Her devletin tarihinde olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu tarihinde de on binlerce insan cellât pençesinde can vermişti. Kimileri yağlı bir kementin uğursuz ıslığını, kimileri de çelik satırın ürperten soğuğunu duydular son saniyelerinde... Tıpkı, sonu gelmez işkencelerle ölümü bekleyen diğerleri gibi...
Osmanlı devletinin resmi cellât örgütü, cellatbaşının yönetiminde, sayıları dönem dönem değişen kalabalık bir gruptan oluşuyordu. Hepsi de aslen çingene’ydiler. Cellatbaşı ile cellâtlar, bostancıbaşının emrindeydi. İdam hükmü bostancıbaşıya verilir; o da yerine göre, bazen bizzat nezaret ederek hükmü yerine getirirdi. Eğer öldürülecek önemli bir şahıs ise, idamda bostancıbaşı muhakkak bulunur, hükmü de cellatbaşının en çok güvendiği bir veya iki cellât infaz ederdi. Ki, bunlara da "cellat yamağı" denirdi. Sarayın en büyük subaylarından biri olan bostancıbaşının başlıca görevi, emrindeki bostancı erleriyle sarayı ve padişahın şahsını korumaktı. İstanbul'un Boğaziçi’yle beraber bütün sahillerinin ve limanın güvenliği de ikinci görevleri arasındaydı.
Bazen idamdan sonra başı "şifre" denilen son derece keskin özel bir ustura ile gövdesinden ayrılırdı. Bu baş ya bir ibret taşının üstüne konur ya da sarayın şehre açılan büyük kapısının, "Bab-ı Hû-mayun"un önüne atılırdı. Sabıkalı hırsızlar, özellikle gece hırsızları, şehrin uygun görülen bir yerinde, genellikle suçun işlendiği semtte, hatta bazen girdiği evin veya dükkânın, hanın kapısına asılırdı.
Askerlerin, yani sipahi veya yeniçerilerin başları kesilir, cesetleri ayaklarına taş bağlanarak denize atılırdı. İdam edilecek kimseler, ferman çıkıncaya kadar bostancıbaşı tarafından tutuklanır, buna da, "Bostancıbaşı hapsine verilmek" denirdi. Bostancıbaşı hapsinden sağ kurtulanlar çok azdı. Örneğin, Sadrazam Rauf Paşa, İkinci Mahmut'un, "O genç ve güzel başa kallavi pek güzel yakışıyor, kıyamam!" diyerek idam fermanını onaylamamasıyla kurtulmuştu.
Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız