Herkese merhaba, bugünkü konuğumuz değerli gazetecilerimizden Çiğdem TOKER. Kendisi gazeteci, köşe yazarı ve tv yorumcusudur. Diyarbakır doğumludur. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olan Çiğdem Toker, gazeteciliğe 1986 yılında Anka Ajansı’nda başlamıştır. Gazetecilik çalışmaları ile sayısız ödüle layık görülen ve halen Sözcü gazetesinde yazmakta olan Çiğdem Toker’in yayımlanmış, araştırma ve röportaj alanında iki kitabının yanısıra bir de katkıda bulunduğu bir kitap bulunmaktadır. Kendisi hakkında verdiğimiz bu kısa bilgilendirme sonrasında, dilerseniz röportajımıza başlayalım.
- Merhaba Çiğdem Hanım, hukuk mezunu olarak neden avukatlık, savcılık veya hakimlik yerine gazeteciliği tercih ettiniz ve en başa dönebilseniz hukuk yerine gazetecilik okumayı tercih eder miydiniz?
İlk nedeni, devlet memuru olmak istemeyişim. Bunu net biliyordum. Dolayısıyla hakimlik ve savcılık baştan seçenek dışıydı. Geriye avukatlık kalıyordu. Ancak avukatlık mesleği konusunda da net değildim .Gazeteciliğe fakültede öğrenciyken, staj yaparak başladım ve bir daha kopamadım
Anka Ajansı'nda çalışan bir okul arkadaşım vardı. O çok severek anlatıyordu bulunduğu ortamı. Ben de merak ettim ve Anka Ajansı’nın kapısını çalıp gazetecilik yapıp yapamayacağımı sordum. O şekilde bu mesleğe başladım ama seçimimin arka planında biraz rahmetli babamın - kendisi Köy Enstitülü bir öğretmendi - öğrenciyken gazetecilik yapmış olması da var. Onun hikayelerini dinlerdim hep. Öte yandan çok gazete okunan bir evde yetiştim.
Sorunuzun diğer kısmına gelince, hukuk yerine gazetecilik okumayı da tercih etmezdim. Çünkü hukuk eğitimimin gazeteciliğe çok faydası oldu Başka bir bakış açısı ve farklı bir disiplin getiriyor hukuk okumak, olaylara analitik yaklaşmayı öğretiyor. Hadi ben analitik yaklaşayım deyince olmuyor tabii ama hukuk eğitiminin kendisi bunu zaten size vermiş oluyor. Problem çözmekte, olayları takip etmekte, haber yazımında, dava dosyalarını okurken faydası olduğunu hissettim hukuk okumanın. İletişim fakültesinde verilen gazetecilik eğitimi kuşkusuz çok önemli. Yine de ben hukuk okumuş olduğum için memnunum.
- Adliye muhabirliğinde sizi gerçekten etkileyen bir olaydan bahsedebilir misiniz?
Adliye Ulus’taydı o zaman. Kısaca Anafartalar Adliyesi diye de geçiyordu. Şimdi sanırım PTT'nin bir binası var orada. Adliye muhabirliği yaptığım dönem, seksenlerin ikinci yarısına rastlıyor. Yani askeri darbe sonrası dönem ve uygulamalarından söz ediyoruz. Cizre ilçesindeki Yeşilyurt köylülerinin dosyası. Orada maalesef köylülere dışkı yedirildiği iddiasıyla açılmış bir kamu davası vardı. O davada köylüler Ankara'ya geldiler ve adliye salonunda bu işi bir güvenlik görevlisinin nasıl yaptığını anlattı. Çok etkilenmiştim. İnsanlığımdan utanmıştım. Net olarak bu olay hafızamda yer etti.
- Devlet güvenlik mahkemesi muhabirliği yaptığınız dönem içerisinde yaşadığınız ve sizi en çok etkileyen olaydan bahsedebilir misiniz?
Devlet Güvenlik Mahkemesi de 12 Eylül darbesinin ardından kurulan mahkemelerden biri Orada da şimdi terör davaları dediğimiz davalar görülürdü. Şimdi Cumhuriyet Halk Partisi’nin Parti Okulu olan Çevre sokaktaki binada. Toplu davalar görülüyordu. –Bu arada Çevre sokak, eski adı. Üsküp caddesi şimdi. Her şey değişti, binalar, sokaklar. DGM binası, Cumhuriyet Halk Partisi'nin Genel Merkez binasıydı aslında. Siyasi partilerin kapatıldığı 12 Eylül darbesiyle el konulmuştu.-DGM binası yapıldı. İşte o binada, dava takip ettiğim günlerden birinde, geniş güvenlik önlemleri altında cezaevinden ya da emniyetten genç öğrenciler getirildi. getirildi. Salonda bu gençler susturulmaya çalışılmalarına rağmen nasıl işkence gördüklerini anlatmışlardı. Salonda anlatabilmişlerdi yani bunu, seslerini biraz olsun duyurabilmişlerdi. Zaten duruşlarından, hallerinden ve genel görünümlerinden de bu belliydi. O da beni çok etkilemiştir. Keşke son olsaydı, keşke bitmiş olsaydı ama hak ihlallerinin, işkencenin bitmediğini maalesef biliyoruz.
- Ekonomiye olan ilginiz nereden geliyor?
Ekonomi gazeteciliği, baştan isteyerek seçtiğim bir alan olmadı. İlginç birtakım koşullar beni ekonomi gazeteciliğine yönlendirdi. Anadolu Ajansı'nda adliye ve yüksek yargı muhabirliğim sırasında, özelleştirme uygulamaları yeni başlamıştı. Özelleştirme uygulamaları aleyhine de davalar açılıyordu. Bu davaları da idare mahkemelerinde izliyordum. Anadolu Ajansı’nda şimdi “son dakika” denilen flaş bir gelişme olduğunda telekslerde ziller çalardı. Tabii şimdi teleks falan yok. Ama o dönemin çok önemli haber iletim aygıtıydı
Özelleştirme politikalarıyla ilgili bu davaların aslında, siyasetin, ekonominin ve yargının kesiştiği bir alan olduğunu gördüm. Daha sonra bunu daha iyi fark ettim.
Bir de hayali ihracat dosyaları vardı Yargıtay'da. Onları da izlerdim. Bunlar genç yaşınızda önemli sayılabilecek deneyimler.
Ve aynı dönemde, dergi haberciliği yükseliyor, popülerleşiyordu. İstanbul Menkul Kıymetler Borsası yeni açılmıştı hatta. Ekonomi dergileri arasında Ekonomik Panorama Dergisi’nin yönetimi kadro değişikliğine gitti. Oradan bir teklif geldi, ajanstan arkadaşlarımız giderken ben de onlarla birlikte ayrıldım çalıştığım kurumdan. Ekonomi gazeteciliğine de böylece başladım.
- En başa dönüp gazeteciliğe yeni başlayan Çiğdem Toker'e neler önerirdiniz?
“İyi ki gazeteciliği seçmişsin” derdim. Gazeteciliğin haber alma hakkını savunması ve halkın haber alma hakkı için uğraş göstermek çok değerli bir uğraş. Meslek olarak yorucu olmasına karşın önemli. Önemi de kamusal niteliğinden kaynaklanıyor.. Şunu vurgulamak gerekiyor : Bu meslek, heyecan ve gerçekten çok istemekle yakından ilgili. Eğer çok istemiyorsanız, heyecan duymuyorsanız yapması ve sürdürmesi kolay değil. Ben de çok istediğimi fark ettim.. İyi de yöneticilerle çalıştım vakti zamanında. O da güzel bir şanstı benim için. Usta çırak ilişkisini ucundan da olsa yakaladım. Olumsuzluklar yok muydu? Tabii ki vardı ama o yirmili yaşlarındaki Çiğdem Toker’e mesleki açıdan şu anda vereceğim bir öğüt yok. İyi ki seçmişim bu mesleği.
- Aldığınız ödüller arasında sizi en çok heyecanlandıranlar hangileri oldu?
Cevabı zor bir soru ama bütün ödüllerin büyük bir kıymeti, ağırlığı ve bir karşılığı var. Yaptığım habercilik, değdiği kesimlerde, kitlelerde bir karşılığı olduğu için o ödüllere değer görüldü. Mesleğimizde yolumuzu aydınlatan Uğur Mumcu'nun adını taşıyan ödülün yeri ayrıdır. Keza Abdi İpekçi Barış ve Dostluk ödülü, Abdi İpekçi’nin kişiliğinden yaptıklarından dolayı, Sedat Simavi Ödülü keza ayrı bir öneme sahiptir.
En son ocak ayında Ses Derneği’nin kadınlara oylama yaparak verdiği “Yirmibirinci Yüzyılda İlham Veren Yirmibir Kadın” ödülü kıymetli. Bu, doğrudan mesleki bir ödül değil ama teması ve içeriği itibariyle benim için anlamlı bir ödül. Şehir hastaneleriyle ilgili çok çalışma yaptım ve değişik tabip odalarından ödüllere değer görüldüm. Kent korumasıyla ilgili TMMOB'den, Mimarlar Odaları’ndan ödüllere değer görüldüm. Halkevleri’nden ödüllere değer görüldüm. Hepsinin yeri ayrı ve hakikaten değerleri de ayrı. Sonuç olarak ödüller yaptığınız şeyleri boşuna yapmadığınızı gösterdiği için kıymetli. O bakımdan güç veriyor.
-TV yorumculuğunda veya herhangi bir konuyu ya da bir durumu, olayı yorumlarken gazetede yazdığınız zaman veya televizyon yorumculuğu yaparken nelere dikkat edersiniz?
Ben muhabirlikten geliyorum. Gazeteciliğin temeli muhabirliktir. Epeyi uzun yıllar muhabirlik yaptım. Dolayısıyla işin özü olan habercilik çizgisinden ayrılmamaya özen gösteriyorum. Belli bir kıdemi geride bıraksak da değişmiyor: Gazetecinin temel görevi haber alma hakkı için gerçeği söylemek ve anlatmaktır. Bilgilendirmektir. Bilgi nedir denirse de bizi ve dünyayı yönetenlerin yaptıklarını anlatmaktır diyebiliriz. Gerçeğe sadık kalmak, en önemli mesele budur. Bir gazetecinin her şeyi bilmesine imkan yok ve bu meslekte uzmanlık çok önemli. Ama bilmediği konularda biliyormuş gibi davranmamak gerekiyor. Gazeteci, yurttaş, meraklı vatandaş olarak bilmediklerimizi öğreniyoruz. En basit haliyle gerçeğe sadık kalmak diyebilirim, esas mesele olarak. Doğru bilgiyi aktarmak dilimiz döndüğünce.
- Ekonomi muhabirliği size ne anlam ifade ediyor ve ekonomi muhabirliğine yeni başlayan arkadaşlara neler önerirsiniz?
Kamu kaynağı diye bir olgu var. Ekonomi muhabirliğinde kritik önem taşıyan mesele budur. Kamu kaynağı aslında bizlerin, bütün vatandaşların olandır. Bizlerin yarattığı değerdir, bizlerden toplana vergi ve gelirlerdir. Ve kamu kaynaklarıyla Anayasa gereği vatandaş olarak bağımız vardır.
Ülkeyi yöneten insanlar bir şeyler harcıyorlar ya, işte o kamu kaynakları aslında yani bizden toplanan vergileri harcıyorlar. Dolayısıyla bunların nasıl, hangi kurallar dahilinde, ne yapılarak harcandığı, kime nasıl dağıtıldığı, kime veya neye nasıl pay edildiği, pay edilirken önceliklerin ne olduğu, neden onun değil de bunun tercih edildiği meselesi bütün dünyanın en önemli meselelerinden birisidir ve bu konu başta gelir.
Ekmeğin nasıl paylaşıldığı veya bölüşüldüğü diyerek daha basit bir hale indirgeyebiliriz. Gazetecilik, ekonomi gazeteciliği bunun için çok önemlidir. Yani dikkatleri oraya yönelttiği için. Bu paralar, bu kaynaklar nereye nasıl harcanıyor? İktidarlar kendilerini bağlayan kurallar koyuyor . Devleti yönetirken okurallara uyuyorlar mı? Yoksa arkasından mı dolaşıyorlar? Yoksa bir kanunu ihlal mi ediyorlar? Elli kere bozuyorlar mı? Değiştiriyorlar mı? Kendi çıkar bağı içinde bulundukları gruplara ve kesimlere kamu kaynağını aktarmak için mi kanunu bozuyorlar ve bunu bozarken de tam tersini söyleyerek sanki iyi bir şey yapıyormuş gibi mi gösteriyorlar? Bütün bunlar ekonomi gazeteciliğin alanına giriyor. Bu yüzden de çok önemli.
- Yani ekonomi gazeteciliği kişi bazlı verilen verginin devlet tarafına ya da hükümet tarafından nasıl harcandığını gözlemliyor diyebiliriz.
Evet basit haliyle bunu söyleyebiliriz. Ama sadece gözlemlemekle kalmıyor: Yazıyor, sorguluyor, cevap arıyor. Belgelerle sunuyor.Bir de teşvikler var tabii bunun içinde. Yani falanca sektörü, filanca sektörü destekliyoruz diye. İşte bir sürü teşvik belgeleri yayınlanıyor. İşte onlar kime veya kimlere nasıl veriliyor? Neden veriliyor? Örneğin madencilik çok önemli, yeraltı kaynakları çok önemli diyerek bir ülkenin bütün güzelim doğal kaynakları talan ediliyor geri dönülmez bir şekilde mahvediliyor. Neden ülkenin elektriğini üreten, dağıtan şirketler aynı zamanda geçiş garantili yolları yapıyorlar. Aynı şirketi neden delik deşik edilmiş bir dağda görüyoruz? Bütün bu sorunların hepsi ekonomi gazeteciliğin alanına giriyor
- Günümüzde Z kuşağını nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve onlara neler önerirsiniz?
Bu kuşak son zamanlarda siyasetin öznesi haline getirildiği için popülerleşti. Siyaset Z kuşağını fark etti. Keşfetti yani. Biraz bundan dolayı bu isimle anılıyorlar ama esas mesele bu sürecin bu kuşağın dijitalleşmeyle iç içe yürümesinden kaynaklanıyor. Z kuşağı dijital dünyanın içine doğan bir kuşak. Bizim çocuklarımız onlar. Ben teleks ve fakstan bahsettim. Bunlar birçok iletişim fakültesi öğrencisine arkaik ve demode şeyler ifade ediyor büyük ihtimalle. Müzede görülebilecek şeyler diyebiliriz onlar için. Geçenlerde bir müzeye gittik orada gördüm faksı.
Onlar müzelik olsa da ben kendimi şanslı görüyorum çünkü bütün medya arkeolojisi diyebileceğimiz bütün cihaz ve aletleri görerek, onları kullanarak meslekte bir yerden bir yere geldim.
Örneğin çağrı cihazları ilk kez çıktığında heyecanımız çok büyüktü. İşte kemerinize bir şey bağlıyorsunuz ve o titreşim yaptığında,haber müdürü gel diyor ya da şuraya git diyor yazıyor yani çağrı cihazlarında. Bunların hepsini bir sırayla biz gördük ve kullandık.
Ben ilk bilgisayarı yirmili yaşlarımda kullandım. Z kuşağı akıllı telefonların ve bilgisayarların içine doğdu, dolayısıyla onların dünyayı algılama, kavrama ve yorumlama şekilleri bizimkilerden çok farklı.Toplumsal meselelere kafa yorma ve değerlendirme biçimleri bizimkiyle aynı değil. Bu da doğal. Biraz daha bireyci oldukları söyleniyor.
Bu genellemelere çok katılmıyorum. İzleyip göreceğiz. Neye ne kadar duyarlı oldukları önem taşıyor.
Sadece kendi bireysel dünyalarını kurtaran ve ona bakan bir dünya mı tahayyül ediyorlar, yoksa içinde yaşadıkları toplumun ve dünyanın daha yaşanılır bir yer olması için çaba harcamaya değer bir yer olarak mı değerlendiriyorlar? Benim için ana öneme sahip olan mesele bu.
Bu sorunun cevabını şu anda çok iyi bilmiyorum. Çünkü bizim yaşadığımız ülke çok dertli ve sorunlu bir ülke şu anda. Gençler bu ülkede çok kalmak istemiyorlar. Bunu görünce ben bir yetişkin olarak da bir ebeveyn olarak da üzülüyorum. Biz biraz daha demokratik normları gelişmiş, daha eşitlikçi, daha adil, daha uygar bir toplumda yaşıyor olsaydık, gençlerin yani Z kuşağının neyi nasıl istediğini daha farklı, daha iyi yorumlayabilirdik anlatabiliyor muyum? Şimdi olay mahallini gören herkes kaçmaya çalışıyor ve ben buna çok üzülüyorum. Üzülmemin sebebi ise bu ülkenin aslında çok yaşanmaya değer bir ülke olduğunu bilmem. Her yönüyle dereleri, toprağı, havası, şehirleriyle çok yaşanası bir ülkeye sahibiz ama maalesef siyaset bunu bozdu. Bu bozulmayı yeniden onarmak ve eski haline getirmek biraz zaman alacak. Ama buna değer. Buna değeceğini ben yürekten inanıyorum. Z kuşağını da b şekilde değerlendiriyorum.
- Toplumumuzda var olan ayrıştırıcı etmenler dışında ne gibi birleştirici etmenlerimiz var sizce?
Güzel bir soru sordunuz. Sayısız değerimiz yıprandı ne yazık ki. Ama öncelikle güzel dilimiz var. Yanısıra, insanların sokakta yürürken birbirlerine nefretle bakmak yerine, hissederek, ne olduğunu anlamaya çalışmak bile, birleştirici etmenlerden bir tanesi olabilir. Şunu söylemek zorunlu: Bu kadar ayrışmış ve öfkeli olmak da siyasetin eseri. Siyaset ve politika birleştiricilik konusunda hayati role sahip. Siz ne kadar siyasetle ilgilenmiyorum deseniz de siyaset hayatınızı biçimliyor.
Örneğin Z Kuşağı dediğimiz bu çocuklar, bizim çocuklarımız niye gitmek istiyorlar?
Bu çocuklar kötü siyasetin sonuçlarından dolayı gitmek istiyorlar. Başka nedeni yok. O nedenle de kendisini siyaset sahnesinde tarif eden kişilerin üzerine çok büyük iş düşüyor. Beğenmeyenlerin de o sahnede yerini alması gerekiyor. Bir noktada konuşmak yerine icraata geçmek gerekiyor.
Ses yükseltmek, ses yükseltmekten korkmamak gerekiyor. Çünkü aslında sandığımızdan çok daha fazla hakkımız var Anayasaya göre. Tüm bu haklarımıza sahip çıkmamız gerekiyor. Bu miskinlik, içe dönüklük, korkaklık, sinizm ve suskunluk sarmalından çıkmak gerekiyor. Çok okumak, araştırmak, iyi öğrenmek ve öğrendiğini de deneyimlemek gerekiyor. Nasıl olsa birisi yapar demek yerine iradeyle, inançla ve cesaretle gelişmek, bu gelişimi uygulamak pekala mümkün. Kimseyi yargılamadan, ötekileştirmeden, dayanışmaya inanarak yapabiliriz bunu da. Büyük Atatürk’ün sözüyle bitirelim: ‘Şayet bir gün çaresiz kalırsanız, bir kurtarıcı beklemeyin, kurtarıcı kendiniz olun.’
- Bize yarattığınız bu kıymetli zaman için size Friendz10 ailesi olarak teşekkür ederiz.
Asıl ben size, ekibinize ve Friendz10 ailesine bu kıymetli sorularınız için teşekkür ederim.
Yorumlar
Geniş kapsamlı bir söyleşi olmuş. Kutluyorum. \r\nÇiğdem Toker'in Atatürk’ün ‘Şayet bir gün çaresiz kalırsanız, bir kurtarıcı beklemeyin, kurtarıcı kendiniz olun.’ sözüyle bitirmesi etkileyici olmuş.
Friendz10 ailesine verdiğiniz bu güzel röportaj için teşekkürler Çiğdem Hanım
Bu değerli röportaj için Çiğdem Hanım'a çok teşekkürler
Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız