Çoban ve Kral
Hayatımızı bölüşen iki şeytan var;
Aklın düşmanıdır bu şeytanlar.
Ben onları yenen yürek görmedim;
Kim bunlar, adları ne diye sorarsanız,
Biri sevgidir derim,
Öteki yükselme tutkusu.
Bu ikincisinin daha geniştir yurdu:
Sevgiyi de içine alır çünkü.
Örnek gösterirdim buna da,
Ama bugün anlatmak istediğim şey başka.
Bir kral, sarayına bir çobanı getirmiş.
Yaşadığımız günlerde değil
Eski güzel zamanlarda olmuş bir şey bu.
Bir kral büyük bir sürü görmüş kırlarında,
İyi otlayan, semizlenen ve her yıl,
Yurduna bir hayli gelir sağlayan,
Çobanın akıllıca bakımı sayesinde.
Kralın gözüne girmiş işini bilen bu çoban.
— Sen, demiş, insan çobanı olmaya layıksın;
Bırak koyunları, gel insanları yönet;
Yurdumun başyargıcı yapıyorum seni.
Bizim çoban bırakmış değneğini
Almış adalet terazisini eline.
Bu çobanın bütün gördüğü ömründe
Bir keşiş, koyunlar, köpekler,
Bir de kurtlarmış, hepsi o kadar.
Ama sağduyusu varmış, daha ne olsun:
Üst tarafı ardından gelmiş,
Kısacası çoban iyi bir yargıç olmuş.
Tek dostu keşiş bir koşu gelmiş yanına:
— Aman, demiş, gerçek mi düş mü
Bu gördüklerim benim?
Sen kralın yanı başında,
Sen büyükler arasında ha?
Aman krallardan sakın,
Kaypaktır sevgileri bunların;
Aldatırlar insanı ve işin kötüsü
Aldanışın pek pahalıya mal olur sana.
Bilmezsin ne beladır bu tutulduğun büyü.
Dostça söylüyorum sana, koru kendini.
Çoban gülmüş, keşiş devam etmiş:
— Bak şimdiden saray aklını bozmuş.
Yılanı kamçı sanmış bir kör vardır hani,
Ona benzetiyorum seni:
Bu kör el yordamıyla dolaşırken
Soğuktan uyuşmuş bir yılana dokunmuş;
Kamçı sanıp almış zavallı,
Kuşağından düşürüp yitirdiği
Kendi kamçısı yerine.
Tanrı'ya şükürler edip yürürken
"Aman, nedir o elindeki?"
Demiş yanından geçen biri;
"At şu belalı hayvanı elinden:
Yılan o, yılan!"
"Hayır, kamçı," demiş kör.
"Yılan diyorum sana; ne çıkarım olabilir
Nefes tüketmekte; at şu musibeti."
"Ne diye atayım? Benim kamçım eskimişti;
Bu çok daha sağlam.
Kıskandın mı yoksa?"
Uzatmayalım, kör inanmamış,
Az sonra da öbür dünyayı boylamış:
Uyuşukluğu geçen yılan
Sokuvermiş körü kolundan.
Sana gelince, inan bana,
Bundan beteri gelecek senin başına.
— Ölümden beter ne olabilir? demiş çoban.
— Ne iğrenç şeyler, görürsün, demiş keşiş.
Dediği de çıkmış peygamber sözü gibi.
Aşağılık türlü saray dolaplarıyla
Kralda kuşku uyandırmışlar
Yargıcın ahlakı ve değeri üstüne.
Ne dedikodular, ne suçlamalar,
Ceza verdiği adamları kışkırtmalar.
Yargıç meğer ne mallara mülklere konmuş,
Ne konaklar, köşkler donatmış!
Kral görmek istemiş bu yaman zenginliği;
Bakmış hiçbir şey yok görünürde,
Yargıç hep o eski yargıç, yoksul, pejmürde:
Bütün sultanlığı buymuş adamın.
— Görünüşe aldanmayın, demişler;
Kıymetli taşlara yatırdı parasını;
Koca bir sandığı var dört bir yanı kilitli.
Kendi eliyle açmış sandığı kral,
Yüzsüz jurnalciler bakakalmış aval aval:
Açılan sandıktan çıka çıka
Çoban partalları çıkmış birkaç parça:
Bir takke, bir gocuk, bir çanta, bir değnek.
Bir de kaval olsa gerek.
— Hazinelerim, eski dostlarım, demiş çoban;
Yalan dolan, kıskançlık uğramaz semtimize.
Kavuşup sarmaşalım yeniden;
Çıkalım bu zengin saraylardan
Bir rüyadan çıkar gibi.
Kralım, bu taşkınlığımı hoş görün.
Düşeceğimi bilmiyor değildim,
Yükseklere çıkıverdiğim gün.
Fazla hoşlanıp burdan, kalkıp gidemedim.
Her insan gibi bende de
Yükselme tutkusu vardı bir nebze.
Balıklar ve Kaval Çalan Çoban
Anet kıza vurgun Tirsis çoban
Öyle yanık türküler söyler
Öyle sesler çıkarırmış ki kavalından
Mezarlarında ürperirmiş ölüler.
Bir gün yine türküleri, kavalıyla
Yürüyormuş bir dere boyunca.
Kırlarda türlü çiçekler açmış
Tatlı yeller esiyormuş çayırda.
Tirsis çoban bir de bakmış
Sevgilisi balık avlıyor oltasıyla.
Ama şu sersem balıklara bak ki sen
Tutulmuyorlar hiçbiri çoban kızına.
İnsan, hayvan, yüreği taştan
Her yaratığı duygulandıran çoban
Balıkları da büyülerim sanmış,
Ama aldanmış;
Şöyle bir türkü döktürmüş onlara:
— Ey bu akarsuların yurttaşları;
Bırakın sizin o ünlü su perisi
Bekleye dursun derin mağarasında da
Bin kez daha güzelini gelin görün;
Tutsağı olmaktan korkmayın bu güzelin.
Onun zulmü bizleredir yalnız;
Sizler güler yüzlü karşılanırsınız.
Korkmayın, canınıza kıymak istemiyor ki,
Billur gibi bir havuzda besleyecek sizi.
Bir kaçınız bu arada can verirse de
Ne mutlu ölene Anet'in ellerinde.
Hiçbir etkisi olmamış bu söylevin,,
Sağır ve dilsizmiş hepsi dinleyenlerin.
Tirsis çoban ne diller dökse nafile;
Ya, demiş, demek tatlı söz kâr etmiyor size.
Gitmiş upuzun bir ağ getirmiş
Balıklar sürüyle dolmuş içine;
Hepsini Anet'in ayakucuna sermiş.
Ey krallar, koyun değil insan güdenler,
Kimi zaman beyinsiz bir sürüye
Akıl vermek için boşuna nefes tüketenler:
Tatlılıkla getiremezsiniz onları yola.
Laf anlamazlara başka türlü davranmak gerek
Gücünüzü kullanıp ağlarınızı gererek.
İki Papağan, Kral ve Oğlu
Biri baba, biri oğlu iki papağan
Kral sofrasından geçiniyorlarmış.
İki yarıtanrı, onlar da baba oğul
Bu papağanlarsız edemiyorlarmış.
Dördü de yaşlarına başlarına göre
Candan bağlıymışlar birbirine
İki baba canciğermiş;
Uçarı yürekli iki oğul da
Bağdaşıyorlarmış nasılsa.
Sofrada, okulda bir prensle olmak
Ne şeref bir genç papağan için.
Prens, zalim bir cilvesiyle kaderin,
Başka kuşları da seviyormuş:
Bir serçe, çapkın mı çapkın,
Çevrenin en sevdalısı,
Bağlamış kendine genç prensi.
İki rakip kuş oynaşırken bir gün
Bütün delikanlılar gibi
Kavgaya çevirmişler oyunu.
Serçe, boyuna bakmadan,
Öyle gagalar yemiş papağandan,
Sürtmüş kanadı yere can çekişir gibi,
Kurtulmaz sanmışlar aldığı yaradan.
Prens kızıp öldürmüş papağanı.
Haberi yetiştirmişler babasına;
Zavallı ihtiyar ciyak ciyak bağırmış;
Ama ne kadar yolunsa, yırtınsa boşuna:
Konuşkan yavrusu gitmiş öbür dünyaya,
Konuşmaz olmuş daha doğrusu;
Öyle olunca da bir kızmış ki babası
Saldırmış kralın oğluna,
Oymuş iki gözünü birden
Ve kaçmış bir çamın tepesine saklanmış.
Orda, tanrıların kucağında,
Tadını çıkarıyormuş aldığı öcün,
Güvenlik içinde, kimseden korkmaksızın.
Kralın ta kendisi gitmiş çağırmış onu:
— Gel dostum, demiş ağlamak neye yarar?
Kin, öç, yas, bitsin artık bunlar.
Duyduğun acı ne kadar büyük de olsa
Haksızlığın bizden yana olduğunu
Söylemek zorundayım sana.
Oğlum sebep oldu bütün bunlara.
Oğlum mu dedim? Hayır, kaderin işi bu:
Çoktan yazmış ki alınlarımıza,
Ölecek birimizden birinin çocuğu,
Bu yüzden de öteki kör olacak.
Ne olur gelsen de kafesine,
İki baba birbirimizi avutsak?
Papağan demiş ki efendisine:
—- Sayın kralım, nasıl güvenebilirim sana,
Bu benim yaptığımı yaptıktan sonra?
Kaderden söz ediyorsun;
Beni kandıracağını mı sanıyorsun
Senin inançlarına sığmaz uydurmalarla?
Ama ister Tanrı yürütsün ister kader
Bu dünyanın işlerini,
Benim alnıma yazılmış olan da şu ki,
Bu çamın tepesinde
Ya da karanlık bir ormanın köşesinde
Bitireceğim son günlerimi,
Gözleri görmez olmuş oğlundan uzaklarda.
Onu gördükçe kızacaksın elbet bana.
Bilmez miyim, kral lokmasıdır öç almak,
Tanrılar öç alır da krallar almaz mı?
İnanmıyor değilim şu anda,
Sana ettiğim kötülüğü
Ama çok daha güvenli geliyor bana
Senin elinden, gözünden uzak olmak.
Canım kralım, git, uğraşma boşuna;
Bana haram artık seninle yaşamak.
Hem ayrılık azaltır öfkeyi, kini
Sevdanın da merhemi olduğu gibi.
Dişi Aslanla Dişi Ayı
Ana aslan yavrusunu yitirmiş;
Avcının biri almış götürmüş.
Öyle kükrüyormuş ki mutsuz ana
Rahatı kaçmış bütün ormanın.
Ne karanlığı, ne sessizliği,
Ne de başka büyüleri gecenin
Dindirmiş yaygarasını kraliçenin.
Hayvanların uyku girmez olmuş gözüne.
Sonunda dişi ayı gitmiş yanına:
— Komşu, demiş, bir şey soracağım sana:
Bu ormanda sen nice yavrular yedin,
Anası babası yok muydu hiçbirinin?
— Vardı.
— Vardı da, niçin onlar kulaklarımızı rahat bıraktılar?
Bunca ana susmuş, sen de sussana.
— Nasıl susarım?
Var mı benden mutsuz ana?
Ah! Oğlum gitti, oğlum!
Ben yaslar içinde ölmeye mahkûmum.
— Peki, ama seni buna mahkûm eden kim?
— Ah kaderim, bana kin besleyen kaderim!
Hep budur söylediği herkesin, her zaman.
Mutsuz insanlar, sizin için bu masal.
Nedir bunca yakınmalar boşu boşuna.
Her dertli, kaderi düşman bilir kendine.
Tanrıların Hekuba'ya ettiklerine bakıp
Kaderinize şükürler etsenize!
İki Serüvenci ve Tılsım
Hiçbir zafere çiçekli yollardan gidilmez.
Herakles ne yollardan geçmiş, geçmeyen bilmez.
Bu tanrıdan daha zor işler görmüş birine
Ne masallarda rastladım, ne tarihlerde.
Ama alın size bir kahraman ki
Bulup eski zaman tılsımlarından birini
Kondurmuş başına devlet kuşunu
Masal ülkelerinin birinde.
Bir şövalye ve yol arkadaşı
Bir direk görmüşler bir gün
Ve üstünde şöyle bir yazı:
"Ey serüven arayan yolcu!
Hiçbir gezgin şövalyenin
Bulamadığını bulmaksa muradın
Geç şu önündeki selden öteye;
Taştan bir fil göreceksin yerde yatan
Al onu kucağına ve götür bir solukta
Başı göklere değen dağın karşı tepesine."
Şövalyelerden biri su koyvermiş:
— Ya sel azgınsa, demiş;
Ya sular derinse? Hadi geçtik diyelim:
O fili kucaklamak da ne oluyor?
Ne gülünç bir iş bu!
Bunu yazan sivri akıllı, diyelim ki
O biçim bir fil hazırlamıştır ki
Dört beş adım taşıyabilir insan;
Ama dağın ta tepesine çıkarmak.
Hem de soluk moluk almadan?
Ölümlülere göre bir iş değil bu.
Ha bak, bu fil eğer cüceler cücesiyse,
Erken doğmuş, minnacık bir filse,
Değnek ucunda taşınabilirse o başka!
O zaman da şerefi nerde bu işin?
Bu yazı alay ediyor gelen geçenle:
Bir çocuk bulmacası bu, bir martaval;
Ama sen istersen filinle kal.
Şövalyelerin fazla akıllısı gitmiş,
Fazla serüven meraklısı kalmış,
Körü körüne atılmış sele,
Akıntılara, derin sulara
Aldırmamış bile.
Ve yazıttaki fili görmüş öbür kıyıda.
Almış götürmüş dağın tepesine.
Bakmış dümdüz bir yer ve bir şehir var orda.
Kucağındaki fil bağırmış birdenbire
Ve silahına sarılan kopmuş gelmiş,
Başka kim olsa hemen bırakır kaçarmış,
Bizimki, kaçmak şöyle dursun,
Canını pahalıya satmak,
Kahramanca ölmek sevdasına düşmüş.
Ama bir de ne görsün bizim şövalye:
Ölmüş krallarının yerine
Taç giydirmek istiyorlar kendisine
İstemem yan cebime koyun demiş,
Nasıl kalkarım altından bu yükün? demiş.
Sixtus'un papa seçilince dediği gibi.
(Papa olmak, kral olmak,
Bir belaya uğramakmış sanki.)
Ama anlaşılmış çok geçmeden yeni kralın
Hiç de yürekten olmadığı nazlanmasının.
Kör talih kör atılganlığın ardından gider.
Akıllı kişi kimi zaman iyi eder
İşe atılmakla akla sormadan,
Ya da aklı uzun boylu yormadan.
La Rochefoucauld'ya
İnsanların davranışlarına bakıp da
Türlü durumlarda nasıl, ne kadar
Hayvanlara benzediklerini gördükçe
Çok kez şöyle demişimdir kendi kendime:
Hayvanların kralı geçinen insan
Daha az kusurlu değil uyruklarından.
Ruh denen hazineden her yaratığa
Bir şeycikler vermiştir doğa:
Bir mayadan yaratılmış bütün canlılar.
Bu sözümü destekleyen örnekler var:
Ben çok kez, av saatlerinde,
Ya güneş sular ülkesine dönerken
Ya da sabah tüllerine bürünürken
Geceyle gündüzün buluşma yerinde
Bir orman kıyısına gider
Tırmanırım bir ağacın doruğuna
Ve oradan, yeni bir Zeus gibi,
Kendi Olymposumun tepesinden,
Yıldırım yağdırırım birden
Gafil bir tavşanın başına.
Bütün ötekiler fundalık üstünde,
Göz tetikte, kulak kirişte,
Kekik kokulu otlara saldırırken,
Bakarım yok oluvermişler ortadan.
Tüfek sesini duymaz bütün sürü
Yeraltı sığınaklarında alır soluğu.
Ama tehlike unutulur; o büyük korku
Dağılıverir çok geçmeden.
Ve tavşanlar eskisinden daha şen
Gelirler gene tüfeğimin önüne.
İnsanlar da öyle değil midir sanki?
Fırtına kopunca nasıl kaçışır
Can derdine düşer de hepsi,
Limana varır varmaz gemi
Hazırlanırlar yeniden atılmaya
Aynı rüzgârlarla aynı belalara.
Tıpkı tavşanlar gibi çıkar
Kader tüfeğinin önüne gelirler.
Bir örnek verelim bu ortak yana:
Yabancı köpekler, yurtlarından uzakta,
Bir yerden geçmeye kalktılar mı
Seyredin yerli köpeklerin bayramını.
Kan dökme gayretiyle gözleri döner,
Havlaya dişleye kovalarlar
Yabancıları sınır dışına kadar.
Yükselme, para pul, şan şeref kaygısı da
Aynı şeyi yaptırıyor, pekâlâ,
Nice davetlilere, nice dalkavuklara,
Her meslekten nice insanlara.
Hepimizin saldırdığı görülür bir yerde
Dışarıdan gelenlerin üstüne.
Yosmalarla yazarların ortak huyudur bu:
Yeni bir yazar çıkageldi mi yandı!
Çöreğin başında az kişi bulunacak:
Düzen böyle kurulmuş:
Çıkar korunacak.
Başka örnekler verebilirim yüzlerce;
Ama sözün en kısası en iyisi bence.
Sanatın bütün ustalarından öyle gördüm.
En güzel konularda bile,
Bir şeyler bırakmalı derim
Bizi dinleyenlerin düşüncesine.
Onun için burada bitirmeyelim sözü.
Sağlam bir yanı varsa söylediklerimin
Size borçluyumdur onu La Rochefoucauld.
Siz ki, büyük olduğunuz ölçüde
Alçakgönüllüsünüz, üstelik de
Sıkılmadan dinleyemezsiniz bilirim,
En yerinde, en hak edilmiş övgüleri;
Siz ki, çoktan bilinen adınız sanınızla
Şeref kazandırmışsınız Fransa'ya,
Büyük adları en bol yetiştiren bu ülkeye,
Haddim değil benim size övgüler sunmak
Hor görülen masal kitaplarımda.
Yalnız izin verin de bari herkes öğrensin
Konusunu sizden aldığımı bu şiirin.
Tüccar, Beyzade, Şehzade ve Çoban
Yeni dünyalar arayan dört ortak,
Batan bir gemiden kurtulmuşlar, yarıçıplak.
Biri tüccar, biri beyzade,
Biri şehzade, biri de çoban sadece...
Mutsuz kaptan Melissaire'in başına gelen
Onların başına da gelmiş:
Karın doyurmak için bu dört aylak
Para dilenir olmuşlar gelen geçenden.
Başka başka yerlerde doğmuş bu insanları
Hangi kader getirmiş bir araya
Orası çok uzun bir hikâye.
Bir gün bir çeşme başında oturmuşlar
Fakirler arası bir Danıştay kurmuşlar.
Şehzade başlamış kendisi gibi büyüklerin
Başlarına gelen belaları sayıp dökmeye.
Çoban demiş ki:
— Durmayalım üstünde
Eski serüvenlerimizin.
Ne iş gelirse elimizden, koyalım ortaya;
Bulalım çaresini ortak derdimizin.
Yanmak yakınmak neye yarar,
Çalışalım, yollar yolunu bulur çalışan!
Bir çoban böyle konuşur mu diyeceksiniz;
Konuşur elbet, neden konuşmasın?
Sizce bütün aklı fikri
Yalnız taçlı kafalara mı verdi Tanrı?
Her koyun gibi her çoban da
Dünyadan habersiz kalacak değil ya!
Üç dert ortağı hak vermişler çobana
Tüccar demiş:
— Ben aritmetik bilirim
Ayda şu kadara ders veririm.
— Ben politika öğretirim, demiş şehzade.
Beyzadeyse armaların dilinden anlarmış
— Bir okul açar, armaları anlatırım, demiş:
Amerika'da kimsenin umurundaymış gibi
Armaların o ahmakça kendini öven dili.
— Durun, demiş çoban, güzel konuştunuz
Ama ayın otuz gün olduğunu unutuyorsunuz.
Neyle geçineceğiz ay sonuna kadar?
Bilgilerinize güvenip aç mı kalacağız?
Bana verdiğiniz umut güzel, ama uzak.
Karnım aç benim, yarın bizi kim doyuracak?
Tanrı'ya bıraksak bile yarınımızı,
Bu akşam nasıl doyurabiliriz karnımızı?
Onu düşünmemiz gerek hepsinden önce.
Yiyecekten haber vermiyor sizin bilimler,
Benim ellerim belki verir.
Bunları söylemiş ve sözü uzatmadan
Kalkmış bir ormana gitmiş çoban,
Demet demet çalılar toplayıp gelmiş.
Satılan çalıların parasıyla
O gün de karınları doymuş, ertesi gün de.
Yoksa bizim öğretmen adayları açlıktan
Bilgilerini öbür dünyaya götüreceklermiş.
Şu çıkıyor ki bu serüvenden
Pek o kadar bilgin olmadan da
Karnını doyurabilir insan
Sağlam, kestirme yardımı eldir sağlayan
Yararlanıp doğanın nimetlerinden.
Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız