Ekim 18, 2024

Grimm Masalları (Mavi Fener)

MAVİ FENER

 


Vaktiyle bir asker varmış. Uzun yıllar krala canla başla hizmet etmiş.
Savaş sona erip de asker, aldığı birçok yara yüzünden daha fazla hizmet
edemeyecek duruma gelince, kral kendisine demiş ki:
- Köyüne gidebilirsin, bundan sonra sana gereksinmem yok. Artık eline
para geçmeyecek, çünkü bana karşılığında hizmet eden ücret alır.
Bunun üzerine asker, şimdiden sonra nasıl yaşayacağını bilememiş. Tasalı
tasalı çıkıp gitmiş. Akşamleyin bir ormana varıncaya kadar boyuna yürümüş.
Ortalık kararınca bir ışık görmüş, yakınına gitmiş, bir eve gelmiş. İçeride bir
cadı oturuyormuş.
Asker ona:
- Bana geceleyin yatacak bir yer, bir parça yiyecek, içecek ver. Yoksa
ölüyorum! demiş.
Kadın:
- Yolunu şaşırmış bir askere kim ne verir ki? Ama ben merhametli
davranacağım.
İstediğimi yaparsan seni kabul edeceğim! demiş.
- Ne istiyorsun?
- Yarın bahçemi kazacaksın!
Asker razı olmuş. Ertesi gün olunca var gücüyle çalışmış, fakat akşam
olmadan işi bitirememiş.
Cadı:
- Görüyorum ki, demiş, bugün daha fazla yapamayacaksın. Bir gece daha
seni alıkoyacağım. Buna karşılık yarın bana bir yük odun yarıp
parçalayacaksın.
Asker bütün günü bu işe harcamış; akşamleyin cadı ona bir gece daha
kalmasını önermiş:
- Yarın bana ufak bir iş göreceksin, evimin arkasında eski bir susuz kuyu
var. İçine fenerim düştü. Mavi mavi yanıyor, sönmüyor. Bunu çıkarıp bana
getireceksin! demiş.
Ertesi gün kocakarı onu kuyuya götürmüş, bir sepetin içinde aşağı
sarkıtmış. Asker mavi feneri bulmuş, kendisini yine yukarı çekmesi için bir
işaret vermiş. Kadın da onu yukarı çekmiş ama, kuyunun ağzına yaklaşınca
kocakarı elini uzatmış, mavi feneri elinden almak istemiş.
Asker onun kötü niyetini anlamış:
- Hayır, demiş, iki ayağımla toprağa basmadıkça feneri sana vermem!
Bunun üzerine cadı kızmış, onu yine kuyudan aşağı salmış, çıkıp gitmiş.
Zavallı asker, bir yanına zarar gelmeden ıslak dibe düşmüş.
Mavi fener yanıp duruyormuş, fakat bunun ona ne yardımı olabilir ki?
Ölümden kurtulamayacağına da aklı yatmış. Bir süre pek üzgün oturmuş. Bu
sırada rasgele elini cebine sokmuş, henüz yarı dolu olan tütün çubuğunu
bulmuş:
- Son eğlencem bu olsun! diye çubuğu çıkarmış, mavi fenerden yakmış,
tüttürmeye başlamış. Duman kuyunun boşluğunu doldurunca, birdenbire
karşısına minimini bir kara cüce dikilmiş:
- Buyruğun nedir, efendi? diye sormuş.
Asker pek şaşırmış bir durumda:
- Buyruğum ne mi ? diye yanıt vermiş.
Cüce:
- İstediğin her işi yapmak zorundayım! demiş.
Asker:
- Pekâlâ, demiş, öyleyse önce kuyudan çıkmama yardım et.
Cüce onu elinden tutmuş, bir yeraltı geçidinden geçirmiş. Fakat mavi
feneri birlikte almayı unutmamış. Cüce yolda ona, cadının biriktirip oraya
sakladığı hazineleri göstermiş. Asker taşıyabileceği kadar çok altın almış.
Yukarı çıkınca cüceye demiş ki:
- Şimdi git, yaşlı cadıyı bağla, mahkemeye götür.
Çok geçmeden cadı, yabanıl bir erkek kedinin üstünde korkunç çığlıklarla
rüzgâr gibi önünden geçip gitmiş. Yine çok geçmemiş, cüce geri dönmüş:
- Her şey yapıldı. Cadı darağacında sallanıyor bile, demiş, başka ne
buyuruyorsun?
Asker:
- Şimdilik hiçbir şey! Eve gidebilirsin! Seni çağırdım mı hemen el altında
olmalısın! demiş.
Cüce:
- Çubuğunu mavi fenerle yakmaktan başka bir şeye gerek yok. O zaman
derhal karşındayım! demiş. Sonra askerin gözünün önünden kaybolmuş.
Asker geldiği kente dönmüş. En iyi hana gitmiş, güzel giysiler yaptırmış;
sonra hancıya kendisi için mümkün olduğu kadar süslü, göz kamaştırıcı bir
oda hazırlamasını buyurmuş.
Oda hazır olup da asker içine yerleşince kara cüceyi çağırmış:
- Krala canla başla hizmet ettim, fakat o beni savdı, aç bıraktı. Bunun için
hıncımı almak istiyorum! demiş.
Cüce sormuş:
- Ne yapayım?
- Akşamın geç bir vaktinde, kral kızı yatağa uzanınca onu uyur uyur
buraya getir, bana hizmetçilik etsin!
Cüce:
- Bu benim için kolay, ama senin için tehlikeli bir şey. Eğer ortaya çıkarsa
başına bir yıkım gelir! demiş.
Saat on ikiyi çalınca, kapı açılmış, cüce kral kızını taşıyarak içeri getirmiş.
Asker:
- Hah, burada mısın? diye bağırmış, haydi iş başına! Git, süpürgeyi getir,
odayı süpür!
Kız işini bitirince asker kızı koltuğunun yanına çağırmış, ayaklarını ona
doğru uzatmış:
- Çizmelerimi çek! demiş. Sonra bunları yüzüne fırlatmış. Kız onları
kaldırıp temizleyecek, parlatacakmış. Kız kendisine buyrulan işlerin hepsini
hoşnutsuzluk göstermeden, bir şey demeden, yarı kapalı gözlerle yapmış. İlk
horoz sesiyle cüce kızı yine kralın sarayına, yatağına götürmüş.
Ertesi sabah kral kızı yataktan kalkınca babasına gitmiş, acayip bir düş
gördüğünü anlatmış:
- Caddelerden yıldırım hızıyla geçirildim, bir askerin odasına götürüldüm.
Ona halayık olarak iş görmek, hizmet etmek, aşağılık işlerin hepsini yapmak,
oda süpürmek, çizme temizlemek zorunda kaldım. Bu yalnızca bir düştü ama,
o kadar yorgunum ki, sanki bütün bunları yapmış gibiyim.
Kral:
- Bu düşün gerçek olması mümkün, demiş, sana bir şey salık vereyim:
Cebine bezelye doldur: küçük bir delik aç. Yine seni alıp götürürlerse bunlar
dışarı dökülür, cadde üzerinde iz bırakır.
Kral bunları söylerken cüce görünmeden orada bulunuyormuş,
söylenenlerin hepsini dinlemiş.
Geceleyin, uyanan kral kızı yine caddelerden geçirilirken cepten birkaç
bezelye düşmüş.
Fakat bunlar iz belli edememişler. Çünkü kurnaz cüce önceden bütün
caddelere bezelye serpmişmiş. Kral kızı yine horozlar ötünceye kadar
halayıklık etmiş.
Ertesi sabah kral iz aramak üzere adamlarını dışarı yollamış; fakat emek
boşa gitmiş.
Çünkü bütün caddelerde yoksul çocuklar oturmuş, bezelye toplayıp:
- Bu gece bezelye yağmuru yağmış! diye söyleniyorlarmış. Kral:
- Başka bir şey düşünüp bulmalıyız! demiş, yatağa girerken pabucunu
çıkarma, oradan dönmeden önce bunlardan birini sakla. Ben onu bulacağım!
Kara cüce bu planı işitmiş. Akşamleyin asker, kral kızını yine getirmesini
isteyince bundan vazgeçmesini öğütlemiş; bu hileye karşı bir çare
bilmediğini, pabuç yanında bulunursa başının belaya gireceğini söylemiş.
Asker:
- Sana ne diyorsam onu yap! diye yanıtlamış. Kral kızı üçüncü gece de bir
halayık gibi iş görmek zorunda kalmış. Fakat geri götürülmeden önce bir
pabucu yatağın altına saklamış.
Ertesi sabah kral bütün kent içinde kızının pabucunu aratmış. Pabuç
askerin odasında bulunmuş. Cücenin ricası üzerine kentin kapısından dışarı
çıkmış olan asker de derhal ele geçirilip zindana atılmış.
Asker kaçarken en iyi şeyleri olan mavi fenerle altınları unutmuşmuş;
cebinde bir tek duka altını varmış. Zincirlere vurulu olarak zindanının
penceresi önünde dururken, arkadaşlarından birinin geçip gittiğini görmüş.
Camı vurmuş. Adam gelince:
- Handa bıraktığım çıkıncağızı, lütfet, getir; sana bir duka altını veririm
demiş.
Arkadaşı oraya koşmuş, istediğini getirmiş. Asker yine yalnız kalır kalmaz
çubuğunu yakmış, kara cüceyi getirtmiş. Cüce, efendisine:
- Korkma, demiş, seni nereye götürürlerse git, bırak ne olursa olsun;
yalnızca mavi feneri yanına al!
Ertesi gün askeri yargılamışlar, her ne kadar kötü birşey yapmamışsa da
yine yargıç onun asılmasına karar vermiş.
Asker dışarı götürülürken, kraldan son bir iyilik rica etmiş. Kral:
- Ne gibi? diye sormuş.
- Yolda bir çubuk daha içeyim.
Kral yanıtlamış:
- Üç tane de içebilirsin! Fakat sana yaşamını bağışlayacağımı sanma!
Bunun üzerine asker çubuğunu çıkarmış, mavi fenerden yakmış. Birkaç
duman halkası yükselince cüce oraya dikilmiş. Elinde küçük bir sopa varmış:
- Efendim ne buyuruyor? demiş.
- Alçak yargıçla polislerini pataklaya pataklaya yere ser. Bana bu kadar
kötü davranan kralı da bunlardan ayrı tutma!
Bunun üzerine cüce şimşek gibi oradan oraya zikzak yapa yapa harekete
geçmiş.
Sopasıyla birine dokunuverdi mi yere düşüyor, artık kımıldanacak durumu
kalmıyormuş.
Kral korkmuş, yere kapanıp yalvarmış. Yalnızca canını kurtarmak için de
askere hem ülkesini, hem de kızını vermiş.
AK YILAN
Bundan uzun zaman önce, bilginliği bütün ülkeye ün salmış bir kral
yaşıyormuş.
Bilmediği hiçbir şey olmazmış. Sanki hava, en saklı şeylerin haberini bile
ona getirirmiş.
Fakat onun acayip bir huyu varmış: Her öğle vakti sofradan her şey
kaldırılıp da ortalıkta kimseler kalmayınca, güvendiği bir uşak bir kâse daha
getirirmiş. Fakat bu kâse kapalı olurmuş; uşak bile içinde ne bulunduğunu
bilmediği gibi, başka kimse de bilmezmiş.
Çünkü kral yapayalnız kalmadıkça kapağı açıp bundan yemezmiş. Bu
durum uzun zaman sürmüş.
Günün birinde; kâseyi yine alıp götüren uşağı öyle bir merak sarmış ki,
adam buna karşı duramamış; kâseyi odasına götürmüş. Kapıyı dikkatle
kilitleyince kapağı kaldırmış, içinde bir ak yılan bulunduğunu görmüş. Bu
görünüm karşısında onun tadına bakmak isteğinden kendini alamamış. Küçük
bir parça kesmiş, ağzına sokmuş. Daha dili dokunur dokunmaz penceresinin
önünde incecik sesli bir vıcırtı duymuş. Gidip kulak vermiş.
Bunların birbirleriyle konuşan, kırlarda, ormanlarda gördükleri türlü
şeyleri anlatan serçeler olduğunu anlamış. Yılandan yemesi ona hayvanların
dilinden anlama yeteneğini vermişmiş.
Olacak bu ya, tam da o gün kraliçe en güzel yüzüğünü yitirmiş; her yere
girip çıkan güvenilir uşağın bunu çaldığından şüpheleniyormuş. Kral onu
huzuruna getirtmiş, ağır sözlerle gözdağı vermiş. Bunu yapanı sabaha kadar
bulamazsa bu işi ondan bilerek mahkemeye verecekmiş. Uşak suçsuz
olduğunu ne yaptı, ne ettiyse anlatamamış, daha iyi bir yargıyla odadan
çıkarılmamış. Korku, can sıkıntısı içinde aşağıya, avluya inmiş; bu yıkımdan
nasıl kurtulabileceğini düşünüp taşınmış. O sırada ördekler akar bir suyun
başında yan yana, rahat rahat oturup dinleniyorlarmış. Gagalarıyla üstlerini
temizleyip düzlüyorlar, teklifsizce konuşuyorlarmış. Uşak, olduğu yerde
durmuş, onları dinlemiş. Bu sabah nerelerde sallana sallana dolaştıklarını, ne
gibi güzel yemler bulduklarını anlatıyorlarmış. Bu sırada biri üzgün üzgün
demiş ki:
- Karnımda ağır bir şey var. Kraliçenin penceresi altında duran bir yüzüğü
aceleyle yutmuştum.
Bunun üzerine uşak hemen ördeği boynundan yakalamış, mutfağa
götürmüş, ahçıya:
- Şunu kes bakalım, iyice semirmiş bu! demiş. Ahçı:
- Peki, demiş. Ördeği eliyle tartarak:
- Semirmek için hiç üşenmemiş. Epey zamandır da beni kızartsalar diye
bekliyormuş!
demiş. Ördeği boynundan kesmiş. İçi boşaltılınca kraliçenin yüzüğü
karnında bulunmuş.
Artık uşak suçsuz olduğunu krala kolayca kanıtlayabilmiş. Kral
haksızlığını onarmak istediğinden kendisinden bir armağan dilemesine izin
vermiş; sarayında dilediği en yüksek onurlu konuma getireceğine söz vermiş.
Uşak bunların hepsini geri çevirmiş; yalnızca bir atla yol parası istemiş.
Çünkü dünyayı görmek, bir süre gezip dolaşmak istiyormuş. İsteği yerine
getirilince yola çıkmış.
Günün birinde bir gölün kıyısına varmış. Burada, kamıştan sepetin içinde
tutulmuş, suya atılmaya çalışan üç balık görmüş. Her ne kadar balıkların
dilsiz oldukları söylenirse de uşak onların böyle kötü durumda ölmek
zorunda kaldıklarını yana yakıla anlattıklarını duymuş. İyi yürekli olduğu için
attan inmiş; üç tutsağı yine suya salmış. Hayvanlar sevinçle çırpınıyor,
başlarını dışarı çıkarıp:
- Seni unutmayacağız. Bizi kurtardın, bunun karşılığını sana ödeyeceğiz!
diye ona sesleniyorlarmış.
Uşak atıyla yol almayı sürdürmüş; az bir süre sonra kum içinde ayaklarına
doğru bir ses duyar gibi olmuş. Kulak kabartmış; bir karınca beyinin
durumundan yakındığını işitmiş:
''Ah şu beceriksiz hayvanlı insanlar bizden uzakta olsalardı! İşte budala at
ağır nallarıyla acımadan adamlarımı çiğneyip ezdi!'' diyormuş. Uşak bir yan
yola sapmış, karınca beyi ona bağırıyormuş:
- Seni unutmayacağız. Bunun karşılığını sana ödeyeceğiz!
Yol onu bir ormana götürmüş. Orada yuvalarının yanında durup
yavrularını dışarı atan bir baba kargayla bir ana karga görmüş:
- Defolun ordan, sizi ipten kazıktan kurtulmuşlar sizi! Artık sizi
doyuramayız. Koskoca şeyler oldunuz. Kendi kendinizi besleyebilirsiniz!
diye bağırıyorlarmış. Zavallı yavrular yerde serili yatıyorlar, karnatlarını
çırparak uçuşuyorlar:
- Biz zavallı çocuklar kendi kendimizi besleyeceğiz ha! Oysa daha
uçamıyoruz bile!
Açlıktan ölmekten başka ne kalıyor bize diye bağrışıyorlarmış. Bunun
üzerine, iyi yürekli delikanlı attan inmiş, atı kılıcıyla öldürmüş, onu yavru
kargalara yem olarak bırakmış.
Yavrular hoplaya hoplaya gelmişler, karınlarını doyurmuşlar:
- Seni unutmayacağız. Bunun karşılığını sana ödeyeceğiz! diye
bağırmışlar.
Artık uşak yaya gitmek zorunda kalmış. Uzun yol gittikten sonra büyük bir
kente gelmiş.
Caddelerde büyük gürültü, kalabalık varmış. Biri atla gelmiş. Kral kızının
bir koca aradığını, fakat onu almak isteyenin güç bir ödevi başarması
gerektiğini, eğer bu işi başaramazsa yaşamına mal olacağını ilan etmiş.
Şimdiye kadar birçokları bunu denemiş, fakat boş yere bu uğurda canlarını
vermişlermiş. Delikanlı, kral kızını görünce, güzelliği karşısında gözleri o
kadar kamaşmış ki, bütün tehlikeleri unutmuş, kralın huzuruna çıkmış,
kızıyla evlenmek istediğini bildirmiş.
Derhal dışarıya deniz kıyısına götürülmüş, gözlerinin önünde suya altın bir
yüzük atılmış.
Sonra kral bu yüzüğü denizin dibinden yine çıkarmasını buyurmuş:
- Eğer bunsuz yukarı dönüp gelirsen, dalgalar içinde ölünceye kadar
boyuna aşağı atılacaksın! diye eklemiş.
Herkes bu yakışıklı delikanlıya acımış. Sonra kendisini deniz kıyısında
yalnız bırakmışlar.
Oğlan kıyıda durup ne yapacağını düşünmüş. O sırada birdenbire üç
balığın yüze yüze oraya doğru geldiklerini görmüş. Bunlar, yaşamlarını
kurtardığı balıklardan başkası değilmiş.
Ortancasının ağzında bir istiridye varmış. Balık bunu kumsala, delikanlının
ayakları dibine bırakmış. Oğlan bunu yerden alıp da açtığında altın yüzük
içinde duruyormuş.
Büyük bir sevinçle bunu krala götürmüş; kendisine söz verilen ödülün
verilmesini beklemiş. Fakat kendini beğenmiş kral kızı, oğlanın kendisine
denk biri olmadığını öğrenince onu küçümsemiş, önce bir ödev daha
başarmasını istemiş. Aşağıya, bahçeye inmiş, çimenler arasına kendi eliyle on
çuval darı serpmiş:
- Yarın gün doğmadan önce bunları toplamış olmalı! Hem de bir tane bile
eksik olmayacak! demiş.
Oğlan bahçeye oturmuş, bu ödevin yapılmasının nasıl mümkün olacağını
düşünüp taşınmış ama aklına bir şey gelmemiş. Orada üzgün üzgün oturmuş.
Ortalık ağarırken ölüme götürülmesini beklemiş. Fakat güneşin ilk ışıkları
bahçeye düştüğü sırada oğlan on çuvalın da tümüyle dolu olarak yan yana
durduklarını görmüş, içlerinde bir tane bile eksik yokmuş. Karınca beyi
binlerce karıncasıyla birlikte geceleyin gelmiş. İyilik bilen hayvanlar darıları
büyük bir çabayla toplayıp çuvallara doldurmuşlarmış. Kral kızı kendisi
aşağıya, bahçeye inmiş; delikanlının, kendisine verilen ödevi başarmış
olduğunu şaşkınlıkla görmüş. Fakat gururunu bir türlü yenememiş:
- Mademki iki ödevi de başardı. Öyleyse yaşam ağacından bana bir elma
getirmeden önce kocam olmayacaktır! demiş.
Delikanlı yaşam ağacının nerede olduğunu bilmiyormuş. Yola çıkmış,
ayakları kendini taşıdığı sürece yürümeye karar vermiş. Fakat ağacı
bulacağından hiç umutlu değilmiş. Üç krallık toprağı geçip de akşamleyin bir
ormana varınca bir ağacın altına oturmuş, uyumak istemiş. O sırada dallar
arasından bir hışırtı duymuş: Altından bir elma eline düşmüş. O
anda üç karga uçarak yanına inmişler:
- Bizler, açlıktan ölmekten kurtardığın karga yavrularıyız, demişler,
büyüyüp de senin altın elmayı aradığını duyunca denizler üzerinden uça uça
yaşam ağacının bulunduğu yere, dünyanın ucuna gittik, elmayı alıp getirdik.
Delikanlı son derece sevinerek ülkenin yolunu tutmuş. Güzel kral kızına
altın elmayı götürmüş. Kızın başka bir diyeceği kalmamış. Yaşam elmasını
bölüşmüşler, birlikte yemişler. O zaman kızın yüreği oğlanın sevgisiyle
dolmuş. Sürekli bir mutluluk içinde çok uzun yıllar yaşamışlar.
 

Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız

Editörün Son Yazıları

probiyotik

Islak Çeltiklere

probiyotik

Hiçsizliğe

probiyotik

Acıyor

probiyotik

Yıkık

Editörlerin Son Yazıları

kaptanfilozof06

Deprem Korkusu Arttı

probiyotik

Islak Çeltiklere

bubble30
Nielawore

"KINAR HANIMIN DENİZLERİ"

Bizden haberdar olmak için mail listemize kayıt olun