Geçen yaz mevsimiydi. On yedi yaşında, çirkin sayılabilecek derecede şekilsiz yüzlü, hastalıklı, çekingen bir genç olan Volodya, bir pazar akşamı saat beş sıralarında Şumi-hin’lerin yazlığında, kameriyede oturuyordu. Canı son derece sıkkındı. Üç şeye üzülüyordu. Birincisi; yarınki pazartesi günü matematikten sınava girecekti. Bu yazılı sınavda başarı sağlayamazsa altıncı sınıfta iki yıl üst üste kalmış olacağı için okuldan atılacağını, matematikten yıllık ortalamasının ikilere üçlere düştüğünü biliyordu. İkincisi; oldukça zengin, kendilerini soylu kişiler sayan Şumihin’lerin yanında kalmak gururunu incitiyordu. Bayan Şumihina ile yeğenlerinin ona ve annesine yoksul birer akraba, birer sığıntı diye baktıklarını, annesini adam yerine koymadıklarını, eğlenip durduklarını biliyordu.
Bir keresinde, bahçeye gizlenerek taraçada Bayan Şumihina’nın, kuzeni Anna Fedorovna’ya, annesinin hâlâ kendini genç kız sandığım, çok makyaj yaptığını, oyunda kaybettiği parayı hiçbir zaman ödemediğini, başkasının pabucunu giymeye, sigarasını içmeye bayıldığını söylediğini kulaklarıyla duymuştu. Her zaman, Şumihin’lere bir daha gitmemeleri için yalvarırdı annesine ama dinletemezdi. Orada ne aşağılayıcı bir rol oynadığını bir bir anlatır, bir sürü örnekler verir, ağır sözler söyler ama şımarık, gençliğinde kocasının da kendisinin de varını yoğunu har vurup harman savuran, daima kendinden üstün kişilerin arasına girmeye özenen, basit düşünceli annesini caydıramaz ve haftada iki kere bu yere batasıca yazlığa taşınmak zorunda kalırlardı.
Üçüncüsü; içinde belirmeye başlayan acayip, pek hoş olmayan, şimdiye dek hiç tatmadığı yepyeni bir duyguydu… Bayan Şumihina’nın kuzeni ve konuğu Anna Fedorovna’ya tutulduğunu sanıyordu. Canlı, gür sesli, güleç, otuz yaşlarında, sağlıklı, sağlam yapılı, al yanaklı, yuvarlak omuzlu, kalın gerdanlı, ince dudaklarından gülümseme hiç eksik olmayan bir kadındı bu.
Genç ve güzel değildi, Volodya bunu pekâlâ biliyordu. Gelin görün ki, onu düşünmemek, yuvarlak omuzlarını kaldırarak, etli sırtını kıpırdatarak kraket oynayışını, uzun bir kahkahadan ya da merdivenleri aceleyle çıktıktan sonra kendini koltuğa atıp sık sık soluyarak gözlerini kısıp göğsü sıkılıyormuş gibi yapmasını içi giderek seyretmemek elinden gelmiyordu. Evliydi. Kocası ciddi bir mimardı. Haftada bir gün yazlığa gelir, bol bol uyur ve ertesi gün kente dönerdi. Volodya, bu mimardan böylesine nefret etmesine, onun kente gidişlerini dört gözle beklemesine şaşıyordu.
Kameriyede oturmuş ertesi günkü sınavı ve yazlıktakilerin her zaman alay ettikleri annesini düşünürken, birden Nütya’yı (Şumihin’ler, Anna Fedorovna’yı böyle çağırıyorlardı) görmek, kahkahasını, giysisinin hışırtısını işitmek isteğine kapıldı… Oldukça güçlü bir istekti bu. Her akşam yattığında hayâl ettiği, romanlardan tanıdığı duygulu, temiz aşka hiç benzemiyordu. Kendine bile açmaktan çekindiği, korkulu, acayip, anlaşılmaz, iğrenç bir duyguydu bu…
— Böyle bir duyguya aşk diyemeyiz, diye mırıldandı Volodya. Otuz yaşında, evli bir kadına âşık olamaz insan… Gelip geçici küçük bir cinsel tutkudur, işte o kadar… Evet cinsel tutkudan başka bir şey olamaz bu…
Cinsel tutkuyu düşünürken bir türlü yenemediği çekingenliğini, bıyık diye üst dudağındaki sarı tüyleri, çopur yüzünü, ufak gözlerini hatırladı. Hayâlinde kendini Nütya ile yan yana koydu: böyle bir çift imkânsız gibi geldi ona. Onları unutarak, güzel, cesur, zeki, son modaya göre giyinen bir delikanlı olarak hayâl etmeye çalıştı kendini…
Kameriyenin karanlık köşesinde iki büklüm oturmuş, önüne bakarak iyice hayâle dalmıştı ki, dışarıda hafif ayak sesleri duyuldu. Bahçenin iki yanı ağaçlıklı yolunda biri ağır adımlarla kameriyeye yaklaşıyordu. Biraz sonra ayak sesleri kesildi, kameriyenin girişinde beyaz bir gölge belirdi. Bir kadın sesi,
— Kimse var mı içerde? diye sordu.
Volodya irkildi, bu sesi tanımıştı, başını kaldırdı, kapıya baktı. Nütya içeri girerken,
— Kim var orada? dedi. Ah, siz misiniz Volodya? Ne yapıyorsunuz burada? Gene düşünüyorsunuzdur tabii! Düşün, düşün, sonu ne olacak bunun?.. Aklınızı kaçıracaksınız!..
Volodya doğrulmuş, şaşkın gözlerle Nütya’ya bakıyordu. Banyodan yeni geliyor olmalıydı: bornoz ve havlusu omzundaydı, beyaz ipek başörtüsünün altından dökülüp alnına yapışan siyah saçları nemli, pırıl pırıldı. Hoş, taze bir banyo kokusuyla badem sabunu kokusu dolmuştu içeriye. Hızlı yürüdüğü için olacak, sık sık soluyordu. Bluzunun üst düğmesi, boyun ve göğsünü gösterecek şekilde açıktı. Volodya’yı yukarıdan aşağı süzdükten sonra,
— Niçin bir şey söylemiyorsunuz? dedi. Hanımların sorusuna yanıt vermemek bir erkeğe yakışmaz. Fok balığından
farksızsınız, Volodya! Hep oturuyor, filozof gibi düşünüyor, hiç konuşmuyorsunuz. Hayat ve ateş yok sizde! Hiç yakışmıyor size bu ha]… Sizin yaşınızda bir gencin yaşaması, atlayıp zıplaması, gevezelik etmesi, kadınların peşinden koşması, âşık olması gerek.
Volodya beyaz, yumuşak elin tuttuğu havluya bakıyor, düşünüyordu…
— Hâlâ susuyor! dedi Nütya, şaşkınca. Çok acayip… Bakın, biraz erkek olmanız gerek, Volodya! Hiç olmazsa bir gülümseyin, canım! Tüü, iğrenç profesör! Nütya gülümsedi Volodya, bir fok balığından farksız olmanızın nedenini söyleyeyim mi size! Kadınların arkasından koşmuyorsunuz da ondan. Söyler misiniz bana? Niçin siz hiç kadınların arkasından koşmaz, onlarla ilgilenmezsiniz? sizin yaşınıza göre kız yok, haklısınız, ama kadınlar ne güne duruyor? Siz de onlara kur yapın! Örneğin, niçin bana asılmıyorsunuz?
Volodya dinliyor, bir yandan da dalgın dalgın şakağını kaşıyordu. Nütya elini oradan çekerek devam etti:
— Son derece gururlu insanlar, susmayı ve yalnızlığı sever, biliyor musunuz? Siz de gururlusunuz, Volodya. Niçin başınızı kaldırmıyorsunuz? İzin verin de yüzünüzü göreyim bari! Evet, bir fok balığından farksızsınız!
Volodya, sonu neye varırsa varsın, konuşmaya karar vermişti artık. Gülümsemeye çalışarak alt dudağını gerdi, gözlerini kırpıştırdı ve elini yeniden şakağına götürdü:
— Sizi… sizi seviyorum! dedi.
Nütya, şaşkınlık içinde kaşlarını kaldırıp gülümsedi. Opera aktristlerinin korkunç bir şey duyduklarında söyledikleri sesle,
— Ne duyuyorum? diye haykırdı. Nasıl? Ne söylediniz, ne? Bir daha söyleyin, lütfen!..
Titrek sesiyle tekrar etti Volodya:
— Sizi… sizi seviyorum!
Ve elinde olmadan, hiçbir şey düşünemeden Nütya’ya doğru yarım adım attı, bileğinden tuttu. Gözleri bulanmış, yaşlar yanaklarından aşağı yuvarlanıyordu. Nütya’nın omzunda ki büyük, kalın havludan başka bir şey görmüyordu gözü. Ta derinlerden,
— Bravo, bravo! diye bir ses geliyordu kulağına. Niçin bir şeyler söylemiyorsunuz? Hadi konuşun, ben istiyorum! Hadi!..
Tuttuğu bileğin çekilmediğini görünce Volodya cesaretlenmiş, başını kaldırıp Nütya’nın gülen gözlerine bakmıştı. Sonra beceriksiz, rahatsız bir tavırla beline sarıldı, parmaklarını arkasında kenetledi. Volodya’nın kolları arasında Nütya, ellerini ensesine atıp koltuk altı çukurlarını göstere göstere başörtüsünün altından saçlarını düzeltmeye çalışıyor, bir yandan da sakin bir sesle,
— Atik, sevimli, hoş olman gerek, Volodya, diyordu. Öyle olabilmen için de bir kadına ihtiyacın var. Konuşmalı, gülmelisin… Evet Volodya, somurtkanlığı bırakmalısın, daha gençsin, korkma, filozofluk yapacak çok zamanın olacak. Hadi bakayım, şimdi bırak beni, gidiyorum! Sana söylüyorum, duymuyor musun!
Nütya kolaylıkla belini kurtarıp bir şarkı mırıldanarak çekip gitti. Volodya yalnız kalmıştı içeride. Saçlarını düzeltti, gülümsedi ve kameriyenin içinde üç kere bir köşeden öteki köşeye yürüdü. Sonra banka oturup bir daha gülümsedi. Yaptığından son derece utanıyordu. Utanma duygusunun insanda bu denli güçlü olabileceğine akıl erdiremiyordu. Utancından gülümsüyor, birbirini tutmaz sözler mırıldanıyor, ellerini kollarını sallıyordu.
Biraz önce kendisine çocuk gibi davranılmasından, çekingenliğinden utanıyor, kocasına bağlı, evli, kendinden kat be kat üstün bir kadının beline sarıldığını hatırladıkça utancından yerin dibine giresi geliyordu.
Yerinden sıçrayarak kalktı, kameriyeden çıktı, sağa sola baktıktan sonra bahçenin derinliklerine doğru yürüdü.
Başını ellerinin arasına almış, “Ah,” diyordu, “bir an önce gidebilsem buradan! Ne olur, Allah’ım, bir an önce!”
Volodya’nın, annesi ile binip kente gidecekleri tren sekizi kırk geçe kalkıyordu. Bu demek oluyordu ki, gitmelerine daha üç saat vardı. Ama o hemen şimdi, annesini beklemeden gitmek istiyordu.
Sekize doğru eve geldi. Her hareketinde, ‘Ne olursa olsun!’ der gibi bir kararlılık okunuyordu. Cesaretle içeri girecek, herkesin gözünün içine sıkılmadan bakacak, hiçbir şeye aldırmadan yüksek sesle konuşacaktı.
Taraçayı, büyük salonu kararlı adımlarla geçti, soluk almak için konuk salonunun ortasında durdu. Yan salonda çay içenlerin seslerini duyuyordu. Bayan Şumihina, annesi ve Nütya bir şeyler konuşuyor, neşeyle gülüşüyorlardı.
Volodya dinlemeye koyuldu:
— İnanın ki yalan söylemiyorum! diyordu Nütya. Başkasından duysam ben de inanmazdım. Düşünün bir kere, beni sevdiğini söylerken kollarını belime doladı. O anda tanınmayacak şekilde değişmişti. Hem biliyor musunuz? İlginç bir yanı da yok değildi hani ya. Çerkezlerinkini andıran vahşi bir ifade vardı yüzünde.
annesi uzun bir kahkaha attıktan sonra,
— Doğru mu bu? dedi. Babasına çekmiş demek! Volodya sert bir hareketle geri dönüp koşarak bahçeye çıktı.
Ellerini ovuşturarak şaşkın şaşkın göğe bakıyor, “Böyle şeyleri nasıl da yüksek sesle konuşabiliyorlar?” diyordu. “Yüksek sesle ve soğukkanlılıkla…” annesi de gülüyordu!.. “Allah’ım, niçin böyle bir anne verdin bana? Niçin?”
Alıp başını uzaklara, çok uzaklara gitmek istiyordu, ama olmazdı, eve dönmek zorundaydı. Bahçede bir süre dolaşıp biraz kendine geldikten sonra içeri girdi.
Bayan Şumihina sert bir sesle çıkıştı ona:
— Çay saatinde neden gelmiyorsunuz? Volodya yere bakarak karşılık verdi:
— Bağışlayın beni… Gitme… gitme zamanı geldi anne; saat sekiz.
Annesi isteksiz bir tavırla,
— Sen git, canım, dedi. Bu gece ben Lili’de kalacağım. Güle güle, yavrum… Yolun açık olsun. Gel öpeyim seni.
Volodya’yı yanağından öptükten sonra Nütya’ya dönerek Fransızca ekledi:
— Biraz da Lermontov’u andırıyor… değil mi?
Volodya bin bir sıkıntıyla oradakilerle vedalaşarak kimsenin yüzüne bakmadan çay salonundan çıktı. On dakika sonra istasyon yolundaydı ve yere batasıca yazlıktan kurtulduğuna seviniyordu. Artık sıkılmıyor, utanmıyor, rahat soluyabiliyordu.
İstasyona yarım saat kala yolun kenarındaki bir taşa oturup yarısına kadar ufka gömülmüş güneşi seyretmeye koyuldu. İstasyonda birkaç ışık yanmıştı. İleride buğulu, küçük, yeşil bir ışık görünüyordu, ama tren daha görünürlerde yoktu. Hareketsiz oturup çevreye akşamın ağır ağır çöküşünü izlemek Volodya’nın sıkıntılarını hafifletmişti. Kameri yenin yarı karanlığı, ayak sesleri, banyo kokusu, kahkaha ve bel… bunların hepsi şimdi kafasından şaşırtıcı bir canlılıkla bir daha geçiyordu. Gurubu seyrederken bütün bunlar o kadar korkunç gelmiyordu ona.
“Önemsiz şeyler bunlar,” diye düşünüyordu. “Elimi itmedi, kollarımı beline doladığımda güldü. Hareketim hoşuna gitmeseydi güler miydi? Kızardı, köpürürdü…”
Ve Volodya orada, kameri yede yeterince cesaretli olamadığına içerliyordu şimdi. Böyle aptalca uzaklaşması da anlamsızdı doğrusu. Öyle bir fırsat bir daha eline geçse artık kuşu kaçırmaz, daha pişkin davranır, durumu daha iyi değerlendirirdi…
Fırsatı yakalamak o kadar güç değildi ki. Şumihin’ler de her akşam yemeğinden sonra bahçeye çıkılıp biraz dolaşılır. Karanlıkta Nütya’nın yanına yaklaşsa… bundan daha iyi fırsat mı olurdu!
Volodya, içinden, “Döneceğim oraya,” diyordu. “Yarın, sabah treniyle giderim… Treni kaçırdığımı söylersem inanırlar.”
Ve döndü… Bayan Şumihina, annesi, Nütya ve yeğenlerden biri taraçada oturmuşlar, briç oynuyorlardı. Treni kaçırdığını söyleyince hepsi birden kaygılanıp sabahleyin erken kalkıp gitmesini, sınava geç kalmamasını tembihlediler. Onlar oynarlarken Volodya bir kenara oturmuş, tutkulu gözlerle Nütya’yı süzüyor, bekliyordu… Kafasında planı hazırdı: Karanlıkta ona yaklaşacak, elinden tutacak, sonra kucaklayacaktı onu. Konuşmaya, bir şeyler söylemeye hiç gerek yoktu. İkisi de konuşmadan birbirini anlayacaklardı.
İşe bakın ki, yemekten sonra kadınlar bahçeye çıkmadı-lar. Oturup oyunlarına devam ettiler. Saat bire kadar oynayıp sonra odalarına dağıldılar.
Yatmaya hazırlanırken hayıflanıyordu Volodya: “Tüh be! Ne şans! Ama olsun varsın, yarını var bu işin… Gene kameriyede… Yarın olan olacak…”
Uyumaya çalıştığı yoktu. Dizlerini avuçlarının içine alarak karyolasında oturmuş düşünüyordu. Sınavı aklına getirmek bile istemiyordu. Okuldan atılacağını düşünüyor, ama hiç tasalanmıyordu. Her şey hoş, hatta çok hoştu şimdi. Okuldan atılmak bile… Yarın bir kuş kadar özgür olacak, sivil giysi giyecek, açlıktan açığa sigara içecek, istediği zaman buraya gelip Nütya ile oynaşacaktı. Geri kalan meslek ve geleceğini kazanmak problemleri ise kolaydı: ya serbest bir iş tutacak, ya da posta idaresine telgraf memuru olarak girecekti. Bunlardan biri olmazsa eczaneye de girebilirdi. İyi çalıştıktan sonra kalfalığa kadar yükselebilirdi orada insan… Az mı meslek vardı dünyada ki üzülsündü okuldan atıldığına… Aradan iki saat geçmişti, Volodya hâlâ oturuyordu.
Odasının kapısı hafif gıcırdayarak dikkatle açıldığında saat üçtü, ortalık aydınlanmaya başlamıştı. Gelen annesi idi, Esneyerek,
— Uyumuyor musun? diye sordu. Uyu, uyu, hemen gideceğim ben… İlaç almaya geldim…
— Ne yapacaksınız ilacı?
. — Zavallı Lili’nin sancısı tuttu yine. Sen uyu, yavrum, yarın sınava gireceksin…
Annesi gözden bir şişe aldı, pencereye gidip üstünü okudu ve çıkıp gitti. Aradan bir dakika geçti geçmedi ki, Volodya bir kadın sesi işitti:
— Bu o damla değil, Mariya Leontyevna! İnci çiçeği bu, oysa Lili morfin istiyor. Oğlunuz uyuyor mu? Rica edin, bir de o baksın…
Bu Nütya’nın sesiydi. Volodya’nın sırtından soğuk terler boşaldı. Yerinden fırlayıp pantolonunu giydi, omuzlarına pijamasının üstünü aldı ve kapıya gidip dışarıyı dinlemeye başladı. Nütya fısıldıyordu:
— Anladınız mı? Morfin! Kutunun üstünde yazılar belki Latincedir. Volodya’yı uyandırın, o bulur…
Annesiı kapıyı açtı. Volodya, Nütya’ya baktı. Her zaman banyoya gittiği bluzuylaydı. Saçları omuzlarına karmakarışık dökülmüş, gözleri uykulu, rengi loş ışıkta daha bir esmerdi…
— Bakın, işte Volodya da uyanık, dedi. Volodya’cığım, gözde morfini bulur musun bize, şekerim! Bu da Lili’nin kaderi işte… Her zaman bir derdi olur zavallının.
Annesi bir şeyler mırıldanarak esnedi ve gitti. Nütya,
— Bir baksanıza, dedi. Ne dikiliyorsunuz?
Volodya gidip komodinin önünde diz çöktü, ilaç şişelerini ve kutularını karıştırmaya başladı. Elleri titriyor, içinde soğuk dalgalar koşuşuyormuş gibi göğsünde ve midesinde acayip bir şeyler hissediyordu. Titreyen elleriyle boşuna karıştırdığı eter, fenol ve çeşitli ot ilacı şişelerinden sızan kokulardan boğulacak gibi oluyor, başı dönüyordu. •
“Annem gitti…” diye geçiriyordu içinden. “Bu iyi işte… İşler yolunda demektir…”
Nütya sözcükleri yayarak,
— Çabuk bulabilecek misiniz? diye seslendi. Volodya, şişelerden birinin üstünde ‘Morph…’ görünce,
— Buldum… dedi. Morfin bu olacak… Buyurun!
Nütya kapıda, bir ayağı koridorda, bir ayağı içeride kalacak şekilde durmuş, bekliyordu. Saçlarını düzeltmeye çalışıyordu ya-, sık ve uzun oldukları için öyle kolay kolay düzelmiyorlardı. Bir yandan da Volodya’ya bakıyordu. Henüz güneşin aydınlatmadığı kurşunî gökten odaya dolan soluk ışıkta Nütya, geniş bluzu içinde, uykulu haliyle, dağınık saçlarıyla Volodya’ya her zamankinden daha bir çekici, olağanüstü gelmişti… Şişeyi ona verirken bu iç gıcıklayıcı bele kameriyede sarılışını başı dönerek anımsadı. Şaşırmış, titriyordu:
— Ne hoşsunuz… dedi birden. Nütya,
— Anlayamadım, efendim? diye sordu ve içeri girip gülümseyerek ekledi:
— Bir şey mi söylediniz?
Volodya, susarak yüzüne bakıyordu. Birdenbire kameriyede yaptığı gibi elini tuttu… Beriki gülümseyerek ona bakıyor, sonunu bekliyordu. Volodya titrek bir sesle,
— Sizi seviyorum… dedi.
Nütya ciddileşerek bir an düşündü ve,
— Susun, diye fısıldadı, birisi geliyor herhalde. Kapıya gidip koridora baktıktan sonra ekledi:
— Ah siz liseliler! Kimsecikler yok…
Ve tekrar odaya döndü. O anda Volodya’ya oda, Nütya, alacakaranlık ve kendisi birleşerek, insanın uğruna rahat yaşantısını kenara itip sonsuz acılara seve seve atılabileceği olağanüstü, şimdiye dek hiç tadılmamış güçlü bir mutluluğa dönüştüler gibi gelmişti. Ama yarım dakika sonra bu duygu kayboldu. Ablak, çirkin, tiksintiden buruşmuş bir yüz görmüştü karşısında. Ve olanlardan kendi de iğrendi birden. Nütya yüzünü buruşturmuş, ona bakıyordu: — Durun, gideceğim. Uf, ne de çirkin, zavallı bir şeymişsiniz… İğrenç domuz!
Uzun saçları, bol bluzu, adım atışı, sesi ne kadar da iğrenç geliyordu Volodya’ya şimdi!..
Odada yalnız kalınca, “İğrenç domuz…” diye mırıldandı kendi kendine. “İğrenç olduğum doğru… Ama her şey iğrenç aslında.”
Dışarısı iyice aydınlanmıştı. Güneş doğmuş, kuşlar cıvıl cıvıl ötmeye başlamışlardı. Bahçıvanın bahçede yürüyüşü, el arabasının gıcırtısı duyuluyordu… Biraz sonra sığırların böğürtüsü, bakıcılarının bağrışması başladı. Güneş ve sesler Volodya’ya bu dünyanın uzak, bilinmeyen bir ülkesinde temiz, mutlu, duygulu bir yaşantının varlığını söylüyorlardı. Ama nerede? Bunu ne annesi ne de çevresindeki öteki tanıdıkları söylüyordu ona.
Uşak, sabah trenine yetişmesi için onu uyandırmaya geldiğinde uyuyormuş gibi yaptı…
“Cehennemin dibine kadar yolun var!..” dedi içinden.
On birde yataktan kalktı. Aynada saçlarını tararken geceyi uykusuz geçirdiği için renksiz, biçimsiz yüzüne bakarak:
— Kadın haklı… diye mırıldandı. İğrenç bir domuzdan farkım yok.
Annesi onun sabah treniyle gitmediğini görünce çok şaştı. Volodya,
— Uyanamadım anne… dedi. Ama merak etmeyin, rapor alacağım.
Bayan Şumihina ve Nütya saat birde uyandılar. Volodya, Bayan Şumihina’nın uyanıp gürültüyle penceresini açışını, kaba seslenişine Nütya’nın şakrak bir kahkahayla karşılık verişini duydu. Çay salonunun kapısının açılışını, kız yeğenlerle sığıntı dizisinin (annesi sonunculardandı) kahvaltı masasını kuşatışını, yanında kentten yeni gelmiş mimarın siyah kaşları ve sakalları ile Nütya’nın yıkanmış, güleç yüzünün salonu aydınlatışını izledi.
Nütya ‘nın üstünde ona hiç de yakışmayan biçimsiz bir Ukrayna giysisi vardı. Mimar kaba saba şakalar yapıyordu. Kahvaltıda verilen köftelere nedense çok soğan koymuşlardı… Bütün bunlar Volodya ‘ya böyle geliyordu aslında. Nütya’nın bilerek öyle yüksekten kahkahalar attığını sanıyordu. Geceyi tümüyle unuttuğunu, olanları umursamadığını, iğrenç domuzun masada varlığını bile fark etmediğini ona belli -etmek için ondan yana önem vermeden baktığına inanıyordu.
Akşamüzeri dörtte annesi ile istasyona gittiler. İnsanın yüzünü kızartan anılar, uykusuz geçen bütün bir gece, okuldan atılma olasılığı, iç sızısı sonsuz bir umutsuzluğa, karanlık bir öfkeye salıyordu onu. Annesinin sıska profiline, küçük burnuna, Nütya’nın. armağanı bluzuna bakıyor, bir yandan da kızgın bir sesle,
— Zorunuz ne? diyordu annesine. Sizin yaşınız da ki bir kadına böyle şeyler yakışmıyor! Güzelleşmek için yapmadığınız kalmıyor, kumar borcunuzu ödemiyor, başkalarının sigarasından otluyorsunuz… Bu çok ayıp şey! Sizi sevmiyorum… Nefret ediyorum sizden!
Oğlunun onur kırıcı sözlerine karşı annesi, ürkek ürkek çevresine bakıyor, ellerini ovuşturuyor, dehşet içinde:
— Ne oluyorsun, yavrum? diye mırıldanıyordu. Allah’ım, kondüktör duyacak! Sus, rezil olacağız! Söylediklerini duyuyor!
Volodya, öfkeyle soluyarak devam ediyordu:
— Sevmiyorum sizi işte… Nefret ediyorum sizden! Ahlâksız, ruhsuz… Bu bluzu bir daha giymeyeceksiniz! Duydunuz mu? Parça parça edeceğim onu…
Anne, ağlıyordu:
— Kendine gel, yavrum! Arabacı duyuyor!
— Babamın onca malı mülkü nerde? Sizin paralarınız nerde? Hepsini olur olmaz yerlerde yiyip bitirdiniz, değil mi? Yoksulluğumdan utanmıyorum, ama sizin gibi bir annem olduğu için yüzüm kızarıyor… Arkadaşlarım sizi sordukları zaman yerin dibine girecek gibi oluyorum.
Kente daha iki istasyon vardı. Yolda Volodya, hiç kompartımana girmedi. Sahanlıkta dikilmiş sinirden titriyordu. Nefret ettiği annesi orada oturduğu için girmiyordu kompartımana. Kendinden, kondüktörden, trenin dumanından ve titremesinin nedeni sandığı soğuktan nefret ediyordu… Kara kara düşündükçe, o uzak, bilinmeyen ülkedeki sevgi, içtenlik, neşe ve özgürlük dolu, tertemiz, soylu, sıcak, çekici yaşantıyı içinde daha açık seçik duyuyordu… Öyle dalmış, o yaşantının özlemi içini öyle yakıp kavuruyordu ki, yolculardan biri yüzüne uzun uzun bakıp,
— Dişiniz mi ağrıyor? diye sormuştu. Volodya’yla annesi, kentte, Mariya Petrovna isminde soylu bir kadının satın alıp oda oda kiraya verdiği oldukça geniş bir dairenin iki odasında oturuyorlardı. Bu odalardan geniş pencereli, duvarlarında altın çerçeveli iki resim bulunanında Annesinin karyolası vardı. Yandaki küçük, karanlık oda ise Volodya’nındı. Yattığı divandan başka bir eşyası yoktu orada. Döşeme, annesinin nedense sakladığı hasır giysi ve karton şapka kutularıyla, ıvır zıvırla doluydu. Volodya derslerini ya annesinin odasında, yada salon da (kiracıların yemek yedikleri, akşamları toplandıkları büyük odaya bu isim konmuştu) hazırlardı.
Eve geldiklerinde Volodya odasına çekilmiş, belki titremesini bastırır diye yatağa girip yorganı başına çekmişti. Şapka, giysi kutuları ve ıvır zıvır aklına gelince annesinden, onu sık sık ziyaret eden konuklarından, şimdi ‘salon’dan gelen seslerden kaçıp sığınabileceği bir odası, yuvası olmadığını anladı… Nedense birden rahmetli babasıyla bir ara kaldığı Menton geldi gözlerinin önüne. Biarris ve kumda oynadığı iki İngiliz kızını anımsadı… Göğün ve okyanusun o andaki rengini, dalgaların yüksekliğini, ruhsal durumunu hayâlinde canlandırmaya çalıştı, ama başaramadı. Yalnız İngiliz kızları seçikti, geri kalan her şey bulanık, karmakarışıktı…
“Olmuyor, burası soğuk,” diye geçirdi içinden ve kalkıp pardösüsünü giydi, ‘salon’a gitti.
Orada çay içiliyordu. Semaverin başında üç kişi vardı: Annesi, gözlüklü müzik öğretmeni kocakarı ve parfümeri fabrikasında çalışan şişko, orta yaşlı Fransız Avgustin Mihayloviç.
— Bugün öğle yemeği yemedim, diyordu annesi. Hizmetçiyi ekmek almaya göndersem iyi olacak.
Fransız:
— Dunyaş! diye seslendi.
Gelen giden olmadı. Yandan, hizmetçiyi ev sahibesinin bir yere yolladığını söylediler. Fransız, gevrek gevrek gülümseyerek,
— Zararı yok,’ dedi. Ben hemen gider size ekmek alırım. Üzülmeyin!
Kalkıp sert, pis kokulu sigarasını görünür bir yere koydu, şapkasını başına geçirdi ve çıktı. Annesi onun arkasından müzik öğretmenine, Şumihin’lerde geçirdiği günleri ve orada ne güzel ağırlandığını ballandıra ballandıra anlatmaya başlamıştı:
— Lili Şumihina akrabam olur… Rahmetli kocası General Şumihin, kocamın kuzeniydi. Lili’nin babası Baron Kolb…
Volodya haykırarak sözünü kesti:
— Anne, yalan bunların hepsi! Niçin yalan söylüyorsunuz?
Annesinin anlattıklarının doğru olduğunu, içlerinde bir sözcüğün bile yalan olmadığını pekâlâ biliyordu. General Şumihin ve Baron Kolb hakkındaki sözleri de doğruydu. Ama nedense hepsi yalanmış gibi geliyordu ona. Annesinin ses tonunda, yüz ifadesinde, bakışlarında, her şeyindeydi yalan.
— Yalan söylüyorsunuz! diye bir daha bağırdı ve var gücüyle bir yumruk indirdi masaya. Öyle ki, semaver sarsılmış, annesinin bardağı devrilmiş, çayı üzerine dökülmüştü. Devam etti:
— Baron ve generalleri niçin anlatıyorsunuz şimdi? Neden yalan söylüyorsunuz?
Müzik öğretmeni şaşırmıştı. Gıcık tutmuş gibi mendilini çıkarıp öksürdü. Annesiı ise ağlıyordu.
“Ne yapsam acaba?” dedi içinden Volodya.
Sokağa çıkamazdı, arkadaşlarına gitmekten de utanıyordu. Gene İngiliz kızlarını hatırladı… ‘Salon’un bir başından öte başına yürüdü, Avgustin Mihayloviç’in odasına daldı. Keskin bir eter ve tuvalet sabunu kokusu vardı içeride. Masanın üstü, pencerelerin içi, hatta sandalyeler irili ufaklı renk renk şişelerle doluydu. Volodya, masanın üstündeki gazeteyi aldı, çevirip ismini okudu: ‘Figaro’… Ne de hoş kokuyordu. Sonra yine masadan tabancayı aldı…
‘Salon’da müzik öğretmeni anneyi yatıştırmaya çalışıyordu:
— Üzmeyin kendinizi artık! Olur böyle şeyler, daha gençtir! Onun yaşındaki gençler çoğunlukla böyle olurlar. Kendinizi alıştırmalısınız.
— Yanılıyorsunuz, Yevğeniya Andreyevna, benimki kimseye benzemez! Başında bir büyüğü yok ki terbiye etsin. Ben çok zayıf kalıyorum. Şanssızlık bende!
Volodya tabancanın namlusunu ağzına soktu, tetiğe benzer bir çıkıntı geldi eline, çekti… Sonra başka bir çıkıntı daha buldu, onu da çekti. Namluyu ağzından çıkarıp pardösüsü-nün eteğiyle kuruladı, gidip kapının kilidine bir daha baktı. Ömründe ilk kez eline silâh alıyordu…
“Önce burayı kaldırmak gerek herhalde…” diye geçirdi içinden, “evet, herhalde…”
Bu arada Avgustin Mihayloviç dönmüş, ‘salon’da, sesli sesli bir şeyler anlatıyor, kahkahayla gülüyordu.
Volodya namluyu yeniden ağzına soktu, parmağıyla eline gelen çıkıntıyı itti. Bir patlama oldu… Ensesine bir şey hızla çarptı gibi geldi ona ve yüzüstü masaya, şişelerin üzerine düştü. Sonra babasını gördü. Menton’daydılar. Bir kadın ölmüş, babası onun yasını tutuyordu. Başında geniş, siyah şeritli bir fötr şapka vardı. Birden Volodya’yı iki eliyle kaptı, birlikte çok karanlık, uçsuz bucaksız bir uçurumun içine uçtular. Sonra her şey karıştı, kayboldu…
Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız