AKGÜL İLE ALGÜL
Yoksul bir dul kadın, iki küçük kızıyla birlikte küçük bir kulübede oturuyormuş. Bu
kulübenin önünde bir bahçe varmış. Bahçede iki gül fidanı dikiliymiş. Bunlardan biri
beyaz, öbürü kırmızı güller açarmış. Kadının iki kızı bu gül fidanlarına benzermiş. Birinin
adı Akgül, öbürününkü Algülmüş. Bu kızlar çok uslu, çok çalışkan, çok terbiyeliymişler.
Yalnızca Akgül, kardeşinden daha sessiz, daha ağırbaşlıymış. Algül kırlarda, tarlalarda
koşup oynamayı, çiçek toplamayı, kuş tutmayı daha çok severmiş. Fakat Akgül evde,
annesinin yanında oturur, ev işlerine yardım eder, yahut işi bitince annesine kitap
okurmuş.
İki çocuk birbirlerini çok severlermiş. Bir yere gittikleri zaman hiç ayrılmazlar, el ele
tutuşarak dolaşırlarmış. Ara sıra Akgül kardeşine:
- Birbirimizden hiç ayrılmayalım! dese Algül hemen yanıt verirmiş:
- Ömrümüzün sonuna kadar ... E mi?
Yavrularının böyle konuştuğunu duyan anne de:
- Elinize geçeni aranızda bölüşün! dermiş.
Çok kez iki kız, yalnız başlarına ormanda dolaşırlar, kırmızı yemişler toplarlarmış.
Ormandaki hayvanlardan hiçbiri kendilerine dokunmazmış. Hatta onları görünce koşarak
yanlarına gelirlermiş; Küçük tavşan, elleriyle tuttuğu otları, yaprakları yermiş. Karaca,
onların yanında otlarmış. Geyik önlerinden sıçrayarak geçermiş. Kuşlar dallara konup
ötüşürlermiş. Başlarına hiçbir kötülük gelmezmiş. Ormanda gecikirler de ortalık kararırsa
yosunların üzerine yanyana uzanarak sabaha kadar uyurlarmış. Anneleri bunu bildiği için
hiç merak etmezmiş.
Günün birinde, yine geceyi ormanda geçirmişler. Sabahın ilk pembeliği onları uyandırdığı
zaman yanlarında oturan, beyaz, parlak giysiler giyinmiş güzel bir çocuk görmüşler.
Çocuk ayağa kalkmış, güler yüzle onlara bakmış; bir söz söylemeden ormana dalmış,
kaybolmuş.
Çocuklar çevrelerine bakındıkları zaman ne görseler beğenirsiniz? Meğerse o gece
korkunç bir uçurumun kıyısında uyuyakalmışlar. Eğer karanlık içinde bir iki adım daha
atsalarmış bu uçuruma düşerek param parça olacaklarmış. Anneleri gördükleri o şeyin, iyi
çocukları koruyan bir melek olduğunu söylemiş.
Akgül ile Algül kulübelerini o kadar temiz tutarlarmış ki, içeri bakanların içi açılırmış. Yaz
günleri Algül evle ilgilenir; her sabah, annesi kalkmadan, yatağın önündeki masaya bir
çiçek demeti kormuş. Bu demette her gülden bir çeşit bulunurmuş. Kış günleri Akgül ateşi
yakar, tencereyi ocağa asarmış. Bu tencere sarı bakırdanmış. Fakat temizlikten altın gibi
parıldarmış. Akşamları kar yağarken annesi ona:
- Haydi Akgül, git kapıyı sürgüle! dermiş.
Sonra ocağın karşısına otururlarmış. Anne gözlüğünü takar, büyük bir kitap alır, onlara
okurmuş. İki kız okunanları can kulağıyla dinlerler, oturdukları yerde örgü örerlermiş.
Yanlarında mini mini bir kuzu yatarmış. Arkalarında bir tüneğin üstünde beyaz bir
güvercin durur, başını kanatlarının altına sokarak uyurmuş.
Bir akşam yine böyle rahat rahat otururlarken biri:
- Beni içeri alın! der gibi kapıyı çalmış. Anne:
- Algül, koş kapıyı aç... Bu, herhalde yatacak yer arayan bir yolcu olacak! demiş.
Algül gitmiş, sürgüyü çekip kapıyı açmış. Bu gelenin yoksul bir insan olduğunu
sanıyormuş. Oysa öyle değilmiş, gelen bir ayıymış. İri kara kafasını kapının aralığından
içeriye sokmuş. Algül avazı çıktığı kadar bağırıp kaçmış. Kuzu acı acı melemeye, güvercin
uçmaya başlamış. Akgül annesinin yatağının arkasına saklanmış. Bu durumu gören ayı
dile gelmiş:
- Korkmayın... Sizlere zararım dokunmaz... Yarı donmuş bir durumdayım. Odanızda bir
parça ısınmaya geldim!
Anne:
- Zavallı ayı!... Ocağın yanına uzan, ama dikkat et de postun tutuşmasın!.. demiş; Sonra
kızlarına seslenmiş:
- Akgül... Algül... Çıkın, gelin... Ayı size bir şey yapmaz. Niyeti kötü değil!
Bunun üzerine kızlar gelmişler. onları gören kuzuyla güvercin de yanlarına yanaşmış.
Artık hiçbiri ayıdan korkmuyormuş.
Ayı çocuklara:
- Haydi çocuklar demiş, şu kürkümdeki karları bir parça süpürün bakayım!...
Kızlar süpürge getirmişler; ayının kürkünü iyice temizlemişler. Ayı, ocağın önüne
serilmiş, keyifli keyifli homurdanıyormuş.
Aradan çok geçmeden birbirlerine alışmışlar. Ona muzipliğe bile başlamışlar. Çocuklar,
ayının tüylerini karma karışık ediyorlar, sırtına çıkıyorlar, yahut ufak bir fındık
değneğiyle bacaklarına vuruyorlar, ayı homurdandıkça katıla katıla gülüyorlarmış. Ayı
şakalara ses çıkarmıyormuş. Arasıra canı fazla yanarsa:
- Aman Akgül, canım Algül, nişanlını döve döve öldürüyorsun! diye bağırırmış.
Uyku vakti gelip de ötekiler yatağa girince anne, ayıya:
- Tanrı rızası için şuraya, ocağın yanına uzanabilirsin. Böylece soğuktan korunmuş
olursun! dermiş.
Ortalık ağarır ağarmaz çocuklar ayıyı dışarı salıverirlermiş. Ayı karlar üzerinde yürüyerek
ormana gidermiş. Artık her akşam aynı saatte eve dönüyor, çocuklarla oynuyormuş.
Onlar da kendisine o kadar alışmışlar ki, kara tüylü ahbap eve dönmeden kapıyı
sürgülemezlermiş.
İlkyaz gelip ortalık yemyeşil olunca ayı bir sabah Akgül'e demiş ki:
- Artık gitmeliyim. Bütün yaz gelemem.
Algül sormuş:
- Nereye gideceksin sevgili ayı?
- Ormana... Oradaki hazinelerimi kötü huylu cücelerden korumam gerek. Kışın yeryüzü
kaskatı donunca, bu cüceler yer altında kalırlar, toprağı delemezler, ama şimdi... Güneş
yeryüzünü ısıtınca onlar da toprağı deşerler, yeryüzüne çıkarlar. Hırsızlığa başlarlar.
Ellerine geçen, yahut mağaralarına giren şeyin bir daha gün yüzüne çıkması kolay bir iş
değildir.
Bu ayrılışa Akgül çok üzülmüş. Kız kapıyı açıp ayı dışarı çıkarken kürkü kapıya takılmış;
bir tutam tüyü çivide kalmış. Akgül, bu tüylerin altın gibi parladıklarını görerek şaşmış.
Fakat buna önem vermemiş. Ayı oradan çabucak uzaklaşmış. Az sonra ağaçların
arkasında kaybolmuş.
Bir süre sonra anne, çocuklarını çalı çırpı toplamak üzere ormana göndermiş. Ormanda
yere yıkılmış kocaman bir ağaç kökü görmüşler. Bu kütüğün bir kıyısında otlar arasında
bir şey hoplayıp zıplıyormuş. Çocuklar uzaktan bunun ne olduğunu anlayamamışlar.
Kütüğe yaklaştıkları zaman yaşlı, buruşuk yüzlü, uzun ak sakallı, mini mini bir cüce
görmüşler. Cücenin sakalı ağacın çatlaklarından birine kısılmışmış. Cüce, küçük bir köpek
yavrusu gibi, oradan oraya sıçrıyor, fakat bir türlü kurtulamıyormuş. Kırmızı, ateş gibi
gözleriyle küçük kızlara dik dik bakıp seslenmiş:
- Ne duruyorsunuz... Gelip de beni kurtarsanız ya!...
Algül sormuş:
- Küçük adam, ne oldu sana?
Cüce yanıt vermiş:
- Kakavan!.. Mutfak için şu ağaçtan bir parça yonga kesmek istedim. Biz kaba, obur
insanlar kadar çok şey tıkınmayız ki... İri odun parçaları bize yeten bir lokmacık yemeği
yakıverir. Kamayı kütüğe güzelce sokmuştum. İşler yolunda görünüyordu. Fakat uğursuz
odun pek kaypakmış. Ben farkında olmadan fırlayıp çıktı. Ağacın çatlağı o kadar çabuk
kavuşuverdi ki, güzel ak sakalımı çekip çıkaramadım... İşte şimdi içinde duruyor...
Kurtulup gidemiyorum. Bir de aptal aptal gülüyorlar. Ne acımasız şeymişsiniz siz?..
Çocuklar güçlerinin yettiği kadar uğraşmışlar; fakat sakalı bir türlü çekip çıkaramamışlar.
Bunun üzerine Algül:
- Bari koşayım, gideyim de adamları çağırayım! demiş.
Cüce gıcırtılı bir sesle:
- Hay kuş beyinli budala hay! diye bağırmış. Adamları ne diye çağıracaksınız? Siz ne güne
duruyorsunuz? Beni kurtarmak için aklınıza başka çare gelmiyor mu?
Akgül:
- Dur, biraz sabırlı ol, demiş, aklıma bir çare geldi.
Hemen cebinden makasını çıkarmış, sakalın ucundan kesmiş. Cüce kurtulur kurtulmaz,
ağacın kökleri arasında duran altın dolu bir torbayı yakalamış; dışarı çıkarmış:
- Hödükler... Güzel sakalımdan bir parçasını kestiniz ha... Bunun için size bir de teşekkür
mü edeceğim sanıyorsunuz! diye mırıldanmış. Sonra torbasını sırtlamış; çocukların
yüzlerine bile dönüp bakmadan uzaklaşıp gitmiş.
Aradan bir süre geçmiş. Bir gün Akgül ile Algül yemek pişirmek için balık tutmak
istemişler. Derenin kıyısına yaklaştıkları sırada, iri çekirgeye benzer bir şeyin suya doğru
hopladığını görmüşler. Koşa koşa yanına gitmişler. Cüceyi tanımışlar.
Algül sormuş:
- Nereye gideceksin?.. Herhalde suya dalmak istemezsin.
Cüce bağırmış:
- Aklımı oynatmadım çok şükür... Görmüyor musunuz? Alçak balık beni suyun dibine
çekmek istiyor.
Meğer cüce derenin kıyısında balık tutuyormuş. Aksi gibi rüzgâr sakalını oltanın ipine
dolamış. Tam o sırada iğneyi de iri bir balık yutmuşmuş. Balık cüceyi kolundan
yakalamış, kendine doğru çekmekteymiş. Her ne kadar cüce sazlara, otlara tutunuyorsa
da yararı olmuyormuş. Balık nereye çekerse o yana doğru sürüklenip duruyormuş. Suya
çekilmek tehlikesi karşısındaymış. Bereket versin kızlar tam zamanında yetişmişler.
Cüceyi sımsıkı tutmuşlar. Sakalını oltadan kurtarmaya çalışmışlar. Fakat emekleri boşa
gidiyormuş. Sakalla oltanın ipi birbirine dolanmışmış. Yine makası çıkarıp sakalın ucunu
kesmekten başka çare yokmuş. Cüce bunu görünce bağırmaya başlamış:
- Bir adamın yüzünü berbat etmek bir marifet mi sanki sersemler! Önce sakalımın
ucundan kestiğiniz yetişmiyormuş gibi şimdi de en yakışıklı kısmını kesip attınız. Bu
durumumla eşimin dostumun yanına nasıl varacağım? Keşke cehennem olup gitseydiniz
de beni bu duruma sokmasaydınız.
Sonra sazların arasında duran bir torba inciyi almış. Bir söz söylemeden, bunu sürükleye
sürükleye yola çıkmış. Bir kayanın arkasında kaybolmuş.
Bir süre sonra anneleri, iğne, iplik, kordon, kurdele almak üzere kızları kasabaya
göndermiş. Yol bir bozkırdan geçiyormuş. Şurada burada iri kayalar varmış. Çocuklar,
havada büyük bir kuşun süzüldüğünü görmüşler. Kuş yavaş yavaş üzerlerine doğru
geliyormuş. Az sonra kuş, yakınlarındaki kayalardan birine konmuş. Çocuklar acı acı bir
ses duymuşlar. Bu sesin geldiği yana doğru koşmuşlar. Bir de ne görsünler? Kartal, eski
ahbapları cüceyi yakalamış, götürmeye çalışıyor. Acıma duygusu olan çocuklar hemen
cüceyi tutmuşlar, onu bırakıncaya kadar kartalla uğraşmışlar. Az sonra cüce kendine
gelince cızırtılı sesiyle bağırmaya başlamış:
- Siz benden ne alıp veremiyorsunuz kuzum? Bakın, incecik giysilerimi parça parça ettiniz.
Sizler ne utanmaz, ne kepaze şeylermişsiniz!
Sonra çok değerli taşlarla dolu bir torbayı alarak kayaların arasından süzülmüş,
mağarasına girmiş.
Kızlar onun bu iyilik bilmezliğine alışık olduklarından yollarına gitmişler. Kasabadaki
işlerini görmüşler. Eve dönerlerken yine aynı yere gelmişler. Bu vakitten sonra artık
oralardan kimse geçmeyeceğini sanan cüce, torbasını açmış, içindeki değerli taşları temiz
bir yere yaymış. Batmakta olan güneşin son ışıkları bu taşlara vuruyor, onları pırıl pırıl
parlatıyormuş. Her taş bir başka renkte parlıyormuş. Çocuklar oldukları yerde kala
kalmışlar. Bunları seyretmeye başlamışlar.
Cüce:
- Ne duruyorsunuz orda? Maymun mu oynatıyoruz? diye bağırmış.
Kirli renkli yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuş. Belki daha birçok küfürler de savuracakmış
ama birdenbire güçlü bir homurtu duyulmuş. Ormandan kara bir ayı koşa koşa onlara
doğru geliyormuş. Cüce korkudan hoplamış. Fakat mağarasına kaçmaya vakit bulamamış.
Çünkü ayı yanına gelmiş bile.
Bunun üzerine can korkusuyla bağırmış:
- Aman ayı, canım ayı... Ne olursa sizden olur. Bana acıyın. Canıma kıymayın. Neyim
varsa vereyim. Bakın, şunlar ne değerli taşlar... Yalnızca bana yaşamımı bağışlayın. Benim
gibi ufacık, çelimsiz bir yaratığı öldürüp de ne olacak? Beni yemek isteseniz dişinizin
kovuğuna bile gitmem. Bakın, şu iki kötü çocuğu yakalayın. Sizin için en gevrek birer
lokma olurlar. İkisi de taze bıldırcınlara benziyorlar. Onları yiyin, Tanrı aşkına!...
Ayı cücenin laflarına kulak asmamış. Bu kötü huylu iyilik bilmez yaratığa pençesiyle bir
vurmuş. Cüce kıpırdanmaz olmuş. Çocuklar kaçışmışlar. Ayı, arkalarından seslenmiş:
- Algül... Akgül... Korkmayın... Durun... Sizinle geleceğim!.
Kızlar ayıyı sesinden tanımışlar. Oldukları yerde durmuşlar. Ayı yanlarına gelir gelmez
üzerindeki kürk sıyrılıp yere düşmüş. O zaman kızlar karşılarında çok güzel bir delikanlı
görmüşler:
Oğlan:
- Ben bir prensim! demiş. Hazinelerimi çalan bu ilençli cüce beni yabanıl bir ayı kılığına
sokmuştu. Onu öldürünce yine eski halime döndüm. O da hak ettiği cezasını buldu işte!..
Akgül prensle, Algül de prensin kardeşiyle evlenmiş. Cücenin mağarasına taşıdığı
hazineleri aralarında paylaşmışlar.
Yaşlı anne de çocuklarının yanında uzun yıllar mutlu, rahat yaşamış. İki gül fidanını da
birlikte getirmiş. Bunlar penceresinin önünde durur; her yıl al, beyaz güller açarmış.
Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız