Herkese merhaba, bugün toplumumuz için önemli ve değerli bir gazeteci olan Deniz ZEYREK konuğumuz. Kendisine bizimle bu röportajı yaptığı için teşekkürü bir borç biliriz. Bu röportajda emeği geçen ve samimi yaklaşımıyla Sözcü gazetesinin Ankara şubesindeki herkese teşekkür ederiz. Dilerseniz sizi daha fazla bekletmeden röportajımıza başlayalım.
Deniz Bey merhaba, nasılsınız?
- İyiyim çok teşekkür ederim, sizler nasılsınız?
Bizde iyiyiz teşekkür ederiz. Bu yoğun temponuzda Friendz10 ailesine zaman yarattığınız için teşekkür ederiz. Dilerseniz başlayalım röportajımıza. İlk sorularımız sizi daha iyi tanımak üzerine. Kimya ve biyoloji gibi nitel bilim dallarında eğitim almışken sizi sosyal bilimlere sevk eden şey veya şeyler neler oldu?
- Ben kimya okurken üniversitede ODTÜ’nün öğrenci dergisi vardı. Adı ‘’Dönüşüm’’dü, burada yazılar yazıyordum, kapak karikatürünü çiziyordum. Sonra ‘’Türk Dili’’ dergisine yazı gönderiyordum, ‘’Evrensel Kültür’’ dergisine yazılar gönderiyordum. Yani kimya ve biyoloji okurken yazmakla, edebiyatla, resimle ve tiyatroyla ilgiliydim. Zaten gazeteciliğe de kültür sanat muhabiri olarak başladım. Yani ilk ‘’Evrensel Gazetesi’’nin kültür sanat sayfasında çalıştım. Sonra diploması muhabirliğine başladım. Yani yazmak cezbetti diyebilirim.
Kültür-Sanat muhabirliği size neler kattı?
- Bir kere şunu söyleyeyim, kültür sanat faaliyetlerini takip etmek insan için çok büyük bir avantaj. Ben şuna inanıyorum: ‘’Kültür sanat olmasa, sanat olmasa, bugün sağladığımız hiçbir ilerlemeyi sağlayamazdık. Yani görsel sanatlardan bahsediyorum özellikle. Hayal dünyasını büyüten, geliştiren her şey; sanat dalları olarak teknolojinin de önünü açmıştır. Onun için mesela Google ve benzeri teknoloji şirketlerinin binalarında hep böyle çağrışımlara, serbest hayallere sevk eden yerler var. Sanat hayal kurmakla da ilgili bir şey, hayal kuramazsanız zaten bilimselliğin ilk adımını atamazsınız. Yani bilimsel bir keşif yapacaksanız ya da bir buluş yapacaksanız, ilk olarak onu hayal etmeniz lazım. İşte o hayal gücünü çok fazla geliştirdiği için sanat dalları, kültür ortamı gibi yerlerin bende de çok faydası oldu. Hayata bakışımı değiştirdi, ufkumu açtı diyebilirim.
Fidel Castro ile yaptığınız söyleşide sizi en çok ne etkiledi?
- Söyleşi öncesinde aslında etkiledi. Ben üniversitede sol gruplarla birlikte takılan, devrimci, sosyalist devrime inanan bir öğrenciydim. Dolayısıyla Castro, Che Guevara, Deniz Gezmiş hep bizim idollerimizdi. Castro ile karşılaştığımda da zaten 22 yaşında falandım ve hala hayranlık duyuyordum. Röportaj öncesinde zaten ‘’Habitat Zirvesi’’nde çok müthiş bir konuşma yaptı adam. Yani meydan okudu, kapitalizme meydan okudu, ABD’ye meydan okudu, şehirlerin yaşam alanlarının yani habitatın nasıl kapitalist düşünce sistematiği ile yok edildiğini anlattı. O konuşma çok etkiliydi, biz Castro’nun bu konuşmasını mesela o zaman ‘’Evrensel Gazetesi’’nde çalışıyordum, manşet yapmıştık. Ben tabi hep 68’de o devrimi nasıl yaptıklarını merak ediyordum. Müthiş bir şey kazandılar, karşılarında ABD vardı, onun desteklediği gruplar vardı, hep onu duymak istedim, onu anlatmasını istedim. Bir de tabi Che Guevara’yı çok merak ediyordu herkes ve Castro’dan dinlemek istedim. Zaten aynı fotoğraf karesine girmek bile, bizim için mucize gibi bir şeydi. Yani o duruşundan, mesela çok babacan bir tavrı vardı. Yani her açıdan benim için çok böyle şey, hani şöyle düşün, mesela her insanın bir hayali vardır. Diyelim bir Hollywood starıyla görüşmek, onunla fotoğraf çektirmek ya da aya gitmek ya da bir uzay gemisine binip dünyaya uzaydan bakmak falan gibi benim için de Castro ile konuşabilmek böyle bir şeydi. Sonra Küba’ya gittiğim de görüşmek istedim ama mümkün olmadı.
Olsun en azından görüşebilmişsiniz.
- Evet Türkiye’de bir de yan yana görüşebildik.
Afganistan, Kosova, Bağdat ve Kuzey Irak gibi tehlikeli bölgelerde gazetecilik görevini yerine getirirken sizi en çok ne veya neler zorladı?
- Tabii ki savaşa tanıklık etmesi en zor şey. İnsanların ölümü, kan, kötülük. Yani şöyle düşün Bosna’da Pazar alışverişi yapan sivil insanların üstüne havan atılıyor. Yani bunu yapan bir kötülük ve bunun bir kurbanı var kadınlar var ve olayın olduğu yerde kan revan görüntüler var. Hepsini bir araya getirdiğinde, hayata dair olan düşüncen karamsarlaşıyor, mutsuz hale geliyorsun. Birçok travmatik şey oldu bende. Mesela Bağdat’taki bir sığınak görüntüsünü yaklaşık on yıl rüyalarımda gördüm. Duvara yapışan cenaze parçaları, çocuk cesetleri çok ağırdı ya da Taliban’ın 1996’daki ilk Kabil’i ele geçirdiği sıralarda Orta Çağ’dan görüntüleri falan. Barbarlık, yağmalama, öldürme vs. bu konulardaki kötülüğü gördüm. Ben hep şeye inanırdım: ‘’İnsanlar hep iyidir, kötülüğü sonradan kazanır.’’ Bu savaşlarda şunu gördüm, kötülük biraz insanın içinde var. Sadece uyandırmak gerekiyor. Bendeki en büyün izi bu oldu. Düşün ki karıncayı, kurbağayı incitemezsin ama bir düğmeye basıp onlarca insanın üstüne ölüm saçıyorsun. Bunu yapabilecek insanlarla aynı ortamda yaşıyorsun. Müthiş korkutucu bir şey bu.
Sanırım biraz da hayat ile alakalı sorgulatıcı bir deneyim oldu sizin için.
- Tabi yani devlet kavramını sorguluyorsun, savaş karşıtlığın artıyor. Ben mesela şimdi her koşulda milliyetçilik vs. tartışmaları olduğunda, hep şunu savunuyorum: ‘’Bizim birinci ödevimiz yaşatmak olmalı.’’ Savaşa giden askeride yaşatmak olmalı, savaşların olduğu yerdeki sivilleri de yaşatmak olmalı. Bunun ötesinde herhangi bir insanı tavır olamaz diye düşünüyorum. Şu anki bakış açım tamamen bu. Hiçbir savaşı artık kafamda meşrulaştırmıyorum.
Tamamen yaşatmak üzerine bir düşünce tarzındasınız anladığım kadarıyla.
- Kesinlikle evet.
Enerji diplomasisi uzmanı olarak enerji krizini nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Uzman demeyelim ama ilgi alanım. Bence bu durumda Rusya’nın payı çok büyük. Tabi ABD’nin yanlış politikaları da var. Normalde mesela doğal gaz, alıcının belirlediği bir pazardı bundan 30 yıl önce. Alıcı ne derse o olurdu. Çünkü çok ilgi gören bir şey değildi. Ama Avrupalılar hiç bunu hesap etmeden tüketiciyi doğal gaza bağımlı hale getirdiler. Ocakta kullanıldı, ısınmada kullanıldı, elektrik çevrim santrallerinde kullanıldı vs. sonra bir baktılar ki doğal gaz kesildiğinde hayat duruyor. Ne yaptılar bu sefer Putin bundan çok iyi yararlandı. Madem doğal gaz kesildiğinde hayat duruyor, o zaman bunu havuçsopa politikasıyla kullanalım. Vermiyorum kardeşim doğal gazı dediği anda doğal gazın her şeyini satıcının belirlediği döneme geçtin. O nedenle şu anda doğal gaz kimin elindeyse o piyasayı domine ediyor ve diğer doğal gaz kaynakları – ABD’nin yanlış politikaları dememin sebebi o – uzakta, ulaşılamaz ve maliyetli hale getirdiler. İşte Arapların doğal gazı, Afrika’nın doğal gazını daha pahalı, daha ulaşılamaz konuma getirdiler. Onun için Rusya doğrudan karadan boru hatlarıyla sadece Avrupa’nın değil Türkiye’nin her yerine doğalgaz gönderebiliyor. Türkiye burada önemli bir rol oynadı. Yani Azeri, Türkmen doğal gazına da yapmaya çalıştı ama başarılı olamadı çok fazla. İran doğal gazını kendi toprakları üzerinden katmaya çalıştı. TANAP vs. gibi projeler de oldu. Onun için Türkiye’nin de bu piyasada daha kolaylaştırıcı ve tüketici üzerinde bir rolü olduğunu söylemek lazım.
Sedat Simavi ödülünü almak size ne kattı?
- Şöyle, gazetecilikte ödül kavramı sulandırıldı. Herkes ödül veriyor herkes plaket veriyor. Mesela benim değer verdiğim ödüller var. Abdi İpekçi ödülü var, Sedat Simavi ödülü var. Bunlar hala gazeteciler ve gazeteci jüriler tarafından verilen ödüller. Onun için kıymetli benim için ve gazetecilikte ödül almak insanı gururlandırıyor bir taraftan da sorumluluk duygusu yüklüyor. Hata yaptığın zaman sana o ödülü veren kurumun eleştirisine maruz kalmaktan çekiniyorsun. Yani işte ‘’Türküye Gazeteciler Cemiyeti’’ ya da ‘’Türkiye Gazeteciler Sendikası’’nın ilkelerine, beklentilerine uygun bir gazetecilik hayatı yaşamak istiyorsun. O ilkeler aşmamaya çalışıyorsun. Bu önemli bir şey yani o sorumluluğu, gazeteciliğin temel değerlerini ilkelerini koruma çabasın; mesleğin de hayatta kalması için çok önemli. Bütün gazetecilerde böyle bir kaygı olduğu sürece bu meslek bitmez. O nedenle hala bütün bu kötülüklere rağmen, zorluklara rağmen, baskılara rağmen gazetecilik mesleğini yapanlar ve yaşatanlar var.
Bu sınırlara uyulması sizin için çok önemli bir değer anladığım kadarıyla.
- Tabi etik değerler önemli. Yani meslek örgütlerinin belirlediği ilkeler bence bizim için çok kıymetli.
Medya sektörüne ilk girdiğiniz yaşınızdaki Deniz Zeyrek’e neler önerirdiniz?
- Bir kere daha fazla yabancı dil öğrenmek isterdim. Şimdi çok amatörce yani hayatta kalabilecek kadarını bir şekilde öğrendim ama İngilizce dışında Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Arapça mesela Rusça; bu dilleri veya bu dillerden birini, İngilizceyi saymıyorum bile. Zaten kaçınılmaz olarak gazetecilikte bilinmesi bir dil. Artık hiçbir kaçarı yok. Bir kişi gazeteciliğe başlayacaksa ‘’Yabancı dilin ne?’’ sorusuna en azından iyi İngilizce konulurum diyebilmeli. Onun dışında bu bahsettiğim dillerden birini ya da birkaçını konuşmak gerekiyor. Röportajlar da bile yani ben şu anda yabancı bir büyük elçi olsam bu röportajı kendi dilimde vermek daha rahat hissettirir ve daha rahat kendimi ifade ederim ya da dünyanın birçok yerine gidiyorsunuz gazeteci olarak. Gittiğiniz yerlerde konuşulan dillerden birini konuşabilmek, iletişim açısından sizin için önemli. İkincisi, demin bahsettiğim etik kuralları hiçbir zaman esnetmemek lazım. Yani işte bize hep şey eleştirisi geliyor. Şununla görüştün, bununla görüştün, gazeteci şeytanla bile görüşür ama gazeteciliğin kurallarını yerine getirerek yapar bunu. İlişkiler kurarken ı sınırlar aşılmamalı. Bir iş adamıyla ciddi bir yakınlık kuruyorsun arkadaşın oluyor vs. o iş adamı bir gün yanlış bir şey yaptığında ve bununla ilgili haber yapman gerektiğinde mesleğin ile duyguların arasında kalıyorsun mesela. ‘’Arkadaşıma zarar verir miyim?’’ falan gibi. Bu tür durumları yaratacak her şeyden gazetecilik hayatın boyunca uzak durman lazım. Bu temel prensip olmalı. Bu tür şeylere dikkat ederimdim. Bol bol okumak gerekiyor. Bu meslekte otuzuncu yılına falan geldiğinde sahada muhabir değil de daha çok analiz ve yorum yapmayı gerektiren bir konumda oluyorsun. Bunda kullanabileceğin bir entelektüel donanım çok kıymetli. Onun için biz sahada zaman zaman okumayı ihmal ettik. Zaman zaman kendimize yatırım yapmayı ihmal ettik. Bunları daha fazla yapardım. Yaptım ama yeterli görmüyorum. Daha fazla yapardım. Öyle zamanlar olurdu ki günde iki yüz üç yüz sayfa haber okuyordum. O üç yüz sayfayı okumak yerine bir tane roman okumak, mesela bambaşka bir şey yaratabilirdi. Onları ihmal ettim zaman zaman. Hep meslekle ilgili şeyler okudum, hep akademik şeyleri okudum. Mesela hayatımda en büyük eksikliklerden biri, bunu da son dönemde yeniden okumaya başladım, roman okumayı unuttum mesela. Başta konuştuğumuz sanat insanın ufkunu, yaratıcılığını geliştiren bir şey, hayal dünyasını geliştiren bir şey onları ihmal etmezdim herhalde. Ama genel olarak kendi mesleki geçmişimden ve geldiğim noktadan memnunum. Çok eksikliklerim olabilir. Onları yapmazdım, o eksiklikleri giderirdim ama genel olarak bulunduğum şeyden memnunum.
Günümüz genç kuşağı olan ‘’Z Kuşağı’’nı nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Ben gençlerin böyle harflerle kategorize edilmesini, kompartımanlara bindirilmesini istemiyorum. Çünkü öyle bir kuşak değil yani kategorize edemezsin. Bakıyorsun genel olarak hedonist gençler yani önce kendilerini düşünüyorlar diyorsun bilmem ne. Sonra öyle bir gençle tanışıyorsun ki hayır bambaşka bir profil. Ben son zamanlarda şunu düşünmeye başladım. Kuşaklar arasındaki tek fark sahip oldukları olanaklar ve ‘’Z Kuşağı’’ denen şimdiki genç kuşağın avantajı da ellerindeki bu akıllı telefonla akıllı bilgisayarla dünyanın her yerine, bizim ulaşamadığımız kadar kolay ulaşıyor olmaları. Bilgiye daha kolay ulaşıyor olmaları dolayısıyla daha zor yönlendirilebilir daha donanımlı daha fikir sahibi olmalarını sağlıyor. Onun ötesinde ben böyle bir gömlek giydirilmesine karşıyım. ‘’Z Kuşağı’’ dediğinizde hepimiz gibi belli yaş aralığından geçen insanlar, çocuklar, gençler. Sadece sahip oldukları imkanlar ötekilerden daha iyi. Cem Yılmaz işte diyor ya ‘’Biz de bir tek kanallı televizyon vardı.’’ Şimdi tek kanallı televizyon zamanında 20 – 25 yaş arasında olmak başka bir şey, Commodore bilgisayar vardı bizim zamanımızda onun zamanında 20 – 25 yaş arasında olmak başka bir şey, 1992’de ben ODTÜ’deyken internet çıkmıştı. O zaman daha internete dönüşmemişti. Hani kampüsün içinde bir yerden bir yere iletişim kurmak yeni yeni başlamıştı. Ona denk gelen 20 – 25 yaş grubu başka, şimdi de akıllı telefon ve bilgisayar ile dünyanın her yerine ulaşabilen bir 20 – 25 yaş gençliği var. Bence fark bu. Şöyle bir şey de var; apolitik görünüyorlar ama çok politikler, duyarsız görünüyorlar ama çok duyarlılar. Bizim ve bizden önceki kuşakların ihmal ettiği çevre, hayvan sevgisi gibi şeyleri daha iyi görüyorlar. Neden görüyorlar? Çünkü onlara daha az bıraktık. Bizim zamanımızda domates kokan domates vardı. Bizden sonrakilerde de vardı ama şimdikiler onu zor buluyor. Dolayısıyla domates kokan domatesin kıymetini daha iyi biliyorlar. Ya da hayvan sevgisi; geçmişte bu kadar çok sokak köpeği yoktu. Şimdi gördüklerine karşı daha hassas davranıyorlar. Hayvan sevgisi daha gelişmiş oluyor. Eskiden daha çok orman vardı, doğa daha diriydi. Şimdi doğaya karşı yapılan hunharca müdahalelere daha tepkili oluyorlar. Çünkü farkındalar. Geçmişten kendilerine zaten az bir şey bırakılmış ona hiç olmazsa sahip çıkalım kaygısı içindeler. Tamamen dönemsel buluyorum ben. Kişilikle, karakterle ilgili değil de sahip oldukları imkanlar ve yaşadıkları dönemle ilgili bir duruşları oluyor. O da bence kaçınılmaz. Bundan on sene sonraki kuşakta sahip oldukları imkanlar doğrultusunda bu günkülerden daha farklı olacak.
Günümüzdeki sosyal medyayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Sosyal medya önemli çok önemli. Biz şu anda postür çağında yaşıyoruz. Yani algının, inşaların duygularına hitap eden algının, çoğu zaman gerçeğin önüne geçtiği bir dönemde yaşıyoruz. Dolayısıyla bu dijital medyanın, dijital çağın en ciddi sorunu: ‘’Gerçekle yanlışı ayırt edebilmek. Çünkü dijital medyanın en büyük dezavantajı gerçekle yanlışı aynı çuvala koyması ve sizden doğru olanı seçip çıkarmanızı beklemesi.’’ Onun için bu yeni dönemde teyit etme, doğrulama vs. gibi alanlar önem kazanacak gazetecilikte. Çünkü artık sosyal medya sayesinde her insan bir gazeteci şeyi var. Kiminin üç okuru vardır, kiminin bir milyon izleyicisi vardır. Kimi konvansiyonel yollarla ulaşamadığı sayılara sosyal medya üzerinden ulaşabiliyor. Ama önemli olan verilen bilginin doğruluğu. O bilginin teyit edilmesi. Burada tekrar bize, gazetecilere görev düşüyor. Bunu en iyi yapacak meslek grubu gazeteciler. Dolayısıyla da ben şuna karşı çıkıyorum: ‘’Dijital çağ gazeteciliği bitirecek.’’ diyorlar ya, doğru değil. Yani ha kâğıda basmışsın, ha taşa basmışsın, ha onlineda yayınlamışsın hiç fark etmez. O makaleyi yazacak bir insana ihtiyacın var. Ona da gazeteci diyorlar. Sadece platformun değişebilir ama gazeteciye olan ihtiyaç ortadan kalkmaz. Şöyle bir şey olabilir: Eskiden yüz matbaada yüz işçi çalışıyordur artık matbaa kalmayacağı için yüz işçi yerine yüz yazılımcı kullanırsın. Yani gelirler buradaki internet sayfasının algoritmalarını değiştirebilir. Baskı cihazları yerine artık, yazılımlar, algoritmalar devreye girer. Platform değişiyor gazetecilik yine işin orijinali işin esası olarak kalıyor diye düşünüyorum.
Sosyal medya artık yadsınamaz bir güce sahipken sizce neden insanlar bilgi erişimine uzmanlarından değil de herkesin rahatça kullanabileceği sosyal medyalardan ulaşmaya çalışıyor?
- Kolay çünkü akıllı telefon kadar yakın ama dediğim gibi sosyal medyada paylaşılan ama yanlış olduğunu tespit ettiğimiz binlerce şey oluyor. Manipülasyon, mesela Maryland üniversitesindeki aldığım eğitim olan dijital medya programında hep onları konuştuk, onları çalıştık. Manipülasyon, dezenformasyon. Yani şöyle bir şey vardı Operation Infection diye. FBI ve CIA’in yaptığı bir şey. HIV virüsünün ABD’liler laboratuvarda üretti; eş cinselleri işte şunları bunları dünyadan kaldırabilmek için. Böyle bir teori. Bunu mesela FBI, CIA geriye doğru araştırmış ve şunu görmüş. O zaman SSCB’nin istihbarat örgütü KGB tasarlamış ve bu şeyi yaymış. Hindistan’da komünistlerin çıkardığı üç bin tirajlı bir gazeteye ilk haberi yazdırmışlar. Oradan Bulgaristan Komünist Partisi bir şekilde Bulgaristan’da bir gazeteye onu referans gösterip koymuş. Oradan Doğu Almanya’daki Demokratik Almanya’daki bir gazete Bulgaristan’daki o haberi referans göstermiş ve öyle bir hale gelmiş ki o haber Amerikan medyasında yazılmaya başlanmış. Bunu mesela üç yılda yapmışlar konvansiyonel medyayla. Böyle bir dezenformasyonu şimdi sosyal medyada sadece yarım saatte tamamlayabiliyor. Çünkü ilk kaynağını bulmak o kadar zorlaşıyor ki dolayısıyla da sosyal medyanın en büyük dezavantajı bu. İnsanlar kolayı seçiyorlar ama kolay her zaman doğru olmuyor.
Bu konuda haklısınız bence. En basit örnek olarak bir yerin yetkilisi çıkıp uzmanı olduğu bir konuda bilgi verdikten sonra kuşak ağzı ile söylemek gerekirse buna inanmak yerine hazreti Google’a girip oradan ulaştığı bilgiyi doğru ve güvenilir kabul ediyor. Bunun altında ne sebep yatıyor olabilir? Sonuç olarak bunun açıklamasını yapan uzmana değil Google’da yaptığı araştırma ilgi doğruyu bulduğuna inanıyor.
- Evet. Bu biraz liyakatle ilgili bir şey devlet yönetimiyle ilgi bir şey. Onu bence açıklamayı yapanın daha çok düşünmesi lazım. Bana neden güvenmiyorlar diye. O sorunu onun çözmesi lazım.
Yapılan son araştırma ve analizlere dayanarak ülkemizdeki ‘’Z Kuşağı’’nın bilgi, birikim ve eğitim olarak dünyadaki akranlarından geride kalmalarını neye bağlıyorsunuz?
- Çünkü bizim eğitim sistemimiz çuvallamış vaziyette, karamsar bir cümle olacak ama çocukları özgür düşünmeye yönlendiren, bilimsel temelli bir eğitim ortamımız yok. Herkes kendi politik şeyini doktrini etmek istiyor çocuklar üzerinde. Benim kızım yirmi yaşında. Hep aynı hükümet döneminde yaşadı. Dolayısıyla eğitim olarak hükümetin kendi ideolojik doktrinleri çerçevesinde kurgulanmak istenen bir sistemin içine düşmek zorunda kaldı. Şimdi imkânı olan kolejlere gitti vs. iyi okullarda okudu ama devlet okullarında okuyan çocuklar maalesef o doktrinlerin kurbanı oldular. Daha dün bir genç çocuk tıp fakültesi öğrencisi üçüncü sınıfta bulunduğu koşullara isyan edip canına kıydı. Şimdi o çocuk ‘’Z Kuşağı’’nın bir temsilcisi o çocuk, tıp öğrencisi pozitif bilimle uğraşıyor. İnsanlara hayat dağıtması beklenen, iyileştirmesi beklenen bir çocuk. Kendi hayatına son verdi ve bu koşullar altındaki bir ‘’Z Kuşağı’’nın ABD’de de ki şuradaki buradaki her türlü imkân sunulan, bu tür doktrinlerden, yüklerden kurtulmuş çocuklarsa yaşıtlarıyla rekabet etmesi beklenebilir mi? Onu bırak daha açık söyleyeyim, Türkiye’de kolejlere giden özel okullara giden çocuklarla, devlet okuluna giden yoksul çocuklar arasındaki uçurumu kapatamıyoruz. Yan, som dönemde sürekli dereceye girenlerin okullarına bakıyorum eskiden Anadolu lisesi, Fen liseleri vardı. Anadolu’dan gelen çocuklar hep göğsümüzü kabartırdı, şimdi hep özel okullar ilk beş binde, on binde, otuz binde, elli binde hep özel okul öğrencileri var. Büyük bir adaletsizlik bu. Bence bizim ‘’Z Kuşağı’’nın en büyük dezavantajı fırsat eşitliğinden yoksun olması.
Sizce aradaki bu çıta farkı kapanır mı? Kapanırsa nasıl kapanabilir?
- Kapanır, kapanır niye kapanmasın. Eğitim sistemini adam ettiğimiz sürece niye olmasın ki? Niye bizim çocuklarımız yerine Hintli çocuklar o kodları yazsın. Niye Silikon Vadisi’nde Türk mühendislerden çok Pakistanlılar olsun ki? Bizim aşamayacağımız bir sorun değil. Türkiye’nin en büyük avantajı insan potansiyeli. Yani genç nüfusu çok kalabalık. Genetik olarak da ben bu topraklarda yaşayan çocukların zeki olduğunu düşünüyorum. Dünyada bunun birçok örneği var. Coca Cola’nın başında bir Türk var, Biontech aşısını Türkler buldu gibi.
Michel Foucault’un bir teorisi olan panoptikon hakkında neler düşünüyorsunuz. Bunun daha gelişmiş halini bizler görebilecek miyiz?
- Çok hayata geçirilebileceğini ve hayata geçtiği kanaatinde değilim. Biraz detaylandırabilirsen daha iyi olabilir?
Yolda giderken 82 km/s hız sınırını gördüğümüzde yavaşlamamız ya da bazı yerlerden geçerken daha dikkatli davrandığımız ya da o kamerayı gördüğünde kişinin ışıkta durması gibi bu tarz bir sistemi zaten sağlamış durumda panoptikon ve geliştirilebilir mi?
- 1984 de anlatılanı da çağrıştırıyor bana da Foucault’nun teorisi bana şöyle ters geliyor. Çok benimsediğim bir şey olmadığı için çok detayına girmiyorum. İnsan bu şartlı refleks vs. gibi konularda hayvanlardan biraz ayrışmış vaziyettedir. Yani ne kadar kamera olursa olsun o 82 km/s hız limitini görüp takmayan insanlarda olabilir.
Acil işi olanlar gibi mi?
- Sadece acil işi olanlar değil, umursamaz, yakalanmayacağını düşünen vs. insanı ben o kalıplara sokmakta zorlanıyorum. Yani cezaevi koşulları altında ya da bir akıl hastanesinde o tarz koşullar sağlanabilir ama bunu dünya genelinde… Şöyle bir şey var Jurassic Park filmini izledin mi mesela?
Evet.
- Orada ne diyor? Biyoloji okuduğum için, klonlama üzerinden, doğal olarak bilim ile uğraşan herkesin kafasında şu var. Ya tamam klonladın ama ürettiğin şey kısır olacak. Ama orada ne tartışılıyor hayat yolunu bulur. Yani hayat Foucault’nun çizdiği cezaevindeki gibi bir sınırı hayata dayatamıyorsun. Bir şekilde birileri senin çizdiğin sınırları aşıyor ve oradan çıkıyor. Bence iki şeyi karıştırmamak lazım. Bir birlikte yaşamanın gerektirdiği kuralları, kurallara uyan bir toplumu. Bir de otoriter baskıcı yönetimlerin dayattıklarını kabullenen bir toplum. İkisi aynı şeyler değil. Dolayısıyla Kuzey Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan birlikte yaşam alışkanlığı, kurallara uyma alışkanlığı vs. bunu mesela Foucault’nun teorisine benzetebilir misin?
Hayır. Biraz daha kendi rızalarıyla yaptıkları bir tercih.
- Öyle ki radarı görmeden bile 70 km/s’in üstüne çıkmıyorsun. Çünkü onu sen bir birey sorumluluğu olarak görüyorsun. Başkasının hayatını, kendi hayatını tehlikeye atmamak için bulunmuş kurallardan biri olarak görüyorsun. Ama şöyle bir gerçek var. Yönetimler gittikçe otoriterleşiyor. Yönetimler insanları daha fazla baskı daha fazla gözetim altında tutmanın arayışına giriyorlar. Dijital çağın önemli sorunlarından biri de bu. Yani şu an da İsrail istihbaratının, Amerikan istihbaratının, hep böyle bölünmesi, mesela eskiden CIA vardı şimdi NSA var. Aynısı İngiltere’de var, aynısı İsrail’de var. Bizde henüz daha o şeye geçilmedi, ayrı bir kuruluş kurulmadı adam artık human intelligence’ı bir kenara bırakıp, dijital istihbarata yoğunlaşan devlet kurumları ortaya çıktı. Onlar bunu yapacaklar yani Big Brother tarzı bir gözetleyici olacak ama şu da olacak bunlar bulundukça teşhir edilecek. Bunları yapanlar işte skandal yarattıkları için sorgulanacaklar, işte insanların özel hayatlarını koruma konusunda mücadelesi de devam edecek ve bu mücadele ben Foucault’nın çizdiği bir çerçeveyle sonuçlanmaz diye umut ediyorum. Yani bunun yaşandığı yerler var. Kazakistan, Türkmenistan, Kuzey Kore. Kuzey Kore’ye gittim mesela gerçekten öyle bir yer.
Bahsedildiği kadar sıkı bir ülke mi Kuzey Kore?
- Tabii ki. Yani adım atamıyorsun. Yabancı olarak gittiğinde zaten yanında sürekli biri dolaşıyor ne fotoğraf çekebiliyorsun ne onların izin verdiği insanlar dışında insanlarla konuşabiliyorsun. Otelinde kameralar, belki odanda kameralar, her adımın takip ediliyor.
Tüm bunların ışında genç kuşağa önerileriniz nelerdir?
- Ben şimdi gençlere hep onu söylüyorum. En önemli şey ‘’iradenizi kimseye teslim etmeyin, yolunuzu kendi zekanızla ve iradenizle bulun.’’ diyorum. Hele bu son 15 Temmuz, cemaat, tarikat şu bu falan meseleleri var ya. O gencecik beyinlerin, o zeki çocukların nasıl bu tür şeylerin içine girip böyle mankurtlara dönüştüğünü anlamakta zorlanıyorum. Dolayısıyla insanların akıllarını kullanması lazım. Akıllarının almadığı hiçbir yola gitmemeleri lazım. Pozitif bilimlerle uğraşmaları lazım. Pozitif bilim derken sadece fizik, kimya, biyoloji demiyorum; sosyoloji, psikoloji, gibi. Bir de temel hak ve özgürlüklerinin bilince varıp onlara sahip çıkmaları lazım. Her bireyin temel hak ve özgürlükleri vardır ve onların korunması hayatidir. Hiçbir haklarını, temel haklarını, özgürlüklerini hiçbir şey için feda etmesinler.
Friendz10 olarak bize neler önerirsiniz?
- Ben beğendim sizin sisteminizi, insanların kendilerini de ifade edebileceği bir platform aynı zamanda. Biraz zaman içerisinde şekilleneceği kanaatindeyim. Ama çerçeve ve mantık olarak çok hoşuma gitti. Size önerebileceğim en önemli şey çok çalışın. Mümkün olduğu kadar çok insana ulaşın. Sesinizi duyurum. Gerçek bilgiye verdiğiniz önemi kaybetmeyin. Bilgi kirliliği içerisinde kaybolmak yerine sizdeki gibi herkesin kendi ilgi alanına göre aradığı bilgiyi bulabileceği bir platform olarak yolunuza devam edin.
Kurulduğumuzda ilk düşündüğüm ve çok önem verdiğimiz prensibimiz buydu. Bu kadar çok eksik, yanlış ve hatalı bilgi varken bunun yerine, biz neyse o olan, şeffaf şekilde bilgi verelim diye yola çıktık. Bu prensip ile de meta makalelerle yolumuza devam ediyoruz.
- Elinize sağlık.
Bu değerli paylaşımlarınız için ve röportajımızı kabul ettiğiniz için Friendz10 ailesi olarak teşekkür ederiz.
Yorumlar
Bu hoş ve kaliteli sohbet için çok teşekkür ederiz Deniz Bey :)
Soluksuz okuduğum bir sohbet, elinize sağlık.
Friendz10 ailesine kattığınız değerli röportaj için size çok teşekkür ederim Deniz Bey
Çok değerli röportajınız için teşekkür ederiz
Yorum yazmak için lütfen giriş yapınız