Gecenin onu olmuştu. Parlak bir mehtap vardı dışarıda. Büyükanne Marfa Nikolayevna’nm, rahmetli kocasının ruhuna okuttuğu dua yeni bitmişti. Biraz hava almak için bahçeye çıkan Nadya, salonda yemek hazırlıklarının yapıldığını, allı pullu ipek giysisiyle büyükannenin ortalıkta koşuştuğunu görüyordu. Kilisenin en kıdemli papazı Peder Andrey ise, Nadya’nın annesi Nina İvanovna’yla bir şeyler konuşuyordu. İyice aydınlatılmış salonda, camların ardında daha bir genç görüyordu annesini şimdi Nadya. Hemen yanlarında Peder Andrey’in, oğlu Andrey dikiliyor, dikkatle onları dinliyordu.
Bahçe sessiz, serindi. Kara gölgeler yerde hareketsiz yatıyorlar, yalnızca uzaklarda, pek uzaklarda, belki de kentin öte yanında kurbağaların bağırtılan işitiliyordu. Mayıs, kişinin içine bir sıcaklık salan mayıs hissediliyordu her yanda! Kişi daha bir rahat soluyor; buralardan pek uzaklarda, gök kubbe altında bir yerde, ağaçların üzerinde, kentin dışındaki kırlarda, ormanlarda günahkâr basit insanların anlayamayacağı esrarlı, hoş, neşeli ve kutsal ilkbahar yaşantısının doğmakta olduğunu düşünmek geliyordu içinden. Neredeyse ağlayacaktı Nadya.
Daha yirmi üç yaşındaydı. On altı yaşından bu yana hep evlenmeyi, bir yuva sahibi olmayı hayâl etmişti. Ve şimdi salonda annesiyle Peder Andrey’in yanında dikilip onları dinleyen Andrey Andreyiç’in nişanlısıydı. Kocası olacak erkekten hoşlanıyordu.
Yedi temmuzda düğünleri olacaktı ya, nedense sevinemiyordu. Geceleri rahat Uyuyamıyordu; tüm neşesi uçup gitmişti… Mutfağın bulunduğu bodrum katının açık penceresinden, içeride büyük bir telaş olduğu işitiliyor; çatal kaşık, hızla kapatılan kapı sesleriyle, kızartılmış hindi,vişne turşusu kokusu geliyordu. Bunun hep böyle sürüp gideceği, en küçük bir değişikliğin olmayacağı duygusu vardı Nadya’ nın içinde nedense.
İşte biri evden çıkıp merdivenin başında durdu. On gün önce Moskova’dan gelen konukları Aleksandr Timofeiç, ya da kısaca Saşa’ydı bu. Yıllarca önce, büyükanneye yardım almak için Mariya Petrovna adında ufak tefek, sıska, hastalıklı, yoksul düşmüş, soylu, dul bir kadın gelip giderdi. Bu kadının Şaşa diye bir de oğlu vardı. Nedense herkes bu çocuğun sanatçı bir yaratılışı olduğu inancındaydı.
Saşa’nın annesi ölünce büyükanne sevap kazanmak için onu Moskova’da polis okuluna yatırmıştı. İki yıl sonra Şaşa bu okulu bırakarak güzel sanatlar okulunun mimarî bölümüne girmiş, ancak on beş yılda, o da şöyle böyle, bitirebilmişti. Hayata atıldıktan sonra mimarlığı da bırakmıştı. Moskova’da, taş basma yapan bir atölyede çalışıyordu şimdi. Hemen hemen her yaz, son derece bitkin bir durumda, dinlenmek ve biraz iyileşmek için büyükanneye gelirdi.
Üstünde düğmeleri iliklenmiş bir ceketle, eski, bol paçalı, keten bir pantolon vardı. Gömleği ütüsüzdü. Pek bitkin bir hali vardı. Son derece zayıf; iri gözlü, uzun kuru parmaklı, sakallı, esmer olmasına karşın, yine de yakışıklıydı. Şumihin’lere baba evi gibi alışmıştı, içlerinde kendisini hiç yabancı hissetmezdi. Geldiği yazlar kaldığı odanın adı bile çoktandır ‘Saşa’nın odası’ydı.
Merdivenin başında dikilirken bahçedeki Nadya’yı görüp yanına gitti.
— Buraları çok güzel, dedi.
— Tabii. Sonbahara kadar kalmalısınız.
— Sanırım öyle olacak. Eylüle kadar kahrım bekli. Nedensiz gülümsedi Şaşa ve Nadya’nın yanına oturdu.
Öteki:
— Oturmuş, annemi seyrediyordum, dedi. Olduğundan bir o kadar daha genç ve güzel görünüyor böyle.
Bir an sustuktan sonra ekledi:
— Annemin bazı zayıf yanları var kuşkusuz, ama yine de bulunmaz bir kadındır.
— Haklısınız, iyidir… dedi Şaşa. Anneniz bir kadın olarak gerçekten de pek iyi yürekli, sevimlidir, ama… nasıl söyleyeyim? Bu sabah erken kalkmıştım, mutfağa gittim. Dört hizmetçi de yerde yatıyorlardı. Karyolaları yoktu, döşek yerine de eski püskü bir şeyler vardı. İğrenç bir koku vardı içerde, bit ve tahtakurusundan geçilmiyordu…
Yirmi yıl önce de böyleydi, şimdi de böyle. En küçük bir değişiklik yok. Büyükanneyi bırakın hadi, yaşlı kadındır, bilmez; ya anneniz? Fransızca konuşuyor, tiyatroya gidiyor. Birazcık da anlayışlı olması gerekirdi.
Dinleyicisinin önünde iki uzun ince parmağını uzatarak
konuşuyordu Şaşa.
— Buradaki her şey pek garibime gidiyor, diye devam etti. Herkes sırtüstü yatmış, armut piş, ağzıma düş, bekliyor. Anneniz sabahtan akşama kadar bir kontes gibi dolaşıyor sadece. Büyükanne de boş oturuyor. Hatta siz bile. Nişanlınız Andrey Andreyiç’in de bir şey yaptığı yok.
Nadya, geçen yıl da, ondan önceki yıl da, daha önceki yıllar da dinlemişti bunları. Saşa’nın başka türlü düşünemeyeceğini biliyordu. Onun bu çeşit sözlerine güler geçerdi önceleri, ama şimdi, nedense bir sıkıntı düşmüştü içine. Ayağa kalkarak,
— Yıllardan beri dinliyoruz bunları, dedi. Başka bir şeyler bulup konuşamaz mısınız siz?
Şaşa gülümsedi, o da ayağa kalktı; eve doğru yürümeye başladılar. Uzun boylu, güzel yapılı Nadya yanında yürürken, daha bir sağlıklı, daha güzel giyimli görünüyordu Şaşa. O da fark etti bunu ve acıdı Saşa’ya, içi bir tuhaf oldu:
— Çok boş konuşuyorsunuz, dedi. Örneğin, Andrey’im hakkında düşündüklerinizi söylediniz az önce, oysa daha hiç tanımıyorsunuz onu.
— Andrey’! mi… Umurumda değil Anderyiniz. Sizin gençliğinize, canlılığınıza acıyorum ben.
Salona girdiklerinde herkes masadaki yerini almak üzereydi. Büyükanne, ya da evdeki adıyla ‘Babiş’, pek şişko, çirkin, kalın kaşlı, bıyıklı bir ihtiyardı. Daima yüksek sesle konuşurdu. Sesinin tonundan, yüzünün anlatımından evde en büyüğün o olduğunu hemen anlamak hiç de güç değildi. Çarşıda birkaç dükkânı vardı. Büyük, eski ev de bahçesiyle birlikte onundu. Ama o yine de her sabah, Tanrının onu yoksul düşmekten koruması için dua eder, ağlardı.
Gelini Nina İvanovna ,Nadya’nın annesi, burundan sıkma gözlüklü, parmaklan pırlanta yüzük dolu bir sarışındı. Peder Andrey, zayıf, dişsizdi. Yüzünde, pek gülünç bir şey anlatmaya hazırlanıyormuş gibi garip bir anlatım vardı. Nadya’nın nişanlısı Andrey Andreyiç ise şişmanca, sanatçı ya da artistinkileri andıran kıvırcık saçlarıyla oldukça yakışıklı bir gençti. Üçü hipnotizma üzerine konuşuyorlardı. Babiş, Saşa’ya dönerek,
— Bir haftaya kalmaz, düzelirsin burada, dedi. Yeter ki biraz bol ye. Neye benziyorsun bu halinle? derin bir iç geçirdi İnsanlıktan çıkmışsın! Yolunu şaşırmış çocuklardan farkın yok.
Peder Andrey, güleç gözlerle tane tane konuşarak,
— Mel’un, babasının varını yoğunu iç ettikten sonra vardı gitti akılsız hayvanların arasına çöp gibi kurumaya… diye söylendi.
Andrey Andreyiç, babasının omzunu okşayarak,
— Babacığımı pek severim, dedi. Bulunmaz bir ihtiyardır, tertemiz bir yüreği vardır.
Bir an herkes sustu. Şaşa, peçeteyi ağzına götürerek birdenbire gülmeye başladı.
Peder Andrey, Nina İvanovna’ya,
— Demek ki hipnotizmaya inanıyorsunuz? diye sordu. Beriki, yüzüne ciddi, hatta sert bir ifade takınarak,
— Kesin olarak inandığımı söyleyemem, dedi. Ama, doğanın esrarlı, anlaşılamayan birçok yanları olduğu da su götürmez bir gerçek bence.
— Sizinle aynı fikirdeyim. Ancak şunu da biliyorum ki, din, esrarlı, anlaşılmaz sandığımız birçok şeyi açıklar bize.
Kocaman, yağlı bir kızartılmış hindi getirdiler masaya. Peder Andrey ile Nina İvanovna konuşmalarına devam ediyorlardı. Pırlantalar parıldıyordu Nina İvanovna’nın parmaklarında. Biraz sonra gözlerinde yaşlar parıldamaya başladı, heyecanlanmıştı:
— Her ne kadar sizinle bir tartışmaya girmeye cesaretim yoksa da, dünyada esrarı çözülememiş çok şey var, diyeceğim, yine de!
— İnanın ki, bir tek şey bile yok.
Yemekten sonra Andrey Andreyiç, Nina İvanovna’nın piyanoda eşliğiyle, keman çaldı. Edebiyat fakültesini bundan on yıl önce bitirdiği halde, hiçbir yerde çalışmıyordu. Ara sıra, hayır için düzenlenen konserlerde keman çalmaktan başka belli başlı bir işi yoktu. ‘Artist’ derlerdi ona kentte.
Andrey Andreyiç, çalıyor, herkes sessizce onu dinliyordu. Masada semaver kaynıyordu ya, Şaşa’dan başka çay içen yoktu. Saat on ikide birdenbire kemanın teli koptu; herkes gülümsedi, vaktin geç olduğunu öğrenince kalkmaya hazırlandılar.
Nadya, nişanlısını geçirdikten sonra, annesiyle birlikte olduğu üst kata çıktı (alt kat büyükanneye aitti). Salonun ışıklarım söndürmeye başlamışlardı. Şaşa ise oturmuş, hâlâ çay içiyordu. Daima uzun uzun, Moskova usulü, bir oturmada yedi sekiz bardak içerdi çayı.
Soyunup yatağına girdikten sonra uzun süre, aşağı katta hizmetçilerin takımları toplayışından çıkan gürültüyü, büyükannenin söylenişini dinledi Nadya. Sonunda her şey sustu. Aşağı kattaki odasında Saşa’nın, kalın sesiyle öksürdüğü işitiliyordu sadece, arada bir.
Nadya uyandığında saat beş olmalıydı, hava yeni yeni aydınlanmaya başlamıştı çünkü. Uzaklardan bir bekçinin ayak sesleri geliyordu. Canı uyumak istemiyordu, uykusu kaçmıştı. Yatakta uyanık durmak da hoş değildi. Eski mayıs gecelerinde yaptığı gibi, yatağının içinde bağdaş kurup düşünmeye başladı. Bir önceki gece düşündüklerini düşünüyordu yine.
Andrey Andreyiç’in ona kur yapmaya başladığı zamanlan, evlenme önerisini kabul edişini, bu iyi yürekli, zeki gencin değerini zamanla daha iyi anladığını hatırlatan hep birörnek, gereksiz bir sürü düşünce üşüşmüştü kafasına. Düğüne bir aydan daha kısa bir zaman kaldığı bu son günlerde, nedense bir korku, bir huzursuzluk düşmüştü içine. Önceden bilinemeyen pek ağır bir şey bekliyordu onu sanki. Bekçinin ayak sesleri yaklaşıyordu:
“Tik, tok… Tik, tok…”
Geniş pencereden bahçe, daha ötede gecenin serinliğinden uykulu, solgun leylâk ağacı görünüyor; koyu, beyaz bir sis, örtmek için sessiz sessiz ona yaklaşıyor; ötelerde kargalar uykulu uykulu gaklıyordu.
— Allahım, niçin sıkılıyor canım bu kadar? Düğünden önce her nişanlı kız böyle olurdu belki de. kimbilir! Yoksa Saşa’nın etkisi mi vardı bunda? Ama kaç yıldır aynı şeyleri söyler o, hem konuşurken de garip, anlaşılmaz bir hali vardır. Bütün bunlara karşın, aklını yitirmemesi de şaşılacak şeydi doğrusu Saşa’nın!
Bekçinin ayak sesleri çoktandır işitilmiyordu artık. Pencerenin dibinde, bahçede kuşlar cıvıldamaya başlamıştı. Sis dağılmış, gülümseme gibi tatlı bir aydınlığa bürünmüştü çevre. Biraz sonra, güneşin ışıtmasıyla canlandı bahçe; çiy taneleri yapraklarda elmas taneleri gibi parıldamaya başladı. Uzun zamandır bakımsız kalan bahçe, genç, görkemli bir görünüm kazandı.
Babiş de uyanmıştı. Şaşa, kalın sesiyle öksürüyordu. Salondan, semaverin kurulma, sandalyelerin düzeltilme sesleri geliyordu.
Nedense pek yavaş geçiyordu saatler. Nadya kalkıp penceresinden bahçeyi seyretmeye başlayalı hayli zaman olduğu halde, hâlâ sabahtı.
İşte, ağlamaktan gözleri şişmiş Nina İvanovna, elinde maden suyu dolu bardağıyla göründü. Ruh çağırmayla, omeo patiyle uğraşır, çok okur, kafasına takılan kuşkular üzerinde konuşmayı pek severdi. Nadya, bunları derin, anlamlı şeyler sanırdı. Annesinin elini öpüp yanı sıra merdivenlerden inmeye başladı:
— Niçin ağladın, anne?
— Bir ihtiyarla kızım anlatan uzunca bir öykü okuyordum dün akşam. İhtiyar, bir yerde çalışıyordu; amiri de kızına tutkun. Sonuna kadar okuyamadım ya, bir yeri vardı tutamadım kendimi, ağladım.
Nina İvanovna bir yudum maden suyu içtikten sonra ekledi:
— Demin yine aklıma geldi, yine ağladım. Nadya, bir an sustuktan sonra,
— Bugünlerde benim de çok canı sıkılıyor, dedi. Geceleri gözüme niçin uyku girmiyor dersin?
— Bilmem ki, canım. Uyuyamadığım geceler gözlerimi sıkı sıkı kapar, işte şöyle, Anna Karenina’yı getiririm gözümün önüne. Yürüyüşünü, konuşmasını .canlandırırım kafamda. Bazen, tarihten bir olayı düşündüğüm de olur…
Nadya, annesinin onu anlamadığını, anlayamayacağını sezinliyordu. Bu duygu, ömründe ilk kez yer ediyordu onda. İçine bir yılgı düşmüş; her şeyden kaçmak, gizlenmek istiyordu. Koşarak odasına çıktı.
Saat ikide öğle yemeğine oturdular. Çarşamba, oruç günüydü. Büyükanneye pancar çorbasıyla balıklı pilav getirdiler.
Şaşa, büyük anneyi kızdırmak için, oruç günlerinde yenmesi günah olan etli çorbayla pancar çorbasını birlikte yiyordu. Yemek süresince durmadan şaka yapmaya, çevresindekileri güldürmeye çalışıyordu ya, pek başarılı olamıyordu bu çabaları. Gülünç bir şey söylemeye hazırlanırken son derece uzun, ölününkiler gibi kupkuru parmaklarını havaya kaldırdığında çok hasta olduğu, belki de bu dünyada günlerinin sayılı olduğu düşüncesi aklına geliyormuş gibi, yüreğine bir soğukluk giriyor, yüzü acıklı, elemli bir anlatımla kaplanıyor; dokunsalar ağlayacak gibi oluyordu.
Yemekten sonra büyükanne dinlenmek için odasına çekildi. Nina İvanovna da biraz piyano çaldıktan sonra gitti.
Alışılmış yemek sonrası söylevine başladı hemen Şaşa:
— Ah, sevgili Nadya, beni dinleseydiniz!
Nadya eski bir koltuğa iyice gömülmüş, gözlerini kapamıştı. Şaşa odanın içinde bir köşeden öteki köşeye sessiz adımlarla gidip geliyordu:
— Öğrenim yapmaya gitseydiniz! Öğrenim görmüş, aydın, kutsal kişilerdir sadece topluma gerekli olanlar. Böyleleri ne kadar çoğalırsa, yeryüzü Tanrının cennetine o kadar daha benzeyecektir. O zaman kentiniz yavaş yavaş değişecek, tersyüz olacak, her şey sihirli bir değnek dokunmuşçasına, tanınmaz bir durum alacaktır. Pek büyük yapılar, cennet gibi bahçeler, görülmemiş fıskiyeler, tertemiz yürekli insanlar dolduracaktır buraları…
Ama yine de önemli olan bu değil. Bu toplumun değişmesi, herkes inanacağı, niçin yaşadığını bileceği, kimse kendinden önce başkasına güvenmeyeceği için en büyük kazanç, şimdi her yanı dolduran bu kötülüklerin ortadan kalkması olacaktır. Sevgili, temiz çocuk, gidin buralardan! Bu durgun, sıkıcı, günahkâr yaşantıdan kaçın; ondan bıktığınızı gösterin herkese. Öz benliğinizi bulun!
— Olamaz, Şaşa, evleniyorum.
— Eh… Bırakın evlenmeyi şimdi! Başka zorunuz yok mu?
Bahçeye çıkıp biraz yürüdüler. Şaşa devam ediyordu:
— Bu avare yaşantınızın ne derece boş, pis, töredışı olduğunu iyice düşünmeli, anlamalısınız canım. Siz de, anneniz de, Babiş’iniz de bir şey yapmıyor, hep boş oturuyorsunuz. Öyleyse sizin için başkaları çalışıyordur demek oluyor bu. Sizler onların emeğini, hayatlarını tüketiyorsunuz. Bu, iğrenç, bayağı bir şey değil de nedir?
“Haklısınız,” demek istiyordu Nadya; tam bunları anladığını söylemeye hazırlanıyordu ki, gözleri doldu, durgunlaştı, titremeye başladı ve kalkıp koşarak odasına gitti.
Akşam üzeri Andrey Andreyiç geldi. Her zamanki gibi uzun süre keman çaldı. Pek konuşkan bir insan değildi. Belki de çalarken susmak zorunda olduğu için kemanı bu denli seviyordu. On birde, serinlik olduğu için pardösüsüyle eve dönerken kapıda Nadya’yı kucaklayıp omuzlarım, ellerini tutkuyla öpmeye başladı. Bir yandan da,
— Sevgilim, bir tanem, güzelim!., diye mırıldanıyordu. Oh, ne mutluyum bilemezsiniz! Başım dönüyor mutluluktan!
Bu sözleri önceleri yine duyduğunu, ya da bir yerde okuduğunu düşünüyordu Nadya… Eski, yırtık, rengi sararmış, çoktandır bir kenara atılmış bir romanda.
Salonda Şaşa masanın başına oturmuş, uzun ince parmaklan üzerine fincan tabağını yerleştirmiş, çay içiyordu. Babiş fal bakıyor, Nina İvanovna okuyordu. Nadya, nişanlısını yolcu ettikten sonra odasına çıkıp yattı, hemen uykuya daldı. Ama bir önceki gece olduğu gibi, daha hava yeni aydınlanmaya başlamışken uyanmıştı. Uyumak istemiyordu canı. İçinde dayanılmaz bir ağırlık, heyecan vardı. Yatağında, başını dizlerinin üzerine koyarak oturmuş; nişanlısını, düğününü düşünüyordu…
Nedense, annesinin, ölen kocasını hiç sevmediğini, şimdi de parasız pulsuz, kaynanasının boyunduruğu altına girmek zorunda kaldığını fısıldıyordu kulağına bir ses. Ne kadar düşündüyse, annesini şimdiye dek herkesten başka, olağanüstü bir kadın bilmesine; onun basit, olağan, mutsuz bir kadın olduğunu görememesine bir anlam veremedi.
Aşağı katta Şaşa da uyumuyordu. Kesik kesik öksürük sesi gecenin sessizliğinde pek derinden işitiliyordu. Ne garip, saf adam, diye düşünüyordu Nadya. Anlattığı cennet bahçeleri, görülmemiş fıskiyelerde olmayacak, pek aptalca bir şeyler varmış gibi geliyordu ona. Ama onun bu aptalca düşüncelerinde, hatta saflığında yine de o denli güzel, çekici bir şey vardı ki, öğrenim yapmaya gitse nasıl olur acaba? diye düşünmeye bile başlamıştı Nadya. Yüreği küt küt vuruyor, içi’bir hoş oluyor, heyecanlanıyordu.
— Düşünmemek daha iyi, düşünmemek daha iyi… diye mırıldandı kendi kendine. Böyle şeyler düşünmemeliyim.
Uzaktan bekçinin ayak sesi geliyordu: “Tik, tok… tik, tok… tik, tok…”
Haziranın ortalarında Saşa’nın canı birdenbire sıkılmaya başladı. Moskova’ya yolculuk hazırlıklarını tamamlarken sıkıntılı sıkıntılı,
— Bu kentte kalamam artık, diyordu. Ne su var bu kentte, ne de kanalizasyon! Ağzıma bir lokma yemek koymaya iğreniyorum; mutfakta pislik diz boyu…
Büyükanne, nedense alçak sesle, kandırmaya çalışıyordu onu:
— Biraz daha kal, yavrum! Ayın yedisinde düğün olacak!
— İstemem.
— Hani eylüle kadar kalacaktın!
— Kalmayacağım. Çalışmam gerek!
Islak ve serin bir yaz başlamıştı. Ağaçlar nemli, bahçede her şey hüzünlüydü. Gerçekten de çalışmak istiyordu kişinin canı. Evin tüm odalarında tanıdık olmayan kadın sesleri çınlıyor, büyükannenin odasındaki dikiş makinesi durmadan çalışıyordu: çeyizi hazırlamaya çalışıyorlardı. Nadya’nın çeyizinde, büyükannenin söylediğine göre, en ucuzu üç bin ruble değerinde yedi tane kürk vardı sadece! Evdeki telâş sinirlerini bozuyordu Saşa’nın. Odasında oturuyor, durmadan diş gıcırdatıyordu. Kalması için herkes yalvarıyordu ona. Sonunda, temmuzun birinden önce gitmeyeceğine söz verdi.
Zaman pek çabuk geçiyordu. ‘Petrov Günü’ öğleden sonra Andrey Andreyiç ile Nadya, kendilerine kiralanıp hazırlanan evi bir daha görmek için Moskova Sokağına gittiler. İki katlı bir evdi bu. Ancak ikinci katını hazırlamayı yetiştirebilmişlerdi. Salonun döşemesi cilalanmış, pırıl pırıldı. Viyana stili sandalyeler, piyano, keman çalarken notaları koymak için çatkı… her şey yerli yerindeydi. Taze boya kokuyordu içerisi. Altın çerçeveli, yağlı boya bir tablo vardı duvarda: sapı kırılmış mor bir vazonun yanında ayakta duran çıplak bir kadın.
Andrey Andreyiç saygıdan derin bir soluk alarak, — Pek hoş bir tablo, dedi. Şişmaçevskiy indir. Sonra, ortasında yuvarlak bir masa duran konuk odasına geçtiler. Masa, kanepe ve koltuklar parlak mavi bir kumaşla kaplıydı. Kanepenin arkasındaki duvar, Peder Andrey’in nişanlarıyla kaplıydı; bir de din giysileriyle çektirdiği bir portresi asılıydı. Oradan, her şeyi tamam yemek odasına geçtiler. Daha sonra, loş yatak odasına girdiler. İki karyola yan yana kurulmuştu.
Bu odayı döşeyenler, burada daima mutluluğun egemen olacağını, başka türlü bir yaşantının kapıdan içeri giremeyeceğini göz önünde tutarak döşemişlerdi sanki. Andrey Andreyiç, nişanlısına odaları bir bir gösteriyor, elini belinden hiç çekmiyordu. Nadya kendisini zayıf, suçlu hissediyor, bütün bu odalardan, karyolalardan, koltuklardan, tablodaki çıplak kadından nefret ediyordu. Andrey Andreyiç’e olan sevgisini artık yitirdiğini anlamıştı. Belki de hiç sevmemişti onu. Ama kime, nasıl söyleyecekti bunu? Gündüz gece hep onu düşündüğü halde, şimdiye dek niçin anlayamamıştı nişanlısını sevmediğini?..
Andrey Andreyiç kolunu beline dolamış, kulağına tatlı sözler fısıldıyordu. Kendi evinde, yarın karısı olacak kızla dolaşırken pek mutlu olduğu belliydi. Ama Nadya bütün bunlarda sadece basitlik; aptalca, saf, sıkıcı, dayanılmaz bir bayağılık görüyordu. Beline dolanan kol, sert, soğuk bir demir çember gibi geliyordu ona. Kaçmaya, avazı çıktığınca bağırmaya, pencereden aşağı atlamaya her an hazırdı. Andrey, banyoya götürdü onu, duvarın içine yerleştirilmiş musluğu çevirdi; birdenbire su akmaya başladı.
— Nasıl? dedi Andrey. Yüz kova su alabilecek bir depo yaptırdım tavan arasına. Her an suyumuz olacak.
Dışarı çıkıp avluyu gezdiler, sokağa çıkıp bir araba kiralayarak eve yollandılar. Rüzgâr, koyu toz bulutlarını öteye beriye savuruyor, her an yağmur bekleniyordu. Andrey Andreyiç, tozdan gözlerini kısarak,
— Üşüyor musunuz? diye sordu.
Nadya susuyordu. Andrey bir süre yanıt bekledikten sonra,
— Hatırlıyor musunuz? dedi, çalışmadığım için sitem etmişti bana Şaşa, dün akşam. Haklı! Hiçbir şey yaptığım yok, yapamam da. Niçin acaba, sevgilim? Bir gün alnıma kokartımı takıp çalışmaya gidebileceğimi düşünmek bile niçin iğrendiriyor beni? Niçin bir avukat, Latince öğretmeni ya da belediye memuru görünce rahatsız oluyorum? Hey anayurdum Rusya! İşsiz güçsüz, bir şeye yaramayan ne de çok evlâdın var! Benim gibi çilekeş ne çok insan barınıyor koynunda!
Andrey Andreyiç, çalışmamanın genelliğini, bu durumun zamandan ileri geldiğini göstermeye uğraşıyordu.
— Evlendikten sonra, diye devam etti, köye gider, orada çalışırız, sevgilim! İçinden dere geçen küçük bir çiftlik alır, var gücümüzle çalışırız… Ne mutlu olacağız sizinle!
Şapkasını çıkarmış, saçlarını rüzgâra koyuvernıişti. Nadya onu dinliyor, bir yandan da şöyle düşünüyordu: “Tanrım! Bir an önce evde olmak istiyorum! Tanrım!” Bahçenin girişinde Peder Andrey’e yetiştiler. Andrey Andreyiç, şapkasını sallayarak sevinçli bir sesle,
— Bakın, babam da size gidiyor! dedi. Ve arabacıya parasını verirken,
— Babamı pek severim, diye ekledi. Gerçekten, can bir ihtiyardır. Üzerine yoktur.
Konukların geç vakte kadar oturacaklarını; onlarla ilgilenmesinin, gülümsemesinin, keman ve bir sürü ipe sapa gelmez saçmalıklar dinlemesinin, hep düğünden konuşmasının gerektiğini bildiği için eve girdiğinde Nadya’nın canı son derece sıkkındı. Allı pullu ipek giysilerinin içinde kurulan büyükanne, konukların yanında her zaman takındığı kibirli tavrıyla semaverin başında oturuyordu. Peder Andrey, dudaklarında kurnaz bir gülümsemeyle içeri girdiğinde büyükanneye yönelerek,
— Sizi sağlıklı görmekle büyük sevinç ve yüreğime su serpen bir teselli duymaktayım, dedi.
Şaka mı yoksa ciddi mi konuştuğunu anlamak güçtü.
Rüzgâr kapıları pencereleri takırdatıyor; her yandan ıslık sesi geliyor, evin meleği sobanın içinde içli şarkısını söylüyordu. Gece yarısı, saat birdi. Evde herkes yatmıştı ya, henüz kimse uykuya dalmamıştı. Alt katta biri keman çalıyormuş gibi geliyordu Nadya’ya. Keskin bir gürültü işitildi: Pancurlardan biri kopmuş olmalıydı. Bir dakika sonra Nadya’nın odasına elinde bir mumla Nina İvanovna girdi:
— Ne vurdu öyle, Nadya?
Bu rüzgârlı gecede örgülü saçları, ürkek gülümsemesiyle annesi daha bir yaşlı, çirkin ve bodur göründü ona. Yakın zamana kadar onu gözünde nasıl da büyüttüğünü, ağzından çıkan her sözü nasıl gururla dinlediğini hatırladı nedense. Bu sözlerden hiçbiri yoktu aklında şimdi.
Sobadaki şarkıya birkaç kalın ses daha katıldı. Hatta “Aaaah, Allahım!” gibi bir de ses işitildi. Nadya karyolasında oturuyordu. Birden başını avuçlarının içine alıp hıçkırarak ağlamaya başladı.
— Anneciğim, anneciğim, diyordu. Kalbimi bir bilsen, anneciğim! Yalvarırım, ayaklarına kapanırım, bırak beni gideyim buradan! Yalvarırım, ne olur!
Nina İvanovna şaşırmıştı. Karyolanın kenarına ilişerek,
— Nereye? diye sordu. Nereye gideceksin?
Uzun uzun ağladı Nadya. Hıçkırıklar konuşmasına engel oluyordu. Sonunda, biraz açıldıktan sonra,
— Buradan gitmeme izin ver, dedi. Düğün olmamalı, olmayacak da, anladın mı? Onu sevmiyorum… adını bile etmek istemiyor canım.
Çok korkmuştu Nina İvanovna. Çabuk çabuk konuşarak,
— Olmaz, yavrum, dedi, çıkar bunu aklından. Biraz sakinleş, göreceksin kendin de güleceksin bu söylediklerine. Yorgunluktan sinirlerin bozuldu. Olur böyle şeyler. Bir konuda atıştınız Andrey’le herhalde. Daima öyledir sevgililer, ama sonra barışırlar, her şeyi unutuverirler hemen.
Nadyâ hıçkırarak ağlıyordu:
— Git yanımdan anne, git!
Biraz bekledikten sonra Nina İvanovna,
— Ah, yavrum, dedi. Daha dün bir bebektin, sonra büyüdün, genç kız oldun, şimdi yuva kurmaya hazırlanıyorsun. Doğada hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Göz açıp kapayana dek bakacaksın anne, hatta büyükanne olmuşsun. Senin de böyle hırçın bir kızın olacak.
— Sevgili anneciğim, akıllısın, biliyorum, ama mutsuz, çok mutsuzsun da. Niçin boş konuşuyorsun? Niçin?
Bir şey söylemek için ağzını açtı Nina İvanovna, ama hıçkırık boğazında düğümlendiği için söyleyemedi, ağlayarak çıkıp odasına gitti. Sobadaki sesler yine başladılar, birdenbire korkunç, ürküntü verici bir şey dolmuştu odaya. Nadya aceleyle karyolasından atlayıp annesinin yanına koştu. Gözleri yaşlı Nina İvanovna yatağına girmiş, mavi battaniyesini göğsünün üzerine kadar çekmiş, elinde bir kitap tutuyordu.
— Anne, beni dinle, dedi. Yalvarırım iyi düşün ve anla beni! Yaşantımızın ne denli anlamsız ve bayağı olduğunu anla yeter. Gözlerim açıldı artık, şimdi her şeyi bütün çıplaklığıyla görebiliyorum. Andrey Andreyiç’in ne mal olduğunu da biliyorum. Sandığınız gibi zeki biri değil o, anne! Tanrım, bir aptal o, bir aptal!
Nina İvanovna, aceleci bir hareketle yatağının içinde oturdu. Hıçkırarak,
— Büyükannen de sen de çok üzüyorsunuz beni! dedi. Ben .de yaşamak istiyorum oysa! Yaşamak!
Yumruğuyla iki kere göğsüne vurduktan sonra devam etti:
— Biraz özgürlük de bana verin! Daha gencim, ben de
yaşamak istiyorum, hakkım değil mi bu? Çöktürdünüz beni siz!..
Acı acı ağlamaya başlamıştı. Battaniyenin altına girip iki büklüm oldu. Öyle küçük, zavallı, anlamsız bir görünümü vardı ki… Nadya odasına gidip giyindi, pencerede oturup sabahı beklemeye koyuldu. Sabaha dek düşündü, düşündü. Pancurları birisi takırdatıyor, ıslık çalıyordu sanki.
Rüzgârın bahçedeki tüm elmaları yere döktüğünü, yaşlı bir erik ağacını devirdiğini söyledi büyükanne sabahleyin. Bulutlu, ışık bile yakılsa yine de insanın içine kasvet salan puslu bir gündü. Herkes soğuktan sızlanıyor, yağmur pencere camlarında takırdıyordu.
Çaydan sonra Nadya, Saşa’nın odasına gitti. Bir sözcük bile söylemeden koltuğun dibinde diz çöküp elleriyle yüzünü kapadı.
— Neniz var? diye sordu Şaşa.
— Yapamayacağım… Şimdiye dek burada yaşayabilmeme bir türlü akıl erdiremiyorum, anlayamıyorum. Nişanlımdan, kendimden, bu başıboş, anlamsız yaşayışımdan iğreniyorum…
— Ya… dedi. Üzülecek bir durum değil bu… İyi bile.
Nadya devam etti:
— Canıma tak dedi bu yaşantı artık. Bir gün daha kalamam burada. Yarın gidiyorum. Allah aşkına birlikte gidelim!
Bir süre şaşkın şaşkın Nadya’nın yüzüne baktı Şaşa. Sonunda durumu kavramış, bir çocuk gibi sevinmişti. Sevinçten ellerini kollarını sallıyor, odanın içinde zıp zıp zıplıyordu. Ellerini ovuşturarak:
— Pek güzel! dedi. Tanrım, ne kadar sevinçliyim!
Nadya, iri, tutku dolu gözlerini kırpmadan bakıyordu Saşa’ya. Büyülenmiş gibi, karşısındaki erkeğin önemiyle oranlı, pek anlamlı, olağanüstü bir şeyler söylemesini bekliyordu. Daha bir şey söylememişti ya, şimdiye dek bilmediği, yeni, sonsuz ufuklar açılmaktaydı Nadya’nın önünde. Ölüme bile olsa, hiç düşünmeden gidebilecek bir ruhsal yapı içinde, gözlerinde sonsuz bir bekleyişle bakıyordu Saşa’ya. Bir süre düşündükten sonra:
— Yarın gidiyorum, dedi Şaşa. Beni yolcu etmek için tren istasyonuna gelin… Çantanızı bavulumun içine koyar, biletinizi de alırım. Üçüncü zil çaldığında koşup trene binin, gideriz. Moskova’ya kadar birlikte oluruz, oradan Petersburg’a bir başınıza devam edersiniz. Nüfus kâğıdınız var mı?
— Var.
Şaşa, duygulu bir sesle,
— Yemin ederim ki pişman olmayacaksınız, diye devam etti. Gidip bir okula girin, sıkıntı bile çekseniz, yılmayın. Yaşantınızı düzelttiğinizde her şey değişecek. Önemli olan yaşamasını bilmektir, geri kalan boştur. Öyleyse yarın gidiyoruz.
— Evet! Lütfen!
Pek heyecanlı olduğunu, hayatında ilk kez bu denli ağır bir sorumluluğun altına girdiğini, gidene dek çok acı çekeceğini, kötü kötü düşüneceğini sanıyordu Nadya. Ama odasına çıkıp yatağına girer girmez derin bir uykuya daldı. Yüzünde, ağlamanın verdiği rahatlık ve saf bir gülümsemeyle sabaha dek uyudu.
Uşağı araba çağırmaya göndermişlerdi. Nadya tüm hazırlıklarını tamamlamış, şapkasıyla pardösüsünü de giymişti. Annesiyle kendi odasını son bir kere daha görmek için üst kata çıktı. Sıcaklığını daha yitirmemiş karyolasının ayakucunda durup odasını bir daha gözden geçirdi, sessiz adımlarla annesinin odasına gitti. Hâlâ uyuyordu Nina İvanovna. Odası sessizdi. Nadya annesini öptü, saçlarını düzeltti, iki dakika bekledi… Sonra ağır adımlarla aşağı indi.
Dışarıda bardaktan boşanırcasma yağmur yağıyordu. Üstü kapalı arabanın sürücüsü sırılsıklamdı.
Hizmetçiler bavulları arabaya yerleştirirlerken büyükanne,
— Araba seni güç alacak, Nadya, diyordu. Böyle bir havada adam geçirmek de nerden geldi aklına? Gitmesen iyi ederdin. Baksana, nasıl yağmur yağıyor!
Nadya birşeyler söylemek istiyordu ya, başaramıyordu. Şaşa, Nadya’yı arabaya yerleştirip dizlerini yol battaniyesiyle örttü, kendisi de geçip yanına oturdu. Arkalarından büyükanne:
— Yolunuz açık olsun! Tanrı yardımcınız olsun! diye bağırıyordu. Moskova’dan yaz bize, Şaşa!
— Olur, Babiş, Allahaısmarladık!
— Tanrı korusun seni!
— Sağ ol!
Nadya sadece ağlıyordu. Büyükannesiyle vedalaşırken, annesini seyrederken tam olarak inanamadığı şeyin, buralardan uzaklara gidişinin gerçek olduğunu görüyordu şimdi. Elveda, kent… Birdenbire her şeyi, Andrey’le babasını, yeni evlileri, tablodaki çıplak kadını hatırladı. Bütün bunlardan korkmuyor, sıkılmıyordu artık. Gittikçe uzaklaşıyordu onlardan.
Kompartımanda yerlerini aldıktan sonra tren kalkınca öylesine anlamlı, asık yüzlü geçmişi sıkışıp küçücük bir top oluvermişti. Şimdiye dek fark edilemeyecek kadar ufak olan gelecek ise .büyüdü, bütün görüş ufkunu kapladı. Yağmur, kompartımanın pencerelerinde fıkırdıyor, yemyeşil tarlalarla telgraf direkleri hızla geriye doğru koşuyor; tellere konmuş kuşlar uçuşuyorlardı. Mutluluktan soluğu tutulacak gibi oluyordu Nadya’nın: özgürlüğe, öğrenmeye gidiyordu; bir zamanlar, çok eskiden Kazakların savaş sanatını öğrenmek için Zaporojya’ya gitmeleri gibi bir şeydi bu.
Şaşa, gülümseyerek,.
— Olur! diyordu, olur böyle şeyler! Üzülmeyin.
Sonbahar, arkasından kış geçti. Annesini, büyükannesini, Saşa’yı pek özlemişti Nadya. Hep onları düşünüyordu. Evden aldığı mektuplar sakin, sevgi doluydu. Her şey bağışlanmışa, unutulmuşa benziyordu. Mayısta sınavlarını verdikten sonra sağlıklı, neşeli bir şekilde eve dönerken Saşa’yla görüşmek üzere Moskova’ya uğradı.
Geçen yaz ki gibiydi Şaşa: sakallı, saçı başı darmadağınık. Aynı ceket ve keten pantolon üzerindeydi. Güzel gözleriyle pek değişmemişti ya, yalnızca biraz zayıflamış, çökmüştü. Yüzünde acıklı bir anlatım vardı. Hep öksürüyordu, benzi de uçuktu. Nedense Şaşa, bu kez biraz taşralı, bilgisiz, görgüsüz, gelmişti Nadya’ya. Şaşa, onu görünce neşeyle gülümsemiş,
— Tanrım, Nadya gelmiş! diye haykırmıştı. Kardeşim, bir tanem!
Koyu bir sigara dumanının doldurduğu atölyede oturdular. Boğucu bir çini mürekkebi ve boya kokusu sigara dumanına karışmış, havayı son derece ağırlaştırmıştı. Güç soluk alınıyordu içeride. Sonra Saşa’nın, yine sigara dumanı ve döşemesi tükürük dolu odasına gittiler. Masanın üstündeki sönmüş semaverin yanında, içinde siyah bir kâğıt olan kırık bir tabak duruyordu. Masanın üzeri ve döşeme sinek ölüsü doluydu.
Her şey, Saşa’nın özel yaşantısını pek önemsemediğini, kolayına geldiği gibi, rahatlığına aldırmadan yaşadığını söylüyordu. Biri çıkıp ona mutlu olması için yapması gerekli şeylerden, yaşantısını bir düzene sokmasının yararından, onu sevdiğinden söz etse bir şey anlamaz, sadece gülerdi. Nadya, heyecanla anlatıyordu:
— Her şey yolunda gitti. Sonbaharda annem Petersburg’a, bana geldi. Büyükannemin kaçmama pek kızmadığını, her gün odama çıkıp dua ettiğini söyledi.
Saşa’nın gözlerinde bir mutluluk okunuyordu. Ama ikide bir öksürüyor, çatlak bir sesle konuşuyordu. Nadya dikkatle yüzüne bakıyor, gerçekten hasta olup olmadığını anlamaya çalışıyordu.
— Siz hastasınız, Şaşa!
— Boş verin, hastayım, ama çok değil… Nadya telâşlanmıştı:
— Tanrım! Niçin bakmıyorsunuz kendinize? Niçin tedavi olmuyorsunuz?
Gözleri yaşarmıştı Nadya’nın. Birdenbire Andrey Andreyiç’i, tablodaki çıplak kadını, çocukluk çağı gibi pek uzaklarda kalmış görünen geçmişi hatırladı. Gözünde daha geçen yıl o denli aydın, bilgili, ilginç olan Saşa’yı artık öyle göremediğine ağlıyordu:
— Sevgili Şaşa, çok hastasınız siz, dedi. Sizi böyle solgun yüzlü ve zayıf görmemek için yapamayacağım şey yoktu, canımı bile seve seve verebilirdim. Çok şey borçluyum size! Benim için ne büyük bir anlamınızın olduğunu, yaşantımı nasıl değiştirdiğinizi bilemezsiniz, benim iyi Şaşa’çığım! Gerçekte benim en yakınım, en candan yakınmışınız.
Oturup uzun uzun konuştular. Petersburg’da bir kış geçirmesinden, Saşa’nın yaşayışıyla gülümseyişini görüp söylediklerini dinledikten sonra Nadya, ona gerçeği gösteren bu insanın artık yaşama dönemini bitirmiş, ilginçliğini yitirmiş, eski, belki de mezara girmesi pek yakın bir yarı canlı olduğunu yavaş yavaş kavramaya başlamıştı.
— İki gün sonra Volga’ya gidiyorum, dedi Şaşa. Kımız içeceğim orada. Bir arkadaşım da karısıyla geliyor. Pek iyi bir karısı var, öğrenim yapmak için Petersburg’a gitmesini söylüyorum ona hep. Yaşantısını değiştirmesini istiyorum.
Sonra gara gittiler. Şaşa çay ve elmayla ağırladı konuğunu. Tren hareket ettiğinde gülümseyerek mendil sallarken pek ağır hasta olduğu, daha uzun süre yaşayamayacağı titreyen bacaklarından da belliydi.
Kentine gün ortasında vardı Nadya. İstasyondan eve giderken sokaklar hayli geniş, ama evler küçük, birbirine pek sokulmuş geldiler ona. Sokaklarda kimsecikler yoktu. Yalnızca müzik aletleri tamircisi Almanı gördü: sarı pardösüsünü giymiş, aceleyle bir yere gidiyordu.
Tüm evler tozla kaplıydı sanki. Artık iyice ihtiyarlamış şişko, yine çirkin büyükanne, Nadya’yı kucaklayarak yüzünü omzuna dayayıp uzun uzun ağladı. Nina İvanovna da çökmüş, çirkinleşmiş, bir deri bir kemik kalmıştı. Ama pırlantalar eskisi gibi yine parıldıyordu parmaklarında. Kızın görünce tüm bedeni titreyerek,
— Yavrum! dedi. Bir tanem!
Sonra oturup hep birlikte sessizce ağlaştılar. Büyükannenin de, annenin de geçmişi bir daha dönmemek üzere yitirdiklerini düşündüğü belliydi: toplum içinde bir yerleri, eski onurları, evlerine konuk çağırmaya haklan yoktu artık. Rahat, tasasız yaşarken geceleyin birdenbire polisin evi basıp arama yaparak ev sahibinin bir sahtekâr olduğunu açığa çıkardığı zamanlarda da böyle olur kişi. Rahat, tasasız yaşantıya elveda! demekten başka çaresi kalmaz.
Nadya odasına çıkıp karyolasını, beyaz sevimli perdelerini, tüm eşyalarını yerli yerinde gördü. Dışarıdaki güneş ışığıyla dolu, neşeli, gürültülü bahçe de değişmemişti hiç. Parmağıyla masasına dokundu, oturup derin düşüncelere daldı. Sonra alt kata inip iştahla yemeğini yedi; lezzetli, yağlı kaymakla çay içti. Bütün bunlara karşın, yine de bir eksiklik varmış gibi geliyordu ona: odalar boş, tavanlar alçaktı sanki. Gece yatağına girip battaniyesini boğazına kadar çektiğinde, bu sıcak, yumuşacık döşekte yatmak gülünç geldi ona.
Annesi geldi yanına. Suçlu gibi ürkek, çevresine bakınarak karyolanın ayaklığına ilişiverdi. Bir süre dalgın durduktan sonra,
— Nasılsın, Nadya? diye sordu. Hayatından memnun musun? Çok mu memnunsun?
— Evet, anne.
Nina İvanovna kalkıp Nadya’yla pencereleri kutsadı.
— Gördüğün gibi dindar oldum artık, dedi. Felsefeyle uğraşıyor, hep düşünüyorum, düşünüyorum… Çok şeyi daha iyi görüyor, anlıyorum şimdi. Her şeyden önce hayatın prizmadan geçirilmesinin gerektiğini öğrendim.
— Büyükannemin sağlığı nasıl, anne?
— İyi. O zaman, Şaşa ile kaçtıktan sonra senden aldığımız telgrafı okuyunca küt diye düşüp bayılmış, üç gün hareketsiz yatmıştı. Sonra Tanrıya yalvarmaya, ağlamaya başladı. Şimdi iyi.
Nina İvanovna odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolaşı
yordu.
Bekçinin ayak sesleri işitiliyordu: “Tik, tok… tik, tok…”
— Her şeyden önce hayatın prizmadan geçirilmesi gerekir. Yani, daha açık söyleyeyim, ışığın yedi ana renge ayrıldığı gibi, hayatın da en basit elamanlara bölünmesi, her birinin ayrı ayrı incelenmesi gerekir.
Nina İvanovna’ nın daha neler anlattığını, ne zaman gittiğini bilmiyordu Nadya. Hemen uyuyuvermişti.
Mayıs geçti, haziran girdi. Eve alışmıştı Nadya artık. Büyük anne hep semaverle uğraşıyor, sık sık soluyordu. Akşamları Nina İvanovna, ötekiler dinlese de dinlemese de, felsefesini anlatıyordu. Önceleri olduğu gibi yine bir yanaşma gibiydi evde. Harcayacağı her on köpek için büyük anneye danışmak zorundaydı. Evde çok sinek vardı. Tavanlar her gün biraz daha alçalıyormuş gibi geliyordu Nadya’ya. Babiş’le Nina İvanovna, Peder Andrey ya da Andrey Andreyiç’le karşılaşmaktan korktukları için sokağa çıkamıyorlardı. Oysa Nadya bahçede, sokakta hiç çekinmeden dolaşıyor; evleri, köhne çitleri seyrediyor, gözden geçiriyordu.
Kentte her şeyin çoktan ömrünü tükettiği, genç, taze bir şeyin doğmasını beklediği kanısındaydı. Ah, bir an önce başlasaydı o yeni, parlak hayat… O zaman kaderinin gözlerinin içine cesaretle bakabilecek; neşeli, özgür olma hakkını kazanacaktı! Ergeç başlayacaktı o hayat! Dört hizmetçi için, bodrumdaki ufacık, pis odada yaşamaktan başka bir yaşantı düşünülemeyen büyükannenin evinden iz kalmayacağı, onu kimsenin, hiç kimsenin hatırlamayacağı bir zaman gelecekti elbet.
Komşu evin çocukları pek eğlendiriyorlardı Nadya’yı. O, bahçede dolaşırken, çite taşla vuruyorlar, kızdırmak için
gülerek,
— Nişanlı kız! Nişanlı kız! Nişanlın nerde? diye bağrışıyorlardı.
Şaşa, Saratov’dan bir mektup gönderdi. Oynak, neşeli elyazısıyla Volga bölgesindeki gezisinin pek iyi geçtiğini, yalnız, Saratov’da biraz hastalandığını, sesinin kısıldığını, iki haftadan beri hastanede yattığını yazıyordu. Bunun ne demek olduğunu anlamıştı Nadya. İnanca benzeyen bir önsezi sarmıştı içini. Yalnız, bu önseziyle Şaşa hakkındaki düşüncelerinin onu eskisi gibi heyecanlandırmamasına canı sıkılıyordu.
Yaşamayı, yeniden Petersburg’a gitmeyi pek istiyordu. Saşa’yla tanışması artık tatlı, ama uzak, çok uzak bir anıydı onun için. Gece hiç uyuyamadı. Gün daha ağarmadan pencereye oturup dinlemeye koyuldu: Alt kattan sesler geliyordu. Büyük anne heyecanlı heyecanlı bir şeyler soruyordu. Sonra, birisi sesli ağlamaya başladı… Nadya aşağı indiğinde büyük anneyi gözleri yaşlı, köşede dua ederken buldu. Masanın üzerinde bir telgraf duruyordu.
Nadya, büyükannenin ağlamasını dinleyerek bir süre salonda dolaştı, sonra telgrafı alıp okudu. Dün sabah Saratov”da, Aleksandr Timofeiç, yahut kısaca Saşa’nın veremden öldüğü bildiriliyordu.
Büyük anneyle Nina İvanovna, ölünün ruhuna okutulacak duanın hazırlıklarını yaptırmak için kalkıp kiliseye gittiler. Nadya ise odalarda dalgın dalgın dolaşıyor, düşünüyordu. Yaşantısını Saşa’nm istediği gibi değiştirdiğini sezinliyor, kendisinin buralarda bir başına, yabancı, gereksiz olduğunu, bu kentteki her şeyin de onun için gereksiz, anlamsız olduğunu, geçmişinin artık ondan koptuğunu, yanıp kül olmuş, külü de rüzgârla savrulmuş gibi tümüyle yok olduğunu biliyordu. Saşa’nın odasına girip ortasında dikildi.
“Elveda, sevgili Şaşa!” diye mırıldandı. Önünde yepyeni, özgür, anlamlı bir hayat vardı. Henüz karanlık, bilinmezliklerle dolu bir hayat çekiyordu onu.
Yol hazırlığı yapmak için odasına çıktı. Ertesi sabah evdekilerle vedalaştı, neşeli, mutlu olarak doğup büyüdüğü kentinden çıkıp gitti. Niyeti bir daha dönmemekti.
Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız