Kasım 23, 2024

Grimm Masalları

KURUL SOFRAM KURUL!

 

Evvel zaman içinde bir terzinin üç oğluyla bir tanecik keçisi varmış. Hepsi onun sütüyle

beslenirlermiş. Bunun için de kendisini her gün çayıra götürmek, bol bol beslemek

gerekiyormuş. Çocuklar bu işi nöbetleşe yaparlarmış.

Günün birinde büyük oğlan keçiyi kilise alanına götürmüş. En güzel otlar burada

bulunurmuş. Hayvanı dolaşıp otlamaya salmış. Akşam üzeri eve dönme vakti gelince

sormuş:

- Keçi, karnın doydu mu?

Keçi:

- Yedim, içtim karnım tok;

Tek yaprak yiyesim yok.

Me... me... me...

Oğlan:

- Öyleyse haydi eve!

demiş. Keçiyi ipinden tutmuş, eve getirip ahıra bağlamış.

Yaşlı terzi sormuş:

- E, keçi iyice karnını doyurdu mu bari?

Oğlu:

- Elbette, demiş, yedi içti karnı tok... Tek yaprak yiyesi yok!

Ama babası, bu söze iyice aklı yatsın diye ahıra gitmiş, sevimli hayvanı okşamış:

- Keçi, diye sormuş, sahiden karnın doydu mu?

Keçi:

- Atladım bütün gün sade dağ, dere;

Tok olur mu insan böyle boş yere?

Ağzıma koymadım tek yaprak bile.

Me... me... me... me...

Terzi:

- Bunu da mı duyacaktım?

diye bağırmış, hemen yukarı fırlamış, oğluna:

- Seni gidi yalancı seni... Keçinin karnı doydu demiştin... Oysa hayvanı aç bırakmışsın.

Bu kızgınlıkla duvardaki cetvel tahtasını kapınca oğlanın peşine düşmüş; döve döve kapı

dışarı atmış.

Ertesi gün sıra ikinci oğlandaymış. O da bahçe çitlerinin kıyısında, bol otlu bir yer arayıp

bulmuş. Keçi bu otları silip süpürmüş. Akşam üzeri, eve dönerlerken sormuş:

- Keçi, karnın doydu mu?

Keçi:

- Yedim, içtim karnım tok;

Tek yaprak yiyesim yok.

Me... me... me...

Oğlan:

- Öyleyse haydi eve!

demiş. Keçiyi götürüp ahıra bağlamış.

Yaşlı terzi sormuş:

- E, keçi iyice karnını doyurdu mu bari?

Oğlu:

- Elbette; demiş, yedi içti karnı tok... Tek yaprak yiyesi yok!

Terzinin bu sözle içi rahat etmemiş, ahıra gitmiş, keçiye sormuş:

- Keçi, demiş, sahiden karnın doydu mu?

Keçi:

- Atladım bütün gün sade dağ, dere;

Tok olur mu insan böyle boş yere?

Ağzıma koymadım tek yaprak bile.

Me... me... me... me...

Terzi:

- Seni dinsiz imansız seni, diye bağırmış, dilsiz ağızsız hayvancağızı aç bırakırsın ha?..

Hemen yukarı fırlamış. Cetvelle oğlanı pataklaya pataklaya kapı dışarı etmiş.

Sıra üçüncüye gelmiş. Oğlan işini sağlam tutmak istemiş. En güzel yapraklı bir fundalık

arayıp bulmuş. Keçiyi bunların arasına salmış. Akşam üzeri eve dönerken sormuş:

- Keçi, karnın doydu mu?

Keçi:

- Yedim, içtim karnım tok;

Tek yaprak yiyesim yok.

Me... me... me...

Oğlan:

- Öyleyse haydi eve!

demiş. Keçiyi ahıra götürüp bağlamış.

Yaşlı terzi sormuş:

- E, keçi iyice karnını doyurdu mu bari?

Oğlu:

- Elbette, demiş, yedi içti karnı tok... Tek yaprak yiyesi yok!

Terzi bu söze inanmamış. Gitmiş, keçiye sormuş:

- Keçi, demiş, sahiden karnın doydu mu?

Şirret hayvan:

,Atladım bütün gün sade dağ, dere;

Tok olur mu insan böyle boş yere?

Ağzıma koymadım tek yaprak bile.

Me... me... me... me...

demiş. Terzi:

- Seni yalancı köpek seni... Demek sen de ötekiler gibi Tanrı'dan korkmaz, görevini bilmez

birisin ha? Bundan sonra beni daha fazla budala yerine koyamayacaksınız!

diye bağırmış. Öfkeden çılgına dönerek yukarı fırlamış, oğlanın sırtına cetvel tahtasını

öyle bir indirmiş ki, çocuk kendini evden dışarı zor atmış.

Böylece yaşlı terzi keçisiyle yapayalnız kalmış. Ertesi sabah ahıra inmiş, keçiyi okşamış:

- Gel benim sevgili keçim, demiş, seni çayıra kendim götüreceğim!

Keçinin ipinden tutmuş, keçilerin seve seve yedikleri otların olduğu bir yere götürmüş:

- İşte burada istediğin gibi karnını doyurabilirsin!

demiş. Keçiyi akşama kadar otlamaya salmış. Akşam olunca sormuş:

- Keçi, karnın doydu mu?

Keçi:

- Yedim, içtim karnım tok;

Tek yaprak yiyesim yok.

Me... me... me...

Terzi:

- Öyleyse haydi eve!

demiş. Ahıra götürüp bağlamış. Çıkıp giderken bir kez daha arkasına dönüp sormuş:

- E, bu sefer karnın herhalde doymuştur, değil mi?

Keçi ona da yine:

- Atladım bütün gün sade dağ, dere;

Tok olur mu insan böyle boş yere?

Ağzıma koymadım tek yaprak bile.

Me... me... me... me...

demez mi? Bu sözleri duyunca terzinin aklı başından gitmiş. Üç oğlunu da evden boş yere

kovduğunu anlamış:

- Alacağın olsun senin iyilik bilmez yaratık, diye bağırmış, seni defedivermekten bir şey

çıkmaz. Seni namuslu, onurlu terziler arasında dolaşamayacak duruma sokayım da bir

gör!

Çabucak yukarı çıkmış, usturasını alıp getirmiş; keçinin kafasını sabunladıktan sonra bir

güzel tıraş etmiş. Daha sonra eline kamçıyı almış. (Çünkü oğullarını dövdüğü cetvelle

dayak yemesi onurlu bir şey olacakmış; oysa artık buna bile değmezmiş.) Terzi keçiyi öyle

pataklamış ki, hayvan can havliyle bir iki sıçrayışta kaçıp kurtulmuş.

Terzi böylece evde tek başına kalıverince içine bir gariplik çökmüş. Ne olurdu, çocukları

dönüp gelseydiler? Ama onların nereye kaçıp gittiklerini bilen yokmuş.

Büyük oğlan bir doğramacının yanına çırak girmiş. Yılmadan, usanmadan çalışmış.

Ayrılma vakti gelince ustası ona küçük bir masa armağan etmiş. Görünüşte bu masanın

göz alır yanı yokmuş. Bayağı tahtalardan yapılmış, ama hoş bir becerisi varmış. Bir yere

konulup da:

- Kurul sofram kurul!

dendi mi, masa hemen beyaz bir örtü ile örtülürmüş. Yanında bir tabak, bir bıçak, bir de

çatal peyda olurmuş. Kızartmalarla, haşlamalarla dolu tabaklar, içinde kırmızı şarap

parıldıyan büyük bir bardak... görenlerin ağızları sulanırmış.

Oğlan kendi kendine:

- Ömrüm oldukça bu sana yeter!

demiş. Her yanı dolaşmaya başlamış. Bir lokantanın iyi yahut kötü oluşu, yiyecek bir şey

bulunup bulunmayışı umurunda bile değilmiş.

Canı istemezse bir yere girip konaklamaz; kırda, ormanda, bir çayırlıkta, nerede olursa

masacığını sırtından indirir, önüne kor, sonra:

- Kurul sofram kurul!

dermiş. Bunun üzerine de istediği her şey sofraya geliverirmiş.

Günün birinde aklına babasının yanına dönmek gelmiş: Herhalde Öfkesi geçmiş olmalı.

Hem de bu "kurul sofram kurul"u görünce beni canla başla evine alır diye düşünmüş.

Oğlan evine dönmekte olsun... Bir akşam bir hana varmış. İçerisi tıklım tıklım müşteriyle

doluymuş. Ona "hoş geldin" demişler. Yanlarına yemeye çağırmışlar. "Başka türlü yiyecek

bulamazsın" demişler.

Marangoz:

- Hayır, demiş, sizin lokmalarınıza ortak olmak istemem. Daha iyisi siz benim soframa

buyurun!

Hepsi gülüşmüşler. Kendileriyle şakalaşıyor sanmışlar. Fakat oğlan masasını ortaya

koymuş:

- Kurul sofram kurul!

der demez masanın üstü türlü türlü yemeklerle doluvermiş. Bu kadar güzel yemekleri

hancı bulup getiremezmiş. Bu yemeklerden çıkan hoş kokular bütün müşterilerin

burunlarına dolmaya başlamış.

Marangoz:

- Buyurun kardeşler!

demiş. Müşteriler ikinci çağrıya vakit bırakmamışlar, sofra başına toplanmışlar. Bıçaklarını

çıkararak yemekleri atıştırmaya başlamışlar.

En çok şaştıkları şey: Tabak boşalınca onun yerine kendiliğinden bir dolusunun gelişi

olmuş. Hancı bir köşede durmuş; bu işin nasıl olduğuna bakarmış. Ne söyleyeceğini

şaşırmış. Aklından şunları geçirmiş: "Böyle bir ahçı senin işine ne kadar yarardı!" demiş.

Marangozla sofra arkadaşları gecenin geç vaktine kadar gülüp eğlenmişler. Sonra yatıp

uyumuşlar. Oğlan da yatağa girmiş, sihirli masacığını da duvara dayamış. Fakat hancının

gözüne bir türlü uyku girmiyormuş. Eski eşyaların yığılı durduğu odadaki eski bir masa

aklına gelmiş. Bu, tıpkı berikine benziyormuş. Usulca gidip onu çıkarmış. Oğlanın

masasını almış, yerine bunu bırakmış.

Ertesi sabah marangoz yatak parasını vermiş, masacığını sırtına vurmuş. Bunun kendi

masası olmadığını aklına bile getirmeden yola koyulmuş. Öğle üzeri babasının evine

varmış. Adamcağız oğlunu büyük bir sevinçle karşılamış:

- Sevgili yavrum, demiş, neler öğrendin bakayım?

diye sormuş.

Marangoz oldum, babacığım.

- İyi bir sanat E... gezip dolaştığın yerlerden ne getirdin bakalım?

- Getirdiğim şeylerin en iyisi işte şu masacık babacığım!

Terzi masayı evirip çevirerek iyice gözden geçirmiş; sonra:

- Bunda bir ustalık göstermişe benzemiyorsun. Bu hem eski, hem de kötü masacık işte!

demiş.

Oğlan:

- Öyle ama bu bir "Kurul sofram kurul"dur, demiş, bunu yere koyup da kurulmasını

söyledim mi, üzerine en güzel yemekler hemen diziliverir. Yanında da şarabı... İçenin

ömrü artar. Bütün eşi dostu, hısım akrabayı çağırın... Yiyip içsinler de yüzlerine kan

gelsin.. Bu masa hepsini tıka basa doyurur.

Çağrılılar toplanınca oğlan masasını odanın ortasına koymuş:

- Kurul sofram kurul! demiş. Gel gelelim, masa kıpırdamamış bile.. Dilden anlamayan

başka masalar gibi bomboş durmuş. O zaman zavallı oğlan masasının değiştirildiğini

anlamış. İnsanlara karşı yalancı çıktığından utanmış. Hısım akrabası onunla alaya

başlamışlar. Aç susuz evlerine dönmüşler. Bunun üzerine babası kumaş parçalarını

yeniden eline almış; bunları kesip biçmeye yeniden koyulmuş. Oğlan da bir ustanın

yanında iş bularak çalışmaya başlamış.

İkinci oğlan bir değirmenciye gitmiş. Yanına çırak girmiş. Yılı tamam olunca ustası demiş

ki:

- Bugüne kadar akıllı uslu işini gördün. Ben de sana acayip bir eşek bağışlıyorum. Bu

hayvan ne araba çeker, ne de çuval taşır.

Oğlan sormuş:

- Öyleyse ne işe yarar?

Değirmenci:

- Ağzından altın dökülür, demiş. Bunu bir çuval üstüne bastırır da "briklebrit" dedin mi,

hayvan hemen önden, arkadan altın çıkarmaya başlar.

Oğlan:

- İşte bu hoş bir şey! demiş. Ustasına teşekkür etmiş, yola çıkmış.

Oğlana para gerekti mi eşeğe "briklebrit" demesi yetermiş. Hemen bir altın yağmuru

başlarmış. O zaman bunları eğilip toplamaktan başka bir zahmet kalmazmış. Oğlan nereye

gitse her şeyin en iyisini -ucuzuna, pahalısına bakmadan- alabilirmiş. Öyle ya... Kesesi her

zaman dopdolu olurmuş. Uzun zaman böylece gezip tozduktan sonra günün birinde

kendi kendine demiş ki: "Babanı aramalısın. Bu altın fabrikası eşeğinle gidersen öfkesi

geçer. Seni hoş karşılar."

Oğlan evine gitmekte olsun. Günün birinde ağabeysinin sofrasını çaldırdığı hana varmış.

Eşeğinin yularını da elinden bırakmıyormuş. Hancı hayvanı alıp bir yere bağlamak

istemiş. Oğlan:

- Size zahmet olmasın, demiş, eşeğimi kendim ahıra götürüp bağlarım. Onun yerini

bilmem gerek.

Hancı bu sözleri tuhafça bulmuş. Böyle kendi eşeğine kendisi bakan adamdan fazla para

çıkmayacağını sanmış. Ama yabancı keseye davranıp da iki altın çıkarak güzel şeyler satın

almak istediğini söyleyince hancının gözleri faltaşı gibi açılmış. Hemen koşmuş;

sürebileceği en güzel şeyleri aramaya koyulmuş. Yemekten sonra müşteri hesap istemiş.

Hancı her şeyi iki katlı hesaplamaktan kaçınmamış. "Birkaç altın daha vereceksiniz"

demiş. Oğlan cebine el atmış. Aksi gibi o sırada parası tükenmişmiş:

- Bana bir dakika izin hancı başı, demiş, gidip para getireyim.

Dışarı çıkarken sofra örtüsünü de alıp götürmüş. Hancı buna bir anlam verememiş, merak

etmiş; gizlice oğlanın peşine düşmüş. Müşteri ahırın kapısını arkasından sürgüleyince bir

delikten içerisini gözetlemiş. Yabancı eşeğin altına örtüyü yaymış, "Briklebrit" der demez

hayvanın ağzından, ardından yere pıtır pıtır altınlar dökülmeye başlamış. Hancı kendi

kendine:

- Vay canına, demiş, darphane misin be mübarek? Böyle bir altın çuvalı hiç kötü değil,

doğrusu!

Müşteri hesabını ödemiş, yatağına uzanmış. Hancı gece yarısı sessizce aşağıya, ahıra

inmiş. Canlı darphaneyi çözmüş, yerine başka bir eşek bağlamış.

Ertesi sabah erkenden oğlan eşeğiyle birlikte yola çıkmış. Bu hayvanı kendi eşeği

sanıyormuş. Öğle vakti babasının evine varmış. Adamcağız onu görünce çok sevinmiş,

hoş karşılamış:

- Ne oldun bakalım, oğlum?

diye sormuş.

Oğlan:

- Değirmenci oldum babacığım! demiş.

- E.. gezip dolaştığın yerlerden ne getirdin bakayım?

- Bir eşekten başka bir şey getirmedim.

Babası:

- Burada istediğin kadar eşek var. İyi bir keçi olsaydı daha hoşuma giderdi doğrusu!

demiş.

Oğlu:

- Öyle ama bu senin bildiğin eşeklerden değil, demiş, altın yapan bir eşek bu... ona

"Briklebrit" dedim mi, hayvan hemen size bir bez dolusu altın çıkarır. Bütün hısım

akrabayı buraya çağırın... Hepsini zengin edeyim!

Babası:

- Pekâlâ, demek artık iğneyle kuyu kazmama gerek kalmayacak, demiş.

Hemen fırlayıp gitmiş; bütün hısım akrabayı oraya çağırmış. Hepsi toplanır toplanmaz

değirmenci bir yer açmalarını söylemiş. Çulunu yere yaymış, eşeği ortaya getirmiş:

- Şimdi dikkat edin, demiş. Sonra "briklebrit" diye bağırmış. Gel gelelim yere dökülenler

altın değilmiş. Hayvanın incelikten anlamadığı da ortaya çıkmış. Her eşek işi bu kadar

ileri götüremezmiş.

Bunu görünce zavallı değirmenci suratı asmış. Dolandırıldığını anlamış. Evlerine yine eli

boş dönen hısım akrabadan özürler dilemiş. Bunun üzerine yaşlı adamın yine iğneyi eline

almasından, oğlanın da bir değirmenci yanına girmesinden başka çare kalmamış.

Üçüncü oğlan bir tornacının yanına çırak girmiş. Bu iş ince bir sanat olduğu için oğlan

uzun zaman burada çalışmış. Ağabeyleri ona bir mektup yollamışlar; işlerinin kötü

gittiğini, eve dönerken son gece hancının sihirli mallarına yaptığı işi anlatmışlar. Tornacı,

sanatı iyice öğrenip yola çıkmak isteyince ustası ona bir torba vermiş, demiş ki:

- İçinde bir sopa var.

Oğlan:

- Torbayı sırtıma bağlayayım. Herhalde çok işime yarar ama içindeki sopa ne olacak

sanki? Yük olmaktan başka neye yarar?

Ustası:

- Bak söyleyeyim de dinle, demiş, biri sana kötülük ederse hemen "sopam çık torbadan"

de! Bunu söyler söylemez sopa dışarı fırlar, oradakilerin ensesinde öyle bir boza pişirir ki,

bir hafta kollarını, bacaklarını kımıldatacak halleri kalmaz. Sen "sopam torbaya" deyinceye

kadar pataklayıp durur.

Oğlan ustasına teşekkür etmiş, torbayı sırtlamış. Biri kendisine yaklaşıp da üzerine

atılmak isteyince:

- Sopam çık torbadan!

dermiş. Sopa hemen dışarı fırlar; rasgelen yerine vurmaya başlarmış. Bu pataklayış o

kadar hızlı olurmuş ki, kimse sıra kendine gelmeden önce toparlanıp kaçamazmış.

Akşam vakti genç tornacı, kardeşlerinin dolandırıldığı hana varmış. Torbasını gözünün

önüne koymuş. Dünyada gördüğü acayip şeyleri anlatmaya başlamış:

- Evet, demiş, dünyada neler var!... Örneğin bir "kurul sofram kurul" bir "altın çıkaran

eşek" gibi türlü türlü hoş şeyler... Ben bunlardan hiçbirini küçük görmem ama benim

elime geçen hazinenin yanında bunların hiçbiri beş para etmez. Bu hazine işte şu

torbamda duruyor.

Hancı kulak kabartmış; kendi kendine:

- Şu dünyada neler yok ki! demiş. Şu torba herhalde değerli taşlarla dolu olsa gerek. Şunu

da kolayca bir ele geçirsem... Öyle ya, hak oyun üçtür derler.

Uyku zamanı gelince müşteri bir kerevetin üzerine uzanmış; torbasını da başının altına

koymuş. Hancı müşterinin uykuyu koyulttuğunu sanmış. Ona yaklaşmış. Bu torbayı alıp

yerine bir başkasını koymak istemiş.

Yavaş yavaş, dikkatle torbanın yanına gitmiş, ama tornacı deminden beri onu

bekliyormuş. Hancı tam dokunacağı sırada:

- Sopam çık torbadan!

diye seslenir seslenmez sopa dışarı fırlamış; hancıyı bir temiz pataklamış. Hancı "aman"

diye bağırdıkça sopa daha hızlı vuruyormuş. Sonunda bitkin bir durumda yere yıkılmış.

O zaman tornacı demiş ki:

- Eğer "kurul sofram kurul"la "altın çıkaran eşek"i getirip geri vermezsen bu şölen yeniden

başlayacak.

Hancı boğuk boğuk seslenmiş:

- Aman... aman... Hepsini çıkarıp vereceğim, ama, söyle de şu mendebur, torbaya tıkılsın.

Bunun üzerine oğlan:

- Sizi mahkemeye vermekten vazgeçiyorum ama bir daha başkalarına zarar vermekten

sakının! demiş. Sonra:

- Sopam torbaya! diye bağırmış. Hancıyı da bırakmış.

Ertesi sabah tornacı "kurul sofram kurul"u, "altın çıkaran eşek"i de yanına alarak evine,

babasının yanına gitmiş.

Terzi oğlunu yeniden görünce çok sevinmiş. Yabancı yörelerde neler öğrendiğini ona da

sormuş; oğlan:

- Tornacı oldum, babacığım! demiş.

Babası:

- İnce bir sanat, demiş. E... gezip dolaştığın yerlerden ne getirdin bakalım?

Oğlu:

- Çok değerli bir şey babacığım, demiş. Torbamda bir sopa!

Babası bağırmış:

- Ne?... bir sopa mı?... Doğrusu emeğine değer. Böyle bir sopayı hangi ağaçtan istesen

kesebilirsin yahu!

- Ama böylesini değil babacığım. "Sopam çık torbadan" dedim mi sopa hemen torbadan

fırlar, bana kötülük niyetinde olana haddini bildirir. Yere yıkılıp "amanTanrı" demedikçe

işini bırakmaz. Bakın, bu sopa sayesinde hem "kurul sofram kurul"u, hem de "altın çıkaran

eşek"i alıp buraya getirdim. Bunları o hırsız hancı, kardeşlerimden aşırmışmış. Haydi

onları çağırın... Hısım akrabayı da çağırın. Hepsinin karınlarını doyuracağım... Ceplerini

de altınla dolduracağım.

Yaşlı terzi bu sözlere pek inanmamış ama yine gidip hısım akrabayı toplamış. Tornacı

odanın ortasına bir bez yaymış. Eşeği içeri getirmiş. Sonra kardeşine demiş ki:

- Haydi ağabeyciğim, konuş bakalım şununla!

Değirmenci:

- Briklebrit!

der demez altınlar bir sağnak gibi, bezin üstüne dökülmeye başlamış. Herkes taşıyacağı

kadar altın toplamadan da bu sağnağın ardı kesilmemiş. (Ne olurdu, sen de orda

bulunsaydın değil mi?)

Tornacı sonra gitmiş, küçük masayı getirmiş:

- Ağabeyciğim, demiş, haydi şununla konuş!

Marangozun "kurul sofram kurul" demesiyle birlikte sofra kuruluvermiş. Üzerinde her

türlü yiyecekten bol bol varmış. Bunun üzerine öyle bir yemek yenmiş ki, o güne kadar

terzinin evinde böyle bir şölen verilmemişmiş. Bütün hısım akraba gece geç vakte kadar

orada kalmışlar... Hepsi neşeli, hepsi hoşnutmuşlar.

Terzi iğne ipliğini, cetvel tahtasını, ütüsünü bir dolaba kaldırıp kilitlemiş. O günden sonra

da üç oğluyla birlikte rahatça yaşamış.

Terzinin üç oğlunu kovmasına neden olan keçi ne oldu diye merak ediyorsanız, durun,

size onu da anlatayım:

Dazlak bir kafayla dolaşmaktan utanmış. Gitmiş, bir tilki inine girmiş. Tilki eve gelince,

karanlıkta iki kocaman gözün parıltısını görmüş, korkmuş; geri çekilip kaçmış. Yolda

ayıya rasgelmiş. Tilkinin bir şeyden korktuğu yüzünden belli oluyormuş. Ayı:

- Ne oldu sana tilki kardeş? diye sormuş, bu ne surat böyle?

Tilki:

- Ah sorma, demiş, inimde yırtıcı bir hayvan oturuyor. Alev gibi gözleriyle bana öyle bir

bakış baktı ki...

Ayı:

- Onu şimdi defederiz!

demiş. Tilkiyle birlikte ine gitmiş, içeri bakmış. Alev alev parlayan bu gözleri görünce onu

da bir korku almış. "Bu yabanıl hayvanla bir alış verişim yok benim" diye tabanları

kaldırıp kaçmış. Yolda karşısına arı çıkmış. Ayının durumunda bir başkalık olduğunu

hemen sezmiş.

- Ayı, demiş suratın neden asık?... Hani senin şakraklığın nerede kaldı kuzum?

Ayı:

- Evet, söylemesi kolaydır... Tilkinin evinde koca gözlü bir yabanıl hayvan oturuyor. Onu

oradan defedemedik.

Arı:

- Yazıklar olsun sana ayı, demiş bak ben çelimsiz zavallı bir yaratığım. Yolda beni gören

başını çevirip bakmaz bile. Ama bana öyle geliyor ki, bu işte size yardımım dokunacak.

Bunları söyledikten sonra uçarak tilkinin inine varmış... Keçinin tıraşlı, dazlak kafasına

konmuş... Öyle bir sokuş sokmuş ki keçi: "Me, me, me..." diye bağıra bağıra yerinden

fırlamış; deli gibi kaçmaya başlamış.

O günden beri bu keçinin nerelerde olduğunu bilen kimse çıkmamış.

Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız

Editörün Son Yazıları

probiyotik

Çile

probiyotik

Yattığım Kaya

probiyotik

Kaldırımlar

probiyotik

Islak Gül

Editörlerin Son Yazıları

kaptanfilozof06

Hindistan'da İlginç Olay

probiyotik

Çile

bubble30

İÇİNDEKİ CEVHERİ KORUYANLAR

Nielawore

"HALİME TERCÜMANDIM"

Bizden haberdar olmak için mail listemize kayıt olun