kahverengiydi, paslı demiri andırıyordu. Yüzünü örten saçları ta dizlerine kadar uzamıştı. Onu iplerle bağlayarak saraya götürdüler.
Bu vahşi adamı her gören şaşıp kaldı. Kral onu demir bir kafese kapattı ve kapısını açanı ölüm cezasına çarptıracağını ilan ederek anahtarını da saklaması için kraliçeye verdi.
Artık herkes korkusuzca ormana gidebilirdi.
Kralın sekiz yaşında bir oğlu vardı. Oğlan bir gün sarayın avlusunda oynarken altın topunu kafese kaçırdı. Bunun üzerine vahşi adama "Topumu geri ver!" dedi.
"Bana şu kapıyı açmadan topu sana vermem!" diye cevap verdi adam.
"Olmaz! Bunu yapamam, kral yasakladı!" diyen oğlan koşarak oradan uzaklaştı.
Ertesi gün oğlan yine gelerek topunu istedi.
Vahşi adam "Kapıyı aç!" dedi, ama çocuk razı olmadı.
Üçüncü gün kral avlanmak üzere ormana gitti. Oğlan yine kafesin yanına vararak, "İstesem de kapıyı açamam, çünkü anahtarı bende değil" dedi.
"Anahtar annenin yastığının altında, gidip alabilirsin" diye cevap verdi adam.
Topundan başka bir şey düşünemeyen oğlan her türlü uyarıyı göz ardı ederek anahtarı alıp getirdi. Kapıyı açmak zor oldu, oğlan parmağını sıkıştırdı.
Neyse, kapı açılır açılmaz vahşi adam dışarı çıktı, oğlana altın topunu verdikten sonra oradan sıvışmaya kalkıştı.
"N'olur gitme! Yoksa dayak yerim!" dedi oğlan.
Vahşi adam geri döndü ve onu da sırtına alarak hızlı adımlarla oradan uzaklaştı.
Kral geri döndüğünde kafesi boş bulunca, karısına bunun nasıl olduğunu sordu. Kadının hiçbir şeyden haberi yoktu, anahtarı aradıysa da bulamadı. Oğluna seslendi, ama hiçbir cevap alamadı.
Kral oğlunu aramak için her tarafa adamlarını saldı, ama onlar da hiçbir şey bulamadı. Kral neler olabileceğini tahmin etti, bunun üzerine bütün saray yas tuttu.
Vahşi adam ormana daldıktan sonra sırtındaki oğlanı yere indirip ona, "Anneni ve babanı artık hiç göremeyeceksin. Bundan sonra sana ben bakacağım, çünkü sen beni kurtardın ve sana acıdım. Her istediğimi yerine getirirsen yanımda rahat edersin. Dünyada hiç kimsenin sahip olamadığı kadar altın ve hazine var bende" dedi.
Oğlana yosunlardan bir yatak yaptı, o da hemen yatıp uyudu.
Ertesi gün birlikte bir kuyunun başına vardılar.
"Şu altın kuyuyu görüyor musun? Kristal gibi aydınlık ve tertemiz. Sen burada nöbet tutacaksın; dikkat et içine bir şey düşmesin. Yoksa kirlenir. Emrimi yerine getirdin mi diye her akşam gelip bakacağım" dedi adam.
Oğlan kuyunun başına oturdu; içinde bazen altın bir balık ya da altın bir yılan görünüyordu. İçine hiçbir şey düşmemesi için hep dikkat etti.
Bir keresinde parmağı öyle acıdı ki, ister istemez elini suya soktu. Hemen çekti, ama parmağı altına bulaşmıştı bir kere; ne kadar silmeye çalıştıysa da yararı olmadı.
Akşam olunca Demir Hans çıkageldi ve oğlanı görünce "Kuyuya ne oldu?" diye sordu.
"Hiç" diye cevap veren oğlan, görülmemesi için parmağını arkasında sakladı.
"Sen parmağını kuyuya sokmuşsun! Bu seferlik seni affediyorum, ama dikkat et bir daha kuyuya bir şey girmesin!" dedi adam.
Ertesi sabah oğlan yine kuyunun başına geçerek nöbet tuttu. Parmağı yine acımaya başlayınca onu saçlarının arasında gezdirdi; ne yazık ki o sırada saçının bir teli kuyuya düştü; hemen alıp çıkardı, ama saçının o teli altına dönüşmüştü.
Demir Hans yine çıkageldi, neler olduğunu çok iyi biliyordu. "Saçını kuyuya düşürmüşsün!" dedi. "Hadi bunu da görmemiş olayım, ama aynı hatayı üçüncü kez yaparsan kuyu pislenmiş olacak, o zaman benim yanımda kalamazsın!"
Üçüncü gün oğlan yine kuyu başındaydı; ne kadar acısa da parmağını yerinden oynatmadı. Ama zaman bir türlü geçmek bilmiyordu. Suda kendi yüzünü görmek istedi. Bu nedenle kuyuya iyice sarktı ve bu arada omuzlarına kadar uzanan saçları suya değdi. Oğlan hemen doğruldu, ama saçları altın sarısına dönüşmüştü ve güneş altında pırıl pırıl parlamaktaydı. Onun ne kadar korktuğunu tahmin edebilirsiniz! Hemen cebinden mendilini çıkararak, adam görmesin diye başını sardı.
Adam yine geldiğinde her şeyi biliyordu. "Çıkar şu mendili başından" dedi.
Altın sarısı saçlar meydana çıktı. Oğlan ne kadar özür dilediyse de bir yararı olmadı.
"Sınavı geçemedin, artık burada kalamazsın. Git, başının çaresine bak. Yoksulluğun ne demek olduğunu göreceksin o zaman. Ama aslında iyi kalpli olduğun için sana bir iyilikte bulunacağım: ne zaman başın sıkışırsa, ormana git ve Demir Hans diye seslen. Ben çıkar gelirim ve sana yardım ederim. Ben tahmin edemeyeceğin kadar güçlüyüm; altın ve gümüşten hazinem bitmez tükenmez!" dedi adam.
Kralın oğlu ormandan ayrıldı, az gitti uz gitti, dere tepe düz gitti, derken büyük bir şehre geldi. Geçinebilmek için kendine iş aradı, ama bulamadı. Sonunda saraya giderek oraya sığınmak istedi. Saraydakiler ondan nasıl yararlanabileceklerini bilemedi, ama oğlandan hoşlandıkları için yanlarında kalmasına göz yumdular. Önce onu aşçıbaşının yanına verdiler.
Aşçıbaşı ona odun ve su taşıma görevi verdi, aynı zamanda da ocağa bakacaktı. Bir gün başka adam olmadığı için krala yemeğini tepsi içinde o götürdü. Altın saçları görünmesin diye başına bir şapka geçirdi. Kral hiç böyle bir şey görmemişti. "Kralın huzuruna şapkayla çıkılmaz, çıkar onu başından!" diye gürledi.
"Ah efendim, çıkaramam" dedi oğlan ve ekledi: "Çünkü başımda bit var."
Kral aşçıyı çağırtarak "Nasıl olur da böyle bir oğlanı yanında çalıştırırsın?" diye azarladı ve onu hemen kovmasını söyledi.
Ama oğlana acıyan aşçı onu bahçıvanın yanına verdi.
O günden sonra oğlan hep fidan dikti, çiçek suladı, toprak kazdı. Rüzgâr, yağmur demeden hep bahçede çalıştı.
Bir yaz günü çok sıcak bir havada, bahçede çalışırken serinlemek için başından şapkasını çıkardı. Güneş saçlarına vurunca pırıl pırıl bir ışık prensesin yatak odasına yansıdı. Kız ne oluyor diye yerinden fırladı. Oğlanı görünce ona "Bana bir demet çiçek getir!" diye seslendi. Oğlan hemen şapkasını başına geçirdi. Kopardığı bir demet yabani çiçeği sarıp sarmalayarak kıza götürmek üzere merdivenden çıkarken bahçıvan onu gördü.
"Nasıl olur da prensese böyle kötü çiçek götürürsün? Hemen git, en güzel ve en nadir çiçeklerden bir demet yap!" dedi. Ama oğlan, "Hayır, yabani çiçekler daha güçlüdür, onun daha hoşuna gidecek!" diye cevap verdi.
Odasına vardığında, "Şapkanı çıkar, benim önümde böyle durman yakışık almaz!" dedi prenses.
"Çıkaramam, kafamda bit var!" dedi oğlan. Ama kız zorla onun şapkasını çıkarınca oğlanın o şahane altın sarısı saçları omuzlarına döküldü.
Oğlan oradan kaçmak istedi, ama kız onu kolundan yakalayarak bir avuç dolusu altın para verdi.
Oğlan oradan çıktı, ama kızın verdiği şeye hiç dikkat etmeden, olduğu gibi bahçıvana uzattı. "Al bunları, çocuklarına ver, oynasınlar!" dedi.
Ertesi gün prenses onu yine çağırarak bir demet kır çiçeği getirmesini istedi. Oğlan geri döndüğünde yine başından şapkasını çekip almayı denedi, ama oğlan her iki eliyle şapkasını sımsıkı başında tuttu. Bunun üzerine kız ona yine bir avuç dolusu altın verdi. Ama oğlan bunu kendine saklamayıp oyuncak diye bahçıvanın çocuklarına hediye etti.
Üçüncü gün de aynı şey oldu; kız oğlanın şapkasını alamadı. Üstelik oğlan onun altınını istemedi.
Derken günün birinde savaş çıktı. Kral halkını topladı; düşmanın gücünü ve kendi ordusunun bu düşmana karşı koyup koyamayacağını bilemiyordu. Bunun üzerine oğlan "Ben artık büyüdüm, ben de savaşmak istiyorum, bana bir at verin" dedi.
Herkes güldü ve "Biz gidiyoruz. Ahıra git bak, sana bir at bıraktık!" dediler.
Onlar gittikten sonra oğlan ahıra girerek o atı çıkardı; hayvanın bir bacağı sakattı ve topallaya topallaya yürüyordu.
Oğlan buna aldırmadan atına atlayarak karanlık ormana gitti. Orman kenarına vardığında üç kez "Demir Hans!" diye haykırdı. Güçlü sesi ağaçlar arasında yankılandı. Derken vahşi adam çıkageldi ve "Ne istiyorsun?" diye sordu.
"Safkan ve güçlü bir at istiyorum, savaşa gideceğim."
"İstediğin olsun! Daha fazlasını da vereyim."
Vahşi adam ormana geri döndü ve aradan çok geçmeden bir seyis çıkageldi. Yanında safkan bir at vardı; hayvan burnundan soluyor ve yerinde duramıyordu. Ardında da zırhlara bürünmüş bir alay savaşçı vardı. Hepsinin kılıçları güneşte parlıyordu.
Oğlan, sakat atını seyise teslim ettikten sonra öbür ata binerek askerlerinin başına geçti.
Savaş yerine vardığında kralın adamlarından çoğu ölmüştü, kalanları da ölmek üzereydi. Oğlan zırhlı askerleriyle fırtına gibi düşmana çullandı ve kendisine karşı çıkan herkesi saf dışı bıraktı. Onlar kaçmak istediyse de, oğlan peşlerini bırakmayarak tek bir kişiyi bile sağ bırakmadı. Daha sonra, kralın yanma döneceğine adamlarını alarak yine ormana döndü ve Demir Hans'a seslendi.
"Ne istiyorsun?" diye sordu vahşi adam.
"Al senin şu yağız atını, bana üç bacaklı hayvanımı geri ver" dedi oğlan.
Kral savaştan dönünce kızı onun yanına vararak kazandığı zaferden ötürü babasını kutladı.
"Zaferi kazanan ben değilim" dedi babası, "yabancı bir şövalye adamlarıyla geldi, o kazandı."
Prenses bu yabancı adamın kim olduğunu bilmek istedi, ama bunu kral da bilmiyordu. "Kendisi düşmanı kovaladı, ama onu bir daha göremedim" dedi.
Kız saraydaki bahçıvana yanında çalışan oğlanı sordu. Bahçıvan gülerek şöyle dedi: "Az önce topal atıyla çıkageldi, herkes onunla alay etti. Bizim topal atlı gelmiş dediler ve Hangi köşede gizlenip pinekledin diye sordular. O da, 'Ben elimden gelenin en iyisini yaptım, ben olmasaydım haliniz yaman olurdu' diye cevap verdi. Bunun üzerine daha da fazla güldüler."
Kral kızına şöyle dedi: "Üç gün sonra büyük bir şenlik düzenleyeceğim. Sen ortaya bir altın elma fırlatacaksın, belki o yabancı çıkagelir!"
Şenlik her yana duyurulunca oğlan yine ormana girerek Demir Hans'a seslendi.
"Ne istiyorsun?" diye sordu Demir Hans.
"Prensesin atacağı altın elmayı yakalamayı."
"Tamam, onu yakalamış bil! Ama giyimin kuşamın kırmızı olacak ve mağrur bir tilkiye binmiş olacaksın" dedi Demir Hans.
Yarışma günü gelince oğlan da yarışmacılar arasında yer aldı, ama kimse onu tanımadı.
Prenses öne doğru çıkarak altın elmayı fırlattı, ama kimse onu oğlandan önce yakalayamadı. Üstelik elmayı kaptıktan sonra hiç vakit kaybetmeden oradan çekip gitti.
İkinci gün Demir Hans onu beyazlara büründürerek altına yağız bir at verdi. Oğlan yine altın elmayı yakaladıktan sonra hiç durmadan oradan uzaklaştı.
Kral çok öfkelendi. "Böyle bir şey olamaz, kendisi huzuruma çıkıp bana adını söyleyecek!" diye bağırdı.
Buna göre elmayı bu kez yakalayan şövalye hemen uzaklaşıp giderse peşine düşülecek, kendi arzusuyla dönmezse yaka paça alınıp kralın huzuruna getirilecekti!
Üçüncü gün oğlan, Demir Hans'tan siyah bir giysi ve takımlarla bir Arap atı aldı ve yine altın elmayı kapıverdi. Oradan kaçmak isterken kralın adamları peşine takıldı. O kadar yaklaştılar ki, birisi kılıcıyla oğlanı ayağından yaraladı. Buna rağmen oğlan kendisini kurtardı. Atı öyle bir sıçrayış yaptı ki, başındaki miğfer yere düştü ve herkes onun altın saçlarını gördü. Dönerek krala bunu anlattılar.
Ertesi gün prenses bahçıvana yine yanında çalışan oğlanı sordu.
"Bahçede çalışıyor, o da şenliklere katılmıştı, dün akşam geri döndü. Çocuklarıma üç tane altın elma getirdi!" dedi bahçıvan.
Kral onu yanma çağırdı. Oğlan çıkageldi, başında yine şapkası vardı. Ama prenses hemen onu yanına çağırarak başındaki şapkayı çekip aldı. Oğlanın altın saçları omuzlarına dökülüverdi, o kadar yakışıklıydı ki, herkes şaşakaldı.
"Her defasında değişik giysilerle gelen ve üç altın elma kazanan şövalye sen miydin?" diye sordu kral.
"Evet, işte elmalar!" diyen oğlan, onları cebinden çıkararak krala verdi. "Daha fazla kanıt istiyorsanız, işte peşime düşen adamlarınızın bacağımda açtığı yara! Düşmana karşı size savaşı kazandıran şövalye de benim!" diye ekledi.
"Tüm bunları yaptığına göre sen bahçıvan falan değilsin. Söyle bana bakayım, sen kimin oğlusun?"
"Benim babam güçlü bir kraldır. Benim de tonlarca altınım var, canımın istediğinden de fazla!"
"Anlıyorum" dedi kral. "Sana teşekkür borçluyum. Hoşuna gidecek bir şey yapabilir miyim bari?"
"Evet" diye cevap verdi oğlan, "Sizden evlenmek üzere kızınızı istiyorum!"
"Babam buna karşı çıkmaz; ben onun altın saçlarını daha önce görmüş ve bahçıvan olmadığını anlamıştım zaten" dedi prenses ve yanına vararak oğlanı öptü.
Düğüne oğlanın annesiyle babası da geldi. Çok neşeliydiler; sevgili oğullarını görmekten neredeyse ümidi kesmişlerdi.
Düğün sofrasına oturduklarında birden müzik kesildi, kapılar açıldı ve içeriye maiyetiyle birlikte görkemli bir kral girdi. Oğlana doğru yürüdü, onu kucakladı ve şöyle dedi: "Ben Demir Hans'ım. Bana büyü yapılmıştı ve vahşi bir adama dönüşmüştüm, ama sen beni kurtardın. Sahip olduğum tüm hazineler senin olsun!"
Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız