İki Falcı Kadın
Halkın oyu çok kez bir rastlantıdan doğar;
Ünler, modalarsa
Halkın oyuna bağlıdır her zaman.
Her türlü insan arasından
Dayanak bulabilirim bu önsözüme.
Körü körüne bir inanmadır gider
Çatışır, inatlaşır millet habire.
Bu arada kim okur, kim dinler
Doğruya biraz yaklaşan çıksa da.
Bir sel gibi bir şey bu, ne yaparsın?
Akıp gitmesini beklemek zorundasın.
Böyle gelmiş böyle gidecek dünya.
Bir kadın falcılıkla geçiniyormuş Paris'te;
Herkes ona götürüyormuş her derdini:
Mendilini yitiren, sevdaya tutulan,
Kocası gereğinden fazla yaşayan,
Kaynanası belalı, karısı kıskanç olan,
O falcı kadında alıyormuş soluğu,
Dilediği müjdeyi almak için.
Kadının bütün marifeti el çabukluğu,
Birkaç bilgince söz ve bir hayli cüret;
Arada bir attığı da tuttu mu
Aman ne mucize!
Ne görülmedik keramet!
Üç buçuk bilgisiyle bizim kadın
Büyük kâhin sayılır olmuş
Ve bu kâhin bir kulübede oturuyormuş.
Oracıkta böyle doldurmuş ki kesesini
Başka hiçbir yerden geliri yokken
Kocasını yükseltecek duruma gelmiş;
Bir görev satın almış bir de ev.
Kulübeye de bir başka kadın yerleşmiş.
Ama bütün şehir yine de orda:
Kadını kızı, efendisi uşağı
Hepsi yine gelmiş falına baktırmaya.
Kehanet mağarası olmuş çünkü kulübe
Öteki kadının ustalığı sayesinde.
Yeni kiracı boşuna diretmiş:
— Aman etmeyin, demiş, fal nerde, ben nerde!
Baylar, alay mı ediyorsunuz benimle?
Yazı okumasını bile bilmem; size yemin,
Haçtan başka bir şey öğrenmiş değilim.
Dinletememiş, ister istemez fala bakmış;
İster istemez de kesesi altın dolmuş.
İki avukattan fazla kazanır olmuş.
Eşyanın büyük payı varmış bu işte:
Dört topal iskemle, uzun bir süpürge,
Cadı, büyü havası varmış bunlarda.
Aynı kadın halı döşeli bir odada
Doğrunun ta kendisini de söylese
Herkes alay edecek kendisiyle.
Kulübe falcılığı moda olmuş çünkü.
Öteki kadın boşuna müşteri beklemiş:
Dükkânı işleten büyü yerinde kalmış.
Bir avukat gördüm külüstür cüppeli;
Büyük paralar kazanıyormuş.
Meğer halk kendisini
Bir başka avukata benzetiyormuş;
O avukatsa dinleyenleri
Sürüklüyormuş ardından,
Nedenini sormayın benden.
Kedi, Gelincik ve Tavşan
Toy tavşanın sarayına
Gelincik kadın el koymuş bir sabah,
O ne kurnazdır o!
Bakmış evde kimseler yok,
Getirip atıvermiş içeri
Pilisini pırtısını.
Tavşan erken çıkmış o gün;
Bıyık burmaya gitmiş, çapkın,
Şafak Sultan'a.
Kekikler, çiğler arasında
Oradan bir ot, buradan bir ot;
Sonra tıpış tıpış
Yeraltı köşküne dönmüş.
Ne görsün bir de:
Gelinciğin burnu pencerede!
— Ey yurdumun, yuvamın tanrıları,
Evimde ne arıyor bu cadı karı?
Hadi, yallah, kuyruklu bayan, demiş;
Gürültü çıkarmadan
Çek bakalım arabayı buradan!
Yoksa gider kaldırırım ayağa
Ne kadar sıçan varsa memlekette!
Bayan Sivriburun diretmiş:
— İlkin kim gelir oturursa, demiş.
Toprak onundur.
Hem canım, lafı mı olur
İçine sürünerek girdiğim
Böyle bir deliğin?
Saray mı bu?
Kaldı ki saray da olsa,
Rica ederim, hangi kanun, hangi yasa
Sana vermiş tapusunu kıyamete dek?
Neden falan oğlu falan da
Filan kızı feşmekân değil,
Ben değilim, mesela,
Buranın sahibi?
Neden yani?
Tavşan hak hukuk demiş;
Gelenek görenek demiş;
— Bu toprak babadan oğula gele gele
Bana kadar gelmiş, demiş.
Böyle olmasın da,
Kapanın elinde mi kalsın?
Bu mu sence adalet, bu mu kanun?
— Uzatmayalım, demiş Gelincik Hatun;
Gel, gidip soralım Marko Çelebi'ye, Kim haklı diye,
Marko Çelebi bir sofu kediymiş,
Dünyadan elini eteğini çekmiş,
Samur kürkler içinde bir evliya...
Yağ bağlamış okuya üfleye.
Üstüne yokmuş yargıçlıkta;
Her şeyin yerini bilirmiş
Kara kaplı kitapta.
Tavşan:
— Peki, gidelim, demiş. İki davacı, çıkmış
Haşmetli kürkün huzuruna.
— Gelin Evlatlar, demiş kürklü baba;
Yakın gelin bakayım, daha yakın;
Kocadım artık, iyi işitmiyor kulaklarım.
Bizimkiler hiç çekinmeden sokulmuş
Ve işte o zaman olan olmuş:
Evliya attığı gibi iki yana iki pençeyi
Uzlaştırmış iki davacıyı.
Derebeyleri de gelincikle tavşan gibidir,
Toprak için dövüşür dururlar,
Kim haklı diye krala başvururlar,
Kral da haklarından geliverir.
Yılanın Başı ve Kuyruğu
İki yeri vardır yılanın
İnsanoğluna düşman:
Başı ve kuyruğu.
İkisi de dokunduğunu
Yollar öbür dünyaya hemen.
O kadar ki, eskiden
Sen mi daha güçlüsün ben mi diye
Büyük tartışmalar olmuş
Başla kuyruk arasında.
Baş hep önden gidiyor diye
Kuyruk dert yanmış Tanrı'ya:
— Anlamıyorum, demiş, niçin
Hep baş çekip götürüyor beni
Canının istediği yere?
Kendini ne sanıyor bilmem ki!
Kardeşi miyim onun, kölesi mi?
Aynı kandan değil miyiz yoksa?
Neden o hep önde ben arkada?
Onda zehir var da bende yok mu?
Tanrım, benden istemesi, senden vermesi:
Ne olur, biraz da ben gideyim önden;
Kafa kardeşim ne kaybeder Ardımsıra gelmekten
Tanrı bu dileğe peki demiş zalimce.
Böyle yapar çok kez nedense.
Sersemce duaları ne diye dinler?
Dinleyeceği tutmuş işte
Ve bizim yeni rehber
Güpegündüz körebe gibi
Yel yepelek, tos vura vura
Gelene geçene, ağaçlara, taşlara,
Dosdoğru götürmüş kafa kardeşini
Cehennemin dibine.
Kuyrukken baş olmak isteyen devletlerin
Vay haline!
Ayda Bir Hayvan
Bir filozof çıkar,
Duyular insanı hep aldatır, der;
Bir başkası çıkar,
Duyuların hiç aldatmadığını ileri sürer.
İkisi de haklı ve bence
Filozof doğru söyler şöyle deyince:
Ne zaman ki yargılarımız duyularımıza dayanır,
Duyular o zaman bizi aldatır;
Aracımız, gerecimizle düzelttik mi
Uzaklığını ölçüp biçerek,
Bulunduğu ortamı hesaba katarak,
Aracımız, gerecimizle düzeltecek olursak
Duyular hiç de aldatmaz o zaman bizi.
Bunları öyle akıllıca düzenlemiş ki doğa,
Anlatacağım size bir gün uzun uzadıya.
Güneşi görüyor gözüm: Nedir gördüğü?
O koca varlık, burdan bakınca, bir ayak boyu.
Bir de yukarıda, yerinde gördüğünü düşün!
Doğanın gözü sığabilir miydi
Senin minnacık gözüne?
Büyüklüğünü uzaklığından anlıyorum güneşin.
Elimle yaza çize kestirebiliyorum.
Bilgisize göre yamyassıdır güneş,
Ben onu tostoparlak düşünebiliyorum.
Güneşi durdurup döndürebiliyorum dünyayı;
Gözlerimin yalanına inanamıyorum kısacası;
Kapılmıyorum bu duyumun kuruntusuna:
Kafam her yerde, her zaman
Gerçeği arıyor görünüşün arkasında.
Gözlerine güvenmez kendini bilen
Belki fazla çabuk görüyorlar diye;
Ağır işitiyorlar diye de kulaklarına.
Aklımdır efendi, karar onundur.
O var oldukça gözlerim aldatamaz beni
Her söyledikleri yalan da olsa.
Gözlerime inansam, ben de birçokları gibi,
Bir kadın yüzü görürüm ayın içinde.
Olacak şey mi bu? Elbette hayır.
Nerden çıkıyor öyleyse bu görüntü?
Aydaki girinti çıkıntılardan, besbelli.
Ayın yüzü elbet dümdüz değildir,
Kimi yeri düzlüktür, kimi yeri bayır.
Işık, gölge oyunlarından
Bir adam, bir öküz, bir fil çıkabilir bazen.
İngiltere'de böyle bir şey olmuş vaktiyle;
Teleskopu kurup bakınca ne görsünler:
O güzelim gezegende yepyeni bir hayvan!
Kıyamet kopmuş, bir mucize saymışlar bunu:
Anlaşılan yukarda bir şeyler oldu,
Dünyada da bir şeyler olacak demişler:
Belki de bunun bir etkisiydi
Son yıllarda bunca devletin savaşa girmesi.
Kral hemen kalkmış gelmiş,
Bu yüksek bilgilerle kralca ilgilenmiş.
O da gözüyle görmüş aydaki canavarı.
Meğer bir fare saklanmış o gün
Mercekleri arasına teleskopun.
Oymuş koparan bunca savaşları!
Gülmüşler.
Ne mutlu millet şu İngilizler!
Ne zaman Fransızlar da, onlar gibi,
Böylesi işlere verecek kendilerini?
Mars Tanrı şanlı hasatlar yaptırıyor bize;
Düşmanlarımız korka dursun cenklerden
Biz can atıyoruz cenkleşmeye,
Nasıl olsa Louis'in sevgilisi zafer
Her yerde ardından gidecek diye.
Kazanacağı çelenkler
Ünümüzü artıracak tarihlerde.
Sanat Tanrıçaları da bırakmış değil bizi,
Sürdürüyoruz keyfimizi, zevklerimizi.
Barışı özlemiyor, umuyoruz sadece.
Oysa İngiliz Charles biliyor doğrusu
Barışın tadını çıkarmasını.
O da bilir savaşta boy göstermeyi,
İstese o da sokar İngiltere'yi
Uzaktan rahatça seyrettiği bu oyunlara.
Ama çok daha büyük olur şeref payı
Yatıştırabilirse bu kavgayı.
En yaraşanı budur elbet ona.
Augustos'un başarısı daha az mı güzel
Büyük Ceasar'ın en büyük zaferlerinden?
Ne mutlu İngiltere'ye derim ben.
Ne zaman biz de, barış içinde, onun gibi,
Yalnız güzel sanatlara vereceğiz kendimizi?
Ölüm ve İnsan
Ölüm karşısında şaşırmaz bilge:
Her an hazırdır göçüp gitmeye.
Bilir ki açmamak olmaz
Ölüm kapıyı çalınca.
Ne zaman çalacağı da bilinmez;
Geldi mi, vakit gelmiş demektir.
İster günlere ayır zamanı,
İster saatlere, ister anlara:
Kurtaramazsın yakanı,
Ölüm el komuş bütün zamanlara.
Kral çocuklarının gözleri,
Daha ışığa açıldıkları gün,
Kapanabilirler büsbütün.
İstediğin kadar büyük ol,
Genç ol, yiğit ol, güzel ol,
Dinlemez ölüm.
Dünyada ne varsa er geç onun.
Kim bilmez bunu? Herkes bilir;
Bilir ama yine de,
Hiç kimse ölmeye hazır değildir.
Bir adam varmış,
Yüz yıldan çok yaşamış.
Azrail çıkınca karşısına,
— Aman, demiş, acelen ne?
Vasiyetimi bile yapmış değilim.
Haber vermek yok mu insana?
Şıp diye nasıl ölürüm?
Bir defa karım bırakmaz onsuz gitmeye.
Torunumun torunu da olacak yakında;
İzin ver de bir kanat ekleyeyim şu eve.
İnsafsız olma bu kadar,
Biraz mühlet ver.
— İhtiyar, demiş ölüm;
Sana hiç de vakitsiz gelmiş değilim.
Yüz yıldır yaşıyorsun, az mı?
Bana sabırsız demeye hakkın var mı?
Senin kadar yaşamış birini bulsana,
Koca Paris'te, bütün Fransa'da.
Sana haber vereymişim de
Vasiyetini yazaymışsın,
Torununun torununu görüp,
Bir ev daha yapaymışsın.
Daha nasıl haber verelim sana?
Elin ayağın tutmaz olmadı mı?
Ağırlık gelmedi mi kafana, aklına?
Kulağın duymaz, dilin tat almaz oldu;
Dünyanın nesi varsa soldu, senin için;
Doğan günü ha görmüşsün ha görmemişsin;
Kaybetmekten korktuğun dünya,
Çoktan çıktı senin olmaktan.
Bunca dost göstermedim mi sana,
Ölen, can çekişen, yataklara düşen?
Söylesene ihtiyar,
Haber değil miydi bütün bunlar?
Haydi, uzun etme, düş önüme:
Devletin ihtiyacı da yok
Senin vasiyetine.
Azrail hakkı doğrusu,
Bu yaşa geldi mi insanoğlu,
Kalkıp gitmeli dünyadan,
Bir şölenden kalkıp gider gibi.
Üstelik ev sahibine teşekkür de etmeli.
Değil mi ya, insaf et,
Daha ne kadar sürer bir ziyafet?
Mırın kırın edeceğine,
Genç yaşında ölenleri görsene?
Bak nasıl gidiyorlar, koşa koşa,
Binlercesini öldüren savaşa?
Gerçi onlarınki güzel ve şanlı bir ölüm,
Ama ölüm ne de olsa;
Kaldı ki ben ne korkunçlarını gördüm,
Amansız ve kimi zaman da
Yürekler acısı bir ölüm.
Boşuna bunları söylemek sana,
Yersiz bir çaba benimkisi:
Yaşarken ölüye en çok benzeyen
En fazla sızlanır ölürken.
Eskiciyle Zengin
Bir eskici varmış,
Pabuç yamar, türkü söylermiş sabah akşam.
Seyret, için açılsın,
Dinle, gamın kasvetin dağılsın.
Sicimi geçirdi mi deliğe,
Değme keyfine:
Mutlu erenlerden daha mutluymuş.
Komşusu, tersine, asık yüzlüymüş,
Ne türkü, ne doğru dürüst uyku.
Para babasıymış adam, ne yapsın;
İliklerine kadar altın dolu.
Sabaha karşı tam dalacak,
Eskici başlamış türkü söyleme,
Şu Tanrı'nın işine bak:
Param var, uykum yok.
Neden yiyecek içecek satılıyor da
Uyku satılmıyor çarşı pazarda?
Böyle sızlanır dururmuş seninki.
Bir gün konağına çağırmış eskiciyi:
— Merak ettim, Bay Kirkor, demiş,
Sizin yıllık kazancınız nedir?
Eskici gülmüş:
— Vallahi Bayım, demiş,
Ben bütçeyi pek yıl üstüne kurmam,
Bir günün hesabını ötekine karıştırmam.
Her gün kendi ekmeğini getirir.
Bir yıl yaşar mıyız, kim bilir?
— Peki, demiş günlük kazancınız ne kadar?
— Gününe bakar:
Dün çok, bugün az.
Her gün iş olsa kazancım kötü sayılmaz.
Ne var ki, işsiz günler giriyor araya,
Bizler boş oturduk mu fena.
O bayramlar yok mu, bayramlar?
Onlar yıkıyor bizi!
Biri bitmeden öteki.
Papaz efendi'nin de insafı yok ki;
Her vaazında yeni bir aziz çıkarıyor ortaya,
Her aziz de bayram istiyor bizden.
Zengin gülmüş adamın saflığına:
— Dur, demiş; ben de bir azizlik yapayım sana,
Al şu yüz altını, sakla bir köşeye;
Bayram günlerinde bozdur bozdur ye.
Eskici bu kadar parayı rüyasında görmemiş,
Bütün dünya yüz yıl geçinir, demiş bununla.
Koşmuş evine,
Gömmüş altınları mahzene.
Onlarla keyfini de gömmüş meğer
Gayrı türkü mürkü ne gezer!
Evine girince dünyamızın baş belası,
Kesilmiş adamın sesi sedası.
Gel de uyuyabilirsen uyu:
Türlü kaygılar sarmış başını;
Sinsi kuşkular, boşuna korkular.
Bütün gün göz tetikte,
Bütün gece kulak kirişte;
Bir gürültü yapsa kedi:
Eyvah!.. Paralar gitti!
Adamlıktan çıkmış biçare.
Sonunda koşmuş evine
Türküsünden kurtulan adamın:
— Al, demiş, altınlarını geri;
Elden gel uykumu, türkülerimi.
Aslan, Kurt ve Tilki
Kocamış, işi bitmiş bir aslan
Tutturmuş derdime bir çare diye.
Sen gel de, kabadayıysan,
Bir krala çare yok de!
Haber gitmiş bütün hayvanlara...
Onlarda da hekim boldur, maşallah!
Dört bir yandan sökün etmiş türlü türlüsü.
Bakmışlar gelenler arasında tilki yok;
Sinmiş bir köşeye malın gözü.
Kurtsa, tersine,
Kralın etrafında pervane.
Çıtlatıvermiş bir ara,
Tilkinin yokluğunu krala.
— Hemen yaka paça getirin kâfiri, diye kükremiş haşmetli.
Tilki gelmiş, çıkmış huzura, sin sin;
Ve hemen çakmış, tabii, hinoğluhin
Kimden geliyor başına bu iş:
— Aman sultanım, demiş;
Korkarım yanlış anlatılmış efendimize,
Niçin hemen koşup gelmediğim.
Bir evliyanın türbesine gitmiştim,
Sağlığınız için bir horoz adamaya.
Bilginler, uzmanlar da gördüm yolda;
Anlattım hepsine derdinizi;
Sultanım haklı, dedim, tasalanmakta;
Gün geçtikçe beti benzi solmakta.
Meğer sıcaklıkmış bütün eksiğiniz:
İçiniz soğumuş biraz yaşlanınca.
Bir kurt diri diri yüzülecek, dediler;
Postu üstünüze sarılacak
Dumanı üstünde, sıcak sıcak.
Ne keramet varsa bunda birebirmiş beden zafiyetine.
Emrederseniz, bizim kurt pehlivan,
Bu iş için biçilmiş kaftan.
Kralın aklı yatmış:
Hemen yüzülüvermiş kurdun postu,
Kesilip biçilmiş eti budu.
Aslan yutuvermiş hepsini bir anda,
Postunu da geçirmiş sırtına.
Dalkavuk baylar, vazgeçin
Birbirinize çelme atmaktan.
Marifet, sizin meslekte,
Kimsenin kuyruğuna basmadan kuyruk sallamakta
Fitleyen er geç fitlenir, şaşmaz:
Dalkavuk dalkavuğun gözyaşına bakmaz.
Masalların Gücü
Eski Atinalılar hoppa insanlarmış,
Ele avuca sığmazlarmış pek.
Ünlü Yunan söylevcisi Demades
Yurdunu tehlikede görerek
Çıkmış bir gün kürsüye
Ve bir kırbaç gibi kullanıp sanatını
Coşturmak istemiş bütün gücüyle
Cumhuriyetin özgür evlatlarını;
Toplum hizmetine çağırmış hepsini.
Bakmış dinlemiyor kimse,
Daha acı sözlere başvurmuş,
En gevşek yürekleri sarsacak sözlere.
Havaya, gitmiş ne söylediyse,
Kılı kıpırdamamış Atinalıların.
Başında kavak yelleri esen sürü
Aldırmıyormuş bir türlü
Alışkın olduğu bu saldırılara.
Milletin gözü hep başka yerlerde;
Çocuk kavgalarıyla ilgileniyorlar da
Ona kulak vermiyor kimse.
Ne yapsın, bir başka renk vermiş söze:
— Bir gün Demeter Tanrıça, demiş,
Yılanbalığı ve kırlangıçla gezerken
Önlerine koca bir ırmak çıkıvermiş.
Yılanbalığı yüzerek, kırlangıç uçarak
Geçivermişler ırmağı hemen.
O zaman halk başlamış bağırmaya:
— Ee. Demeter ne yapmış? diye.
— Ne yapacak, demiş o zaman söylevci;
Sizlere ateş püskürmek olmuş ilk işi.
Nasıl olur, demiş nasıl olur da
Benim bunca tuttuğum Atina
Çocuk masallarıyla eğlenir,
Onda başka bütün Yunan şehirleri
Tehlikeyi önlemeye çalışırken?
Demeter ne yapmış diye soracağınıza
Filip'in ne yaptığını sorsanız a Atina’yı yıkmak için?
Söylevcinin bu sitemi
Uyarmış Atinalıları birden;
Onu can kulağıyla dinlemişler gayrı.
Bir masal soluğu olmuş bunu sağlayan.
Hepimiz Atinalıyızdır bu bakımdan:
Ben ki, ahlak dersi vermekteyim şu anda,
Biri gelip Eşek Postu masalını anlatsa
Öyle seve seve dinlerim ki!
Dünya ihtiyarladı artık, derler,
Doğrudur, ama ben yine de derim ki
Dünya çocuk gibi eğlendirilmek ister.
İnsanla Pire
Ne yersiz dileklerle yorarız tanrıları!
İnsanlara bile yakışmayan
Nice işler isteriz onlardan.
Kim olursak olalım, her tanrının gözü
Hep bize çevrilmek zorunda sanki
En küçük ölümlünün her işi, her sözü
Olympos'u ve bütün Olymposİuları Troyalılarla Helenlerin
savaşı kadar
İlgilendirirmiş gibi.
Bir pire omzunu ısırmış bir budalanın,
Ve saklanıvermiş çarşafın bir kıvrımına.
— Ey Herakles, diye başlamış bizimki;
Ne diye temizlemezsin dünyayı
Her bahar dirilip gelen
Bu yedi başlı ejderhadan?
Ey Zeus, bulutlarda oturacağına,
Şu pireden öcümü alsa da,
Temizleyip bütün soyunu sopunu!
Ne istiyor adam, gördünüz mü?
Bir araya gelsin Herakles'in gürzü
Ve Zeus'un yıldırımı.
Niçin?
Bir pireyi öldürmek içi
Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız