Saray soytarısı, kralın küçük bir karikatürü, ürkütücü bir örneğiydi. Ancak küçük farklarla: Bir yanda çok büyük bir güç ve onur, diğer tarafta zayıflık, haysiyetsizlik ve yasal haklardan yoksunluk; bir yanda zekâ ve ağırbaşlılık gibi soylu özellikler, diğer yanda aptallık ve kontrolsüzlük; bir tarafta kral tacı ve asası, diğer tarafta ise eşek kulaklarının olduğu soytarı şapkası ve soytarı asası... Dönemin dini risaleleri, kutsanmış kralları aynı papalar gibi Tanrı'nın elçileri olarak görüyor. Buna karşın, soytarılar, tanrıtanımaz ve duygusuz insanlar olarak tanımlanıyorlardı. İncil'de bile şunlar yazıyordu: "Soytarı şöyle der: Tanrı yoktur." Ve havarilerden Aziz Paulus mektubunda, "Sevgi duymuyor olsaydım, basit bir deli olurdum" demiyor muydu?
Adaletsiz bir kralın nasıl soytarı gibi davrandığını, Şeytan Robert efsanesi şöyle anlatıyor: Robert, bir günahın meyvesiydi, Ailesi, o doğmadan önce, şeytana, tahta bir varis göndermesi için yalvarmıştı. Robert, büyüyüp de hükümdar olma yaşına geldiğinde, gücünü kötüye kullanarak sayısız suç işledi. Ta ki papa duruma el koyana kadar... Hükümdar, din adamının emriyle azizlik mertebesine ulaşmış bir keşişi aramaya çıktı. Geriye döndüğünde, Robert tek bir kelime bile konuşmadı, bir deli gibi davrandı, yemeğini bir köpeğin ağzından yedi ve kendine kötü davranılmasına hiç karşı çıkmadı. Sonunda, tanınmaz bir şekilde, bir soytarı olarak imparatorluk sarayında buldu kendini. Ancak, Robert’i de bir "mutlu son" bekliyordu: Şövalye kılığına girerek defalarca Roma'nın Müslümanların eline geçmesini önledi. İmparatorun kızı, bu bilinmeyen kahramanın kimliğini açıkladı ve layık olmadığı saray soytarılığından kurtardı. Ancak Robert, imparator kızının uzattığı yardım elini kabul etmedi. Bir hükümdarken bir deli ve bir saray soytarısıyken bir şövalye gibi davranan Robert, sonunda keşişliği seçti.
Diğer bütün kaynaklarda olduğu gibi, bu öyküde de, bu meslekle ilgili gerçekler değil, görüşler dile getiriliyor. Öykü, 12. yüzyılın sonunda yazıya aktarıldığında, gerçek I. Robert, yani olayın başkahramanı, 100 yıl önce ölmüştü. Soytarıları anlatan ki-taplardaki anekdotlar ne yazık ki, onların geçmişini aydınlatmaya yetmiyor. Anekdotların, olayların gerçekleşmesinden yıllarca sonra yazıya geçirilmesi, onların geçmişine ulaşmak konusunda karmaşa yaratıyor. Saray soytarılarına hep aynı takma adın verilmesi ise, kuşkuları iyice körüklüyor. Bu nedenle, yazının başında sözü edilen soytarının intihar olayının, gerçek olup olmadığı ya da politik nedenlerle, çoktan hayata gözünü yuman bir kralın üstüne yeni bir cinayet suçunu yıkma amacını taşıyıp taşımadığı bilinmiyor.
Bu soytarının ölümü, toplumsal temellerin büyük değişime uğradığı bir döneme, yani Rönesans devrine rastlıyordu. Daha önce her alana hâkim olan dinin yanında, sanat ve bilim de yerini almıştı. Üniversiteler, eğitim tekelini kilisenin elinden çekip aldı ve saraylardaki gelenek ve görenekler daha nazik bir şekle büründü. Geçmişte kaba şövalyelerin eğlendiği ve gürültülü şarkıların çınladığı yerlerde, şimdi Rönesans sarayının zarif gelenekleri hâkimdi. Krallar, danışman olarak kendilerine, yaşlı asker ve yüksek soylular yerine avukatları ve bankerleri seçiyorlardı.
Würburg sarayındaki freskde, İmparator Friedrich Barbarossa 'nın ikinci eşiyle evlenme töreni (1156) tasvir ediliyor. Merdivenlere uzanmış saray soytarısı, sanki krala birinci eşinden ayrılma nedeni olan sadakatsizliği hatırlatmak istiyor gibi
Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız