KURBAĞA KRAL YAHUT DEMİRDEN HEINRICH
Evvel zaman içinde bir kral varmış. Bu kralın kızları pek güzelmişler. Ama en küçüğü o
kadar güzelmiş ki çok şeyler görmüş olan güneş bile, ne vakit bu kıza rasgelse hayran
olurmuş. Kralın sarayına yakın bir yerde büyük, karanlık bir orman bulunuyormuş. Bu
ormanda yaşlı bir ıhlamur ağacının altında bir kuyu varmış. Pek sıcak günlerde prenses
ormana gider; bu serin kuyunun başında otururmuş. Can sıkıntısını gidermek için de
yanına bir altın top alır, havaya atıp tutarmış. Bu, kızın en sevdiği oyunmuş.
Gel zaman, git zaman... Günün birinde prensesin, havaya attığı altın topu eline düşmemiş,
yere çarpmış, yuvarlana yuvarlara dosdoğru suya dalmış. Prenses topun arkasından baka
kalmış. Top gözden kaybolmuş. Kuyu o kadar derin, o kadar derinmiş ki, dibi
görünmezmiş. Bunun üzerine kız ağlamaya başlamış. Ağladıkça ağlıyor, bir türlü
üzüntüsü yatışmıyormuş. Kız böyle hıçkırıp dururken biri kendisine seslenmiş:
- Neyin var, prenses? Öyle acı acı bağırıyorİçinden de şunları geçirmiş: "Ahmak
kurbağanın saçmalarına da bak! Suda kendi gibilerin arasında oturup kuvak kuvak eder
durur. Kurbağadan insana dost mu olurmuş?"
Kurbağa, kızın verdiği sözü duyunca, kafasını suya çekmiş, dibe dalmış. Bir süre sonra
ağzında topla yüze yüze yukarı çıkmış, topu çayıra fırlatmış.
Prenses, en sevdiği oyuncağını yeniden görünce pek sevinmiş. Topu yerden almış, fırlamış
gitmiş.
Kurbağa arkasından bağırırmış:
- Bekle, beni de birlikte götür... Ben senin gibi koşamam ki...
Fakat onun, gücü yettiği kadar kuvak kuvak diye bar bar bağırması ne işe yarar ki? Kız
buna kulak bile asmamış, eve koşmuş. Zavallı kurbağayı unutuvermiş. Kurbağacık da
yine kuyunun dibine inmiş.
Ertesi sabah, kız kralla, bütün saray adamlarıyla birlikte sofrada oturup altın tabağından
yemeğini yerken mermer merdivenlerden şırıp şırap, şırıp şırap diye birinin çıktığını
duymuşlar. Az sonra, bu gelen kapıyı vurmuş:
- Küçük prenses, kapıyı aç! diye seslenmiş.
Kız koşmuş, dışardakinin kim olduğunu görmek istemiş. Kapıyı açar açmaz karşısında
kurbağayı bulmuş. Kapıyı hızla kapamış, sofraya dönüp yerine oturmuş ama korkudan da
bitmiş. Kral, kızın yüreğini güm güm çarpar görünce:
- Neden korktun kızım, demiş, yoksa kapının önünde bir dev mi var, seni alıp götürmek
mi istiyor?
Kız:
- Hayır, demiş, dev değil; pis kurbağa!
- Kurbağa senden ne istiyor?
- Ah babacığım... Dün ormanda kuyunun başında oturmuş oynuyordum. Altın topum
suya düştü. Çok ağladım. Bu kurbağa onu çıkarıp bana getirdi. Üzerime çok düştüğü için
ben de kendisini dost edineceğime söz verdim. Onun sudan çıkabileceğini hiç
ummamıştım. İşte şimdi dışarda... İçeri girmek istiyor.
Bu arada kurbağa ikinci kez kapıyı çalıp seslenmiş:
Kralın küçük kızı, aç kapıyı gireyim,
Dün kuyunun başında, serin suyun yanında
Bana verdiğin sözü tuttuğunu göreyim.
Kralın küçük kızı, aç kapıyı gireyim! Bunun üzerine kral:
- Verdiğin sözü tutmalısın, demiş, git, ona kapıyı aç!
Kız gitmiş, kapıyı açmış. Kurbağa hoplayarak içeri dalmış. Kızın peşinden sandalyesinin
yanına kadar gelmiş; orada oturmuş:
- Kaldır beni, yanına al! diye seslenmiş. Kral buyuruncaya kadar kız aldırmamış.
Kurbağa sandalyeye çıktıktan sonra sofranın üstüne de alınmak istemiş. Sonunda sofraya
çıkınca kıza:
- Altın tabağını yanaştır, birlikte yiyelim demiş.
Kız bunu da yapmış ama, seve seve yapmadığı görülüyormuş. Kurbağa şapur şupur
yemeği yemiş. Fakat lokmalar kızın boğazına dizilmiş. Sonunda kurbağa demiş ki:
- Karnımı tıka basa doyurdum, yorgunum. Haydi beni odana götür... İpek yatağını düzelt
de yatıp uyuyalım.
Prenses ağlamaya başlamış. Soğuk kanlı kurbağadan tiksiniyormuş. Ona dokunmaya
cesaret edemiyormuş. Nasıl olup da güzel, temiz yatağında yatacakmış.
Fakat kral öfkelenmiş:
- Sıkıntılı zamanında sana yardım edenden tiksinmemelisin!
demiş.
Bunun üzerine kız kurbağayı iki parmağıyla yakalamış, yukarı götürmüş, bir köşeye
bırakmış. Fakat kız yatağa girince kurbağa sürüne sürüne gelmiş:
- Yorgunum, demiş, ben de senin gibi rahat rahat uyumak isterim. Beni al, yoksa gidip
babana söylerim.
O zaman kız fena halde Öfkelenmiş, kurbağayı tutup kaldırmış, olanca gücüyle duvara
fırlatmış:
- Al sana rahatlık bakalım... Seni mundar kurbağa seni! demiş.
Fakat kurbağa yere düşer düşmez kurbağalıktan çıkmış; güzel gözlerinin içi gülen, bir
prens olmuş. Babasının isteği üzerine de kızın sevgili dostu, kocası olmuş. O zaman, kötü
yürekli bir cadının onu büyüleyerek bu kılığa soktuğunu kıza anlatmış. Ondan başka
kimsenin kendisini kuyudan kurtaramayacağını söylemiş. Sabahleyin ikisi birlikte oğlanın
ülkesine gitmeye karar vermişler. Sonra uyumuşlar.
Ertesi sabah, güneş onları uyandırdığı sırada sekiz kır at koşulu bir araba gelmiş. Atların
başlarında beyaz devekuşu tüyleri varmış. Altın zincirlerle arabaya bağlıymışlar. Arkada
genç kralın uşağı sadık Heinrich duruyormuş. Efendisi, bir kurbağa kılığına girdiğinden
beri sadık Heinrich'in kalbi o kadar üzüntü içindeymiş ki, yüreği acıdan, kederden
çatlayıp dağılmasın diye, kalbinin çevresine demirden üç çember koydurmuşmuş.
Araba genç kralı alıp ülkesine götürmek için gelmişmiş. Sadık Heinrich ikisini de
kucaklayıp arabaya yerleştirmiş. Kendisi de arkadaki yerine oturmuş. Bu kurtuluştan
dolayı çok seviniyormuş.
Bir parça yol aldıkları sırada Prens arkasında bir çatırtı duymuş; sanki bir şey parçalanmış
gibiymiş. Bunun üzerine arkasına dönüp seslenmiş:
- Heinrich, araba mı kırıldı? Bir baksana!
- Merak etme hiç prens, korku gelmesin sana!
Kuyunun dibinde bir iğrenç kurbağayken siz,
Onulmaz acılarla kıvranırken kalbimiz
Yüreğime sardığım çemberlerden biri bu!
Yolda bu çatırtı bir daha, bir daha olmuş. Her defasında prens araba kırıldı sanmış. Oysa
bunlar, sadık Heinrich'in yüreğindeki çemberlerin kopup parçalanışıymış. Çünkü efendisi
kurtulmuş, mutlu olmuşmuş.
Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız